30 ocak 2014 tarihinde yayına açtığım ama şimdi taslağa çekmiş bulunduğum* bir post'ta aşağıda alıntıladığım kehanetleri ortaya atmışım. o dönem havada koklanan bu eğilimler bugün olgun formlarını yakaladığına göre, şimdi önümüzdeki dönem için yeni bir kehanet seti uydurmanın zamanıdır. ha bunlar kehanet tabirini hakediyor da olmayabilir. zira o kadar açık açık, o kadar göstererek gelişiyor ki bundan sonrası..
"""30.1.014>>
üniversite dönüşüyor. akademiğin demografisi de onun peşine takılmış o
da dönüşüyor. bu yeni akademinin şimdilik üç temel karakteri var.
bunların ikisi zamanla daha makbul karakterler olacaklar. makbul hale
gelecek karakterlerin ilki çalışkan öğrencilikten verimli akademikliğe
geçen, çoğunlukla--vülger bir ifadeyle--"idealist" denen, ama
entelektüel
donanımı zayıf, schiller'in yarım/uzmanlaşmış insanına daha yakın, dar
görüşlü, politik ufku sığ, çalışkan-ve-düz-akademik. ikinci makbul
karakter
toplumda yükselmek isteyen bir kariyerist, yani iş hayatının genelindeki
makbul karakterin akademiye aynen transfer olduğunu ve gittikçe de
sayıca hakim hale geleceğini öne sürebiliriz? peki bunlar üniversitede
ne
yapıyor(?) diye insanın sorası gelir ama, esasında hep varlardı, şimdi
değişen sayısal yoğunlukları oldu. üniversite ortamı değiştikçe
akademinin karakterini daha fazla belirler hale geliyorlar sadece..
üniversite işleyişte şirketleştikçe kadrosunda da şirketleşiyor.
akademiyi, eğitimi, araştırmayı, ünvanı bir kariyer seçeneği olarak
seçmiş, proje üstüne proje yazan, öğrencilerini ya hızlı akademik
trenlere ya da kaynak yaratan alanlara yönlendiren--uzun uzun
yazılabilecek olsa da--kısaca, daha verimli ve üniversiteye ve kendine
dışarıdan kaynak transfer etmeyi öncelik haline getirmiş, üniversitenin
en hızlı ve verimli hatlarına adanmış, esasında şirket hayatında da aynı
başarıyı gösterebilecek olan (ve gözlerini bağlayıp yedi kere ekseni
etrafında döndürseniz şirkette mi üniversitede mi olduğunu
ayırdedemeyebilecek olan) (üniversite hala hocaların ve öğrencilerin
cemiyeti, ticari ortaklık değil), üniversite kültürünü hem daha verimli,
hem daha üretken, hem daha karlı ama aynı zamanda daha heyecansız, daha
çirkin, daha sığ kılan karakterlerden sözediyoruz. bu durumun sosyal
bilimler ve insan bilimlerinde dahi geçerli olabileceğinden
kuşkulanıyorum. kavramların ve yazarların da akademik modaları var. boş
konuşmanın serbest olduğu, eleştiriden muaf geçici-otonom-alanlar
yaratıyor bu modalar. çünkü akademikler birbirilerini okumak ve
eleştirmekten çok "ağırlıyorlar". gerçekten de ağırlıyorlar. düz
anlamında da ağırlıyorlar. ve dolayısıyla mecazi anlamda da
ağırlıyorlar. bu da akademik nezaketin parçası. zaten en gencinden en
yaşlısına kimse burnundan kıl aldırmıyor. sıkıysa bir eleştir, bir anda
süreğen düşmanlıkların kıvılcımı çakıverir [bu noktada kendimi
sansürledim] ya da süreğen düşmanlıklar bulunduğu için kötücül
eleştiriler serbest bırakılır. aslında eleştiri akademide hep mevcut ama
esas olarak eleştirilenin duymadığı ya da eleştirenin kimliğinin saklı
olduğu koşullarda açığa çıkar... (madem kötücüllüğün kapaklarını açtım
ister istemez konudan biraz saçaklanıyorum. ve evet biraz bayağı olacak
ama, akademik umut normalde kutunun dibinde beklemez öyle, ortalıkta
salınır durur. bu aralar dürtüyoruz dürtüyoruz yerinden çıkmıyor.)
sayısı şimdilik artışta olan üçüncü tip ise şimdilik ne tam olarak
makbul ne tam olarak istenmeyen insan. bu da tabii böyle zorlu bir
dönüşüm ve mücadele alanı haline gelen bir ortamda direnen, direnirken
birbirini bulan ve kendilerini bir tür akademik muhalefet dayanışması
olarak yatay-örgütleyen ve aslında içinde her tür insanı barındıran yeni
ve muhtemelen geçici bir grup. ama sonuçta tepkisel bir oluşum, temel
olarak çirkin/yeni gelişmelere karşı duruşuyla, yani tepkiselliğiyle
tariflenen bir karakter bu. pozitif olan, üretken olan, her ne kadar bu
alternatif duruşlardan etkilense de, kaynağında bu tepkisellik değil;
hangi disiplinde çalışılıyorsa kaynak onun işleyişleri yine... o yüzden
çalkantılar durulduğunda bu üçüncü tipin fona karışacağını
bekleyebiliriz.
mimarlık eğitimi özelinde, verimli-profesyonel-akademik ile yarı-zamanlı
eğitimcilere dönüşen, bir-ayağı-akademide-kalan başarılı meslek
insanları arasındaki işbirliğinin görece daha hakim olacağı bir duruma
doğru gidişi durdurmak mümkün görünmüyor. belki de daha iyi olacak,
gelişmiş ülkelerde bu modeli görebiliyoruz, işliyor galiba... çünkü
meslek insanları gittikçe akademiye gelip gitmeye daha yatkın bir gruba
dönüşüyor ve akademi de daha bir uzmanlaşıyor. uzmanlaşma şu demek:
akademinin teknik uzmanlaşmalara dayalı alanları yerlerini korurken
(zira projeler, araştırmalar, özel sektör işbirlikleri, danışmanlıklar,
bilirkişilikler vd. vd.) tasarım eğitimcileri pratikten koparak uzmanlık
iddialarını destekleyemez hale geliyorlar. sosyal bilimciler olarak ya
da insan bilimleri emektarları olarak da çok ciddiye alınacak düzeyde
olmadıklarına göre, düzünden tasarım eğitimcilerinin geleceği o kadar da
parlak görünmüyor. zaten stüdyoları ücretsiz-gönüllü-genç
profesyoneller ziyaret edip duruyor artık. bu artacak. tasarım
eğitimcisi akademiklerin ağırlığı bir miktar azalabilir ve rolleri,
yavaş yavaş, eğitim politikasını ve işleyişini yönlendirmek, dışarıdan
gelip giden meslek insanlarını yönlendirmek ve onlara pedagojik destek
vermek gibi bir bölgeye doğru yığılabilir. dahası, üretken addedilen
ikinci bir uzmanlığa sahip olmayan, deli gibi yayın, networking, veya
reklam yapmayan, ya da bir ayağı yoğun biçimde pratikte olmayan tasarım
eğitimcileri yavaş yavaş eksilebilirler... böyle bir durumda, mevcut
kuşaklardan sonra, mimarlığın tasarım akademisinde en üretkenler
tutunabilecek sadece, en işe yaramazından en donanımlısına en üretken
kesim... nicelik daha belirleyici olacak diyorum yani, başarı
kriterlerinde hesaba katılan sayılar...
bunları devlet üniversitesi modeline göre yazıyorum. ve ama vakıf
üniversiteleri devlet modelinden tümüyle bağımsız değiller. vakıflarda
ders veren kadroların çoğu ya halen devlette çalışıyor, ya devlet
modelinde yetiştiler ve transfer oldular, ya da en azından devlet
okullarında öğrencilik ettiler. bu anlamda devlet üniversitesi vakıf
üniversitesinin dizginlerini şimdilik--kısmen--elinde tutuyor. devlet
üniversitesinin rengini iyice değiştirdiği anlaşıldığında belki vakıf
üniversitesi de dizginlerinden iyice boşanacak ve kurumsal mantığını
daha da fütursuzca takip etmeye geçecek. daha ötesi varsa yani.
biz de son bir kuşak olarak devletin neoliberalizm öncesi memuriyet
yasaları tarafından korunur haldeyiz. şimdilik. bizden sonra ise gerçek
bir tufan. kaçacak yer de yok. ayağını bir o yana uzatmak bir bu yana
uzatmak, ısındıkça çekmek, haşlanmaktan korunmaya çalışmak. bazı
insanları gayet mutlu edecek böyle bir yaşam evet. heyecanlı ve meydan
okuması bol? gazete ve dergilerin ve internet ve tv'lerin bize sunmayı
sevdiği olumlu yüzler bunlar. çünkü belli ki insanlar da bu tür gururla,
arzuyla ve başarıyla parlayan yüzleri karşılarında görmek ve zorlu
hayat karşısında motive olmak istiyorlar (ayrıca toplumun her
kademesinde tekrar tekrar ortaya çıkan saadet piramitleri ve akademideki
paylaşım network'leri arasında benzerlikler var). gerçekte, tanıdığımız
insanların çoğu bu gülen yüzler arasında değiller.
beyaz yakalıların çoğunluğu çalıştıkları işlerden ve yaşadıkları
hayattan şu ya da bu sebeple şikayetçiler; facebook ne derse desin.
okullar ve aileler samimiyetle çalışana mutluluk ve başarı vadetmişlerdi
ama sadece düz hayat varmış.
olumlu yüzlere ise xxxxx demeyeceğim hayır. çünkü aslında daha ziyade
karakterle ilgili bu. onu da kötü anlamda söylemiyorum. mevcut koşullara
uygun (evrimsel tabirle zinde) kalmaları da tesadüfî
biraz. toplumsal statülerinden değil ama esas olarak karakter yapıları
sayesinde, diğerlerini pek de hoşnut etmeyen aynı hayat koşulları içinde
bir şekilde verimli ve mutlu olmayı başaran istisnai bir mutlu azınlığı
bize tekrar tekrar gösterip olumsuz düşünceleri ve eleştirelliği
kötümserlik etiketi altında ezerek her gün içinden geçegeldiğimizi
düpedüz bildiğimiz çirkin bir yaşamın koşullarına bizi razı etmeye
çalışan bir düzene de debord'un tabiriyle "gösteri" demeyeceksek,
schiller ve durumcular gibi biz de modern dünyanın koşulu olarak
dayatılan "ayrım"ı en azından akademide mahkum etmeyeceksek, suçu olup
bitenlerin tatsızlıklarında değil de motivasyon vermeyi iş
edinmeyenlerde, her durumda kayıtsız desteklemeyenlerde, daha gerçek
sebepleri yakalamaya çalışanlarda buluyorsak [burası sansürlü]. çünkü
kayıtsız şartsız motivasyon da aslında o eski saadet network'üne ait bir
tavır ve belki yeni akademi de benzer tavırlar kullanır kim bilir? biz
hepimiz iyiyiz, sen de iyisin, sen başarılısın (çünkü bizdensin), ben
biz hepimiz, özellikle de biraradayken ve büyüklerimiz bizi sevdiği
sürece, yönetmeliklere uyduğumuz ve paylaşımdan pay aldığımız sürece biz
bir iyiyiz ya :) birbirimizi hayatın zorlukları karşısında sürekli
motive etmek zarurî
ve ama kolay da. ve zaten eleştirecek bir şey de yok. bak mutlu ve
başarılı kişilerin 12, 21, 35 alışkanlığını oku. ve neydi, aynı modeli
takip eden.. partiler, gösteriş, başarı ile parlayan takım elbiseleri ve
kol saatleri ve yüzler, neydi onun adı, titan mıydı?
"""
...
kehanetlerimin sonunu baştan söyleyeyim: sadece ülkemiz ve sadece mimarlık alanı özelinde değil, genel olarak, akademide iyi olan, akademiyi meslek pratiğinden olumlu anlamda ayrıştıran, akademi adına önemli olan ne varsa sonuna geldik. ve bu eğilimin geri dönüşü de olmayacak.
temel bilimleri bir kenara ayıralım. bunlar durduğu gibi durabilir. mühendislik ve diğer uygulamalı alanlarda akademilerin meslek pratiğinden önemli bir farkı zaten uzun zamandır yoktu. insan bilimleri ise işlerini ne kadar doğru, ne kadar yoğun yaparlarsa, içsel sıkıntılarını ve son tahlilde çok da lüzumlu olmadıklarını, ya da en azından akademi çerçevesinde kamu tarafından desteklenmelerinin çok yerinde olmayabileceğini o kadar iyi ortaya koyuyorlar. ("belki daha çok tiyatrolara, operalara benzer biçimde desteklenmeliler" fikri ağır basmaya başlayabilir.) insan bilimlerini karakterize eden ve etmesi gereken pragmatik çıkışsızlık, işe yaramazlık, bulanıklık ve bitimsiz ayrışmalar, sosyal bilimlerin de entelektüel zeminini aşındırıyor ve durmadan "yeni"yi ve umutlu gelecekleri vaad eden yavan mühendislik yöntem ve söylemlerinin sosyal bilimleri daha güçlü biçimde işgal edebilmesi için bir itki oluşturuyor. bu yeni saldırı belki onlarca yıldır sürüyordu. ve muhtemeldir ki önümüzdeki on yılda bir geri dönüş arayışını, o eski karanlık entelektüel yoğunluğun getirdiği kavrayış derinliklerinin yeniden devreye sokulması denemelerini gözlemleyeceğiz ama nafile. doğru, mühendislikten akan tekniklerin kendi başlarına bir işe yaramadıkları, eleştirel bakış ve sorgulama olmadan uygulanamadıkları, yanıltıcı olabildikleri vb iyiden iyiye görülüyor, görülecek ama elden çıkarılan entelektüel yoğunluğun, bu yoğunluğu üretmeye muktedir olan o kasvetli, statik, yapay, yer yer geleneksel eski akademik auranın, bu eski akademiye ait akademisyen tiplerinin yeniden yakalanması, üretilmesi, kullanılması mümkün olmayacak.
sosyal bilimlere benzer biçimde, mimarlık akademisi de, insan bilimlerinden beslenmesini ve kendini toplumsal-kültürel-politik bağlamla hizalamasını sağlayan bağlantılar çözüldükçe, zaten bünyesinde oldum olası barındırdığı mühendislik yöntem ve söylemlerine bütün bütüne yenilecek. mimarlık, yok efendim sanat mıymış yok efendim bilim miymiş neymiş, birinci sınıf öğrencilerine sorulan sorular geçmişte kalacak. mimarlık "çağın problemlerine yenilikçi çözümler sunarak birlikte daha sürdürülebilir bir geleceği inşa edecek olan" bir mühendislik alanı olacak. yani mimarlık adına değerli olan, onu kendine has, ayrı bir disiplin kılan her şey geri plana çekilecek. bir türlü gerçekleşmeyen boş vaatlerin bıkmadan usanmadan yüzeye püskürtülmesiyle karakterize olacak olan bu yavanlık denizi içinde, sığ iyimserlikleri ve uyumlanma enerjileri tükenmeyen pragmatik kariyeristler güruhunun arasında, bir rüyadan arta kalmış 3-5 figür, şahısları etrafına ördükleri köpükten kabuklarıyla bir süre sürüklenip, geride fazla da iz bırakmadan çekilip gidecekler.
*Ülkenin politik vaziyeti sebebiyle epey bir post'u taslağa çekmem gerekti