30 Temmuz 2011 Cumartesi

rakip

ödül kazanamadığımız yarışmanın kolokyumuna gittim. diğer projelere baktıkça insanın aklına bir sürü şey geliyor. ilginç olan diğer projeleri görmeden önce bunların insanın aklına hiç gelmemesi :] daha önce hiç kolokyuma gitmemiştim. profesyonel yarışmaları kastediyorum. bir iki öğrenci yarışması kolokyumunda bulunmuştum. öğrenci yarışmalarında ödül almakta zorlanmıyorduk. biraz da o yüzden mimarlık üzerine heyecanım azalmıştı. "bunu yaptık. sıradaki!" gibi... ödüle aday tasarımlardan ziyade bir sözü olan işler üretmek daha heyecanlı geliyordu. yarışmanın küçüğü büyüğü yoktu, mimarlık, nesne tasarımı ya da grafik tasarım, farketmiyordu, söylenecek irili ufaklı sözler vardı. yine de arada ödül hedefiyle uluslararası mimarlık yarışmalarında kendimizi denedik. eksiğimiz çoktu. rakipler sıkıydı.

epeydir yerli yarışma projelerini incelemiyordum. mimarlık ortamımızdan kopmuştum. yakın zamanda katıldığımız iki yarışmada gördüm ki, mimarlığımız beklediğimden daha zengin ve kaliteli bir noktaya gelmiş. burada da rekabet sıkı. iki yarışmaya da katılım çok yüksekti. beslenebileceğimiz bir ortam var yani artık, burun kıvırmak pek gerçekçi değil. insan hem ortaya koyduğu işi hem kendi becerilerini diğer meslektaşlarıyla kıyaslamalı. fakat kendini o rekabete atmadan bu mümkün olmuyor. yani insan kendini en iyi 'rakipleriyle' kıyaslıyor. o yarışmalara katılacaksın. elinden geleni yapacaksın. sonra "kim çarptı bana!?" diye etrafa bakınıp kendini nasıl geliştireceğini anlamaya çalışacaksın.

29 Temmuz 2011 Cuma

atılınmamasına.

lisansüstünden atılma gerçekten kalkmış. duruma uygun yeni yönetmelik hazırlanmaktaymış. belli bir süreyi aşan öğrencilerde öğrencilikle ilgili avantajlar sanıyorum geri alınacakmış, harçlar her eklenen yıl için belirli bir katsayıyla katlanacakmış vd. ama kayıt silinmeyecekmiş. yani "tezim yetişmedi, içime sinmedi, şurasını düzeltmek istiyorum" diyen vatandaşlar için umut ışığı doğdu. mesela ben. baya iyi bir haber. şimdi isterse delft anlaşması gecikedursun, er ya da geç hallolur, hocalarım isterlerse "bu doktora daha olmamış" desinler, düzeltirim, isterse çalışmam içime sinmesin, yeniden yaparım.

mevcut sistemde doktorayı erken bitirmek için ne bir ortam baskısı, ne motivasyon, ne çalışma ortamı var. ama yönetmeliğe göre 7 yılda teslim edemezsek, ya da bazı prosedürleri zamanında yerine getiremezsek okuldan atılıyoruz. tabi yıllarca üzerinde uğraşılmış, bir süre daha uğraşılıp bitirilebilecek çalışmaların böyle bir anda kesilip atılması kimseye pek anlamlı gelmediğinden süreç türlü şekillerde uzatılıyor, aflar çıkıyor vd. uzattıkça uzatıyoruz ve avantajlarımızı yitirmiyoruz.

bizim mevcut akademik sistemimiz bana epey sorunlu görünüyor. doktorayı belirli bir süre (diyelim ki 4 yıl) içinde bitirmenin bazı avantajları olmalı. avantajlar mali destekle ilgili olabilir, istihdamla ilgili olabilir, öğrenciliğe ait destekler (barınma, burs, konferans desteği, indirimler vd.) olabilir. ama herkesin temposu kendi yaşam ve çalışma koşullarına göre ve çalıştığı konulara göre farklılık gösterdiği için tezin tesliminde asıl kriter tezin artık yeterince olgunlaşmış olması olmalı, önceden belirlenmiş bir tarih değil. isteyen erken bitirsin, isteyen geç.

zaten öyle bir sistemde mali kaynağı bulmak öğrencinin derdi oluyor. ve mali kaynak kesileceği için öğrenci de 4-5 yılda tezi bitirip bir hoca kadrosu edinmek üzere çalışıyor. istihdam tezin bitirilmesi kriteri üzerinden sağlanmamalı. bizim durumumuz, 33'lük de, farklı bir model olarak oluşturulmasına rağmen işleyişte 33'ten farkı kalmayan 50d'lik de, biraz sakat bir istihdam modeli gibi geliyor bana da. uzuun uzun ve tembel tembel asistanlık yapma fikri ilk başta bana iyi geliyordu da, bir noktadan sonra asistan olarak fazla inisiyatif alamadığını görüyor insan. kendi stüdyonu açmak, kendi adına proje geliştirmek, ders vermek istiyorsun. ama yaptırmıyorlar.

bu konu sendika içinde tartışmalara yol açmıştı. hocaların sanıyorum büyük kısmı güvencesiz, kısa süreli asistan sözleşmelerinden yana. asistanlar ise iş güvencesini savundular ve belli bir başarı da elde edildi. en azından fiiliyatta. tuhaf bir şekilde, hala asistan olduğum halde, artık yaşla mı ilgilidir, doktora sürecinin sonlarına gelmiş olmakla mı ilgilidir, ben de güvenceli asistanlığa şüpheyle bakmaya başladım. sistemde bazı şeyler değişmeli. sözleşmelerin başı, sonu ve görev tanımları olmalı. asistanlıktan emekli olmak bana pek saygıdeğer gelmiyor. asistan kadrosu üzerinden dağıtılan kaynaklara daha sonraki kuşakların da ihtiyacı var. herkes, zamanını, sırasını, verimli kullansa daha mı iyi ne?

diyorum ki, beni işten atsınlar isterlerse, ama doktoradan atmasınlar. çünkü başka yerde iş bulabilirsin, başka bir iş yapabilirsin, ama 6-7 yıllık bir doktora çalışmasını çöpe atıp yeniden başlamak kolay değil.

28 Temmuz 2011 Perşembe

research by design, design as research >> learn, inquire, research, design

bu aralar tasarımda araştırma, tasarım yoluyla ve tasarım için araştırma başlıkları üzerinden bir kaç metin yazıyoruz. 'öğrenme' tabirinde herşey çok sorunsuz. 'araştırma' deyince ifade söylem alanına kayıyor gibi. belki "araştırma", toplumsal bir tür meşruiyet sağladığı için, kaynak kullanımı ve istihdam meşruiyeti getirdiği içindir bu. öğrenme ise bireysel bir amaç da olabilir ve bir talep içermeyebilir. neyseki tartışma güncel, yoğun, epiy akademik metin var ve büyük isimler bu konu hakkında görüş bildirmişler de o konu hakkında "sağlama basan" bir metin oluşturmak mümkün görünüyor.

bkz. aşağıda dorst, 'öğrenme' üzerinden tasarımı tarifliyor:

Dorst, 2006, p 16:
"Design can indeed be seen as learning: as a designer, you gradually gather knowledge about the nature of the design problem and the best routes to take towards a design solution. You do this by trying out different ways of looking at the problem, and experimenting with various solution directions. You propose, experiment and learn from the results, until you arrive at a satisfactory result. .../... you sketch an idea and then look at it with a critical eye. This fresh look often immediately shows you what must be changed in order to improve the design. So you change it, and then you again look critically at your work, etc. Design can be described as a process of going through many of these learning cycles (propose-experiment-learn, propose-experiment-learn, again and again) until you have created a solution to the design problem. In this way you learn your way towards a design solution."

bu tarif schön'ün güncelliğini koruyan kitabından ilham alıyor (the reflective practitioner, 1983). burada tarif edilen genel bir mesleki öğrenmeden ziyade, onunla bağlantılı olmakla beraber, spesifik bir probleme yönelik öğrenmek. problemin biricikliği schön'ün de sıklıkla andığı bir durum ve tasarım faaliyetinin karakterini belirleyen temel etkenlerden. schön bu araştırma meselesine de bir değiniyor:

schön, 1983, p308:
"Clearly, then, when we reject the traditional view of professional knowledge, recognizing that practitioners may become reflective researchers in situations of uncertainty, instability, uniqueness, and conflict, we have recast the relationship between research and practice. For on this perspective, research is an activity of practitioners. It is triggered by features of the practice situation, undertaken on the spot, and immediately linked to action. There is no question of an "exchange" between research and practice or of the "implementation" of research results, when the frame- or theory-testing experiments of the practitioner at the same time transform the practice situation. Here the exchange between research and practice is immediate, and reflection-in-action is its own implementation."

schön, ama, en çok "inquiry into ..." öbeğini kullanıyor. araştırmanın (research) akademik iddia ve taleplerinden uzak, öğrenme (learn) kadar da iddiasız değil. felsefeye ya da insan bilimlerine has bir araştırma türüne işaret ediyor?

27 Temmuz 2011 Çarşamba

öf.

iki günde bu kadar kötü haber yeter herhalde. bir şekilde bu kötü kafadan kurtulup artık 3 dakika kuralı falan diyerek oturup bişeyler yazmaya geçmem lazım. anlaşmamı yeniden düzenleyip fen bilimlerinin önüne götürmem ve yeniden yök'e yollanmasını sağlamam lazım, arada bi askere falan gidiyorum herhalde, ve de yarışmada tam 12 ödülden bir adedine bile bizi layık görmemişler. insan bu diğer projeler ne kadar güzel ne kadar şahane çözümler olmalı ki bizimkini geride bıraksınlar diye düşünüyor. çünkü bizimki iyi projeydi. çözümleri de iyiydi. görüntüsü de iyiydi. çevresiyle ilişkisi de iyiydi. sunumda eksikler hatalar vardı ama derdini anlatıyordu. inşa edilseydi insanlar iyi bir bina inşa edildi, iyi olmuş derlerdi. güvendiğin bir iş ile başarısız olmak tuhaf bir kafa imiş. bazı insanlar ise her yarışmadan ödül almaya devam ediyor. inceleyeceğiz. bu sürekli ödül almayı beceren projelerin kuvvetli yanlarını.. sonra, kendini toparlayıp yaptığın işin eksiklerini görmeye çalışmak gerekiyor [bir iki hafta içinde "kenarlar"a bir foto-jurnal hazırlamak]. sonuçta bu incelikli bir iş. usanmadan daha iyisini yapmaya çalışmak lazım. seneye artık.

26 Temmuz 2011 Salı

iki ileri bir geri

bir anlaşma metni vardı. seyahatteydi. sonra bana geri gelecekti. ve yürürlüğe girecekti. bu bir yıl süren kırtasiye maratonundan sonra herhalde artık halloldu dedimdi. aileme bile böyle bir anlaşma oldu dedim. aslında sağlamcıyımdır. olur, öyle söylerim. fakat zamanında itiraz edilmeyen bir takım değişiklikler günümüzde uygun bulunmayınca, onların yeniden şu şu şekilde değiştirilmesi gerekince, bu değişiklikler tc'de yeni bir onay zincirini tetikleyecek miydi? anlaşmalar ankaralara yeniden yeniden gidip gelecek miydi, imzalar sekreter masalarında belirsiz süreler yeniden mi unutulup... tamam. her neyse. artık bu işlere sıkılmaktan sıkıldım. iki ileri bir geri imiş.

20 Temmuz 2011 Çarşamba

stüdyo vs. ofis

ofis modelinin bir takım avantajları var. bunlar aynı zamanda onun tatsızlığını da teşkil ediyor. bir patron var, herkes sabah bir saatte geliyor, bir sözleşme yapılmış, çalışanlar mesailerini satmışlar, her sabah o mekana gidip akşama kadar çalışmak durumundalar. stüdyo modelinde de çalışmak talep ediliyor ama katılımcının tepesinde durup onu çalıştırmak pek mümkün değil. stüdyo modelinin başarılı olması için katılımcıların yüksek sorumluluk duygusu, bir üretme disiplini, hatta bir üretme ve kendini geliştirme aşkı taşıması gerekiyor. bu özellik ise..

ve şimdi, itiraf etmek gerekli ki ofis bir verimlilik ve üretkenlik barındırıyor. tepeden aşağı, iyi organize olmuş, yoğun bir üretim temposuna sahip, belli bir üretim ve süreç yönetimi birikimi, uzun yıllar içinde oturtulmuş bir meslek pratiği birikimi taşıyan ofisler... bir yarışma sözkonusu olduğunda rekabet bu ofislere karşı...

yine de insan ofis değil de stüdyo gibi bir üretim organizasyonu kurmak istiyor. stüdyonun görece yataylığı, hedeflerle gevşek ilişkisi, ya da hedeflerinin deneyim ve öğrenme olması, dolayısıyla sonuç ürün baskısının zayıflayabilme olasılığı... işin çeşitli yönlerini bir ölçüde askıya alabilmek, zamanın rahvan kullanımı... düşey değil yatay arkadaşlık ilişkileri içinde çalışmak.. her aktörün kendi potansiyellerini aradığı, farklı alt amaçlar bulunsa da temel amacın öğrenmek ve yeniyi üretmek olduğu süreçler. sonra her aktörün belli bir ölçüde özgürce katkısını koymak için alan bulduğu, alanın tepeden aşağı daralmak yerine aşağıdan yukarı genişlediği iş yapma türleri... öyle ya da böyle, stüdyoda da üretildiği açık.. ama nasıl olacağı üzerine düşünmek gerekiyor biraz. çünkü doğrudan "onu al burda uygula" tavrı işlemiyor.

stüdyoda, yürütücü olarak, müellif değilsin ve olmamak için azami gayret sarfediyorsun, tasarımcılığını geri plana alman lazım, önemli olan karşındaki insanların yaşadığı üretim ve öğrenme süreci. ama kendin bir ekiple iş yaparken durumun farklı olduğunu idrak ediyorsun. orada olmalısın. sen de müellifsin. şüphesiz hiç bir ekip üyesinin fazla baskın olmaması gerekiyor, ekibi boğmamak gerekiyor ama orada olman lazım. orada olduğunu inkar etmemen lazım. her konuda konsensüs aramak istiyorsun ama deadline sıkıştırıyor. ve tasarımla ilgili bir yasa varsa o da şu: tüm fikirleri ve gerekleri eşit biçimde uzlaştırma arayışı iyi tasarımla sonuçlanmıyor. özetle, dar zamanlarda iyi iş çıkarmak gerektiğinde stüdyo modeli çöküyor.

katılımla ilgili temel bir incelik de var burada. uğraştığımız işlerde bir tür bilgi birikimi hayati önemde. mimarlığın bilgi alanı dille ifade edilebilen önermelerden ibaret değil, iş yapma becerilerini de içeriyor. yatay süreçler örgütlerken de, bilgiye sahip olanın, uzmanlığa sahip olanın bu birikimini bir kenara koymaması gerekiyor. ama bir tarafın bir uzman olarak işe katılması, ya da daha birikimli bir aktör olarak işin içine girmesi doğrudan bir asimetri yaratıyor. asimetriyi nasıl hiyerarşi olmaktan uzaklaştıracağız, asimetrinin ekibin üyelerinin sürece aktif katılımını bastırmamasını, her aktörün kuvvetli olduğu, öne çıktığı alanlarda kendini ortaya koyuşunu engellememesini nasıl sağlayacağız, soru burada. çünkü asimetri kaçınılmaz ve gerekli.

toplumsal karar alma süreçlerinde bu sorunu çözmek daha kolay görünüyor. uzmanlar teknik hususlardaki birikimlerini ortaya koyar ve bir tür danışmanlık hizmeti verirken, kullanıcılar ve yönetsel aktörler normatif alanlardaki taleplerini geliştirmeye odaklanabilirler.

ekip oluşturmak için de aslında bir takım taktikler biliniyor. mesela, kees dorst, farklı karakter ve becerilere sahip katılımcıları olan ekiplerin daha pürüzsüz işlediğini anlatıyor. hepsi aynı uzmanlık alanında bulunan, aşağı yukarı aynı özelliklere sahip, aynı işi yapan katılımcıların çatışma veya verimsizleşme olasılığı daha yüksek.

görece yatay bir süreç içinde iyi iş çıkarmak bir seri koşula bağlı. ekip üyelerinin yüksek sorumluluk duygusuna ve üretim sevgisine sahip olması, aktörlerin birbiriyle uyumu ve farklı özellik ve becerilere sahip olmaları, "benimki, seninki" yerine bir tamamlayıcılık tavrını sürdürebilmeleri, ayrıca bir mimarlık/iş yapma vizyonunda uzlaşabilmeleri ve en önemlisi tüm bunları baskı altında değil kendi kendilerine taşıyıp sürdürmeleri... bu özellikleri taşıyan bir ekibi biraraya getirmeyi başarmak gerekiyor. ama galiba ofis içinde iyi iş çıkarmak bu kadar çok koşula bağlı değil. "böyle olacak" deniyor. biri bunu söylüyor. herkes uyuyor. bu durum hiyerarşinin ve ofisin kural, yataylığın ve stüdyonun istisna oluşunu açıklar gibi.

[tabi başka faktörler de var, profesyonel destek alabilmek, danışmanlık hizmeti alabilmek, bunlar için bağlantılara ve sermayeye sahip olmak, ortamda öne çıkan başarılı/becerikli aktörlerle çalışmak, onları eleyip seçmek vd. bu açılardan da ofislerin avantajları var. ama benim tartışmam bunlarla ilgili değil.]

19 Temmuz 2011 Salı

ha şöyle.

bir yarışma teslimi daha yaptık. güzel oldu. kendi projemiz olduğu için de öyle düşünüyorum tabi. ama çok güzel oldu. dört başı mamur oldu. bir önceki yarışma tecrübesinin ardından, alınan dersler ile.. velhasıl, iş karmaşık. çok disiplinli çalışmak gerekiyor. devamlılık gerekiyor. herkes gezerken oturup çalışmak gerekiyor. alternatiflere alternatifler eklemek, her ölçeğin kendi hakkını vererek sistematik çalışmak, her aşamanın tüm temsillerini üretmek, onları karşına almak, bakmak, tartışmak, yeni denemeler yapmak ve bunu aylarca sürdürmek gerekiyor. tabi tasarım bitmiyor ama doğru noktada bazı konuları sabitleyip nihai sunumlara geçmek gerekiyor. ve sunum için yapılanlar da bitmiyor bitmiyor bitmiyor. o noktada kararlı bir kampa girip gece gündüz demeden çizmek modellemek boyamak gerekiyor. bitmiyor bitmiyor... yapıyorsun bitmiyor.. ne tasarlamak bitiyor ne sunmak bitiyor. ama yine de belli bir noktaya getirip teslimini yapıyorsun. eğer ana yerleşim ve kütle kararları, işlevsel dağılım ve projenin havası, görüntüsü toparlanmışsa tamamdır. buna bir de güzel çözülüp çizilmiş planlar, işlenmiş kesitler ve detaylı renderlar ekleyebildinse ufak tefek eksiklerin, şurda burda bir hatanın önemli olmadığını görüyorsun. sunumda acemilikler, hatalar olabilir diyorsun. projenin havası tuttu. çözümleri yerinde. fikirleri oturdu. raporun söyledikleri ve projenin söyledikleri arasında karşılıklılık var. belki de zamanla öğrenilen şeylerden biri de neye ne kadar zaman ayrılacağı, neyin daha önemli neyin daha geri planda kaldığı konuları..

asıl üzerine yazmak gereken konu ise şu: mesele yaratıcı tasarım yapamamak, yok rutinlere yenilmek, yok vasatlık falan değil.. doğru çerçeve bu değil. iyi proje yapmak-yapamamakla ilgili olarak kullanılacak kelimeler bunlar değil. o kadar az zaman ve yapılacak o kadar çok iş var ki.. o kadar kıt kaynaklarla öylesine belirsiz ve bazen de zor problemler üzerine gidiliyor ki.. bir sürü zaman ve mesai harcanıyor ve ne kadar çok harcansa daha çok zaman ve mesai gerekiyor. ve sonuçta olmadıysa, proje kötü olduysa, ekibin kendisi, yardıma gelenler, çilesini çeken etraftaki diğer insanlar.. yani tüm harcananlar ve çekilenlerin boşa olması ve bunun proje daha bitmeden bilinmesi çok tatsız oluyor. başarılı olacaksın. iyi proje yapacaksın. süreci yönetmek diye bir şey var. kendi haline bırakılamayacak kadar masraflı bir iş. kaynaklar kıt. zamanı doğru kullanmak ve çarçur etmemek gerekiyor. riski sadece gerekli ya da uygun olduğu yerde almak geri kalanında daha az savruk olmak gerekiyor. riskli süreçler örgütlemeden önce iki kere düşünmek lazım.

bütün bunların doktoram açısından da anlamlı yanları var. bir kere, birinci sınıf içinden bakılınca mimari tasarımın kendi problem alanı, teknik/bilgi alanı gözden yitebiliyor. ama böyle bir alan var ve oldukça engebeli. mimari tasarımın gerçekliğine yarışma süreçleri sayesinde yeniden yaklaştım. ve ikincisi, mimari tasarım sürecinin bir strüktürü var, aşamalar mevcut, süreç öyle rastgele falan değil, ne yapsan oluyor gibi bir durum yok. bunun da sebebi problemlerin karmaşıklığı ve istenenlerle ilgili çıtanın yüksekliği karşısında, zamanın ve becerilerin kısıtlı, deadline'ın yakın oluşu.

güzel bir proje yapmanın kendisi bir mükafatmış. onu da görüyorum. sonuçta ödül alırız ya da almayız, o, jüriye ve katılan diğer projelere de bağlı. ama çıkardığımız işle gurur duymak.

8 Temmuz 2011 Cuma

halledicez ya..

önce, aslında çok da dert etmediğim halde, altıncı ve son izlemem öncesi biraz gerildiğimi farkettim. zaten en az bir yıldır genel bir tez gerginliği üzerimden hiç kalkmamıştı. arada daha yoğun gerginlikler oluyor geçiyordu. yoğunlaşan gerginlik ortadan kalktıktan sonra artık kaç gün sürdüyse o kadar gün kalp ritmimde ufarak sorunlar olacaktı. geçecekti.

izlemeyi olduk. gayet de temiz geçti. ertesi gün kalp ritimleri şunlar bunlar. iki günlük gerginlikmiş. o da geçti. sonra bana bir hal oldu. bir hal geçti belki de. yani tesisatla girişilen mücadelenin son düzlüğüne girmek, ya da delft anlaşmasının hayırlısıyla postalanması, ya da düzgün bir outline sahibi olabilmek, ya da okunacakların önemli kısmının okunmuş yapılacakların önemli kısmının yapılmış olması.. bunlardan olabilir.

telefon geldi, aralıkta askere sevkiniz yapılacak diye, ona bile tınmadım (zaten erteleme formülü varmış, ertelemezlerse de ertelemesinler ya ne olacak), bi telefon daha geldi "ben komiser osman" diye söze başladı adam, ilginç bile gelmedi dinleyelim dedim, iki alt katın ev sahibiymiş, komiser osman, halledicez dedim o tesisat işini, ya o işi halledelim dedi, halledicez dedim, bak gönülsüzcüm sen benim oğlum yaşındasın, sakalın falan var ben seni gördüm sen mimarmışsın dedi, o işi halledelim dedi, evet dedim, ben de mimarım zaten, onu yapıyoruz halledicez. ne güzel adam, doğa, kırlar, havalar, havuz, şu bu, bana bir ferahlık geldi. benim tezim yazılıyor. bildirilerim yazılıp yayınlanıyor. a yazılmadı ne olur? bişey olmaz yine yazarım, ben bu işi anlamaya başladım zira. projelerim gerçekleşecek, çünkü nasıl proje yapılıp yürütüleceğini anlamaya başladım. puanlarım toplanıyor, ha ne oldu okuldan ilişiğimi kestiler, varsın kessinler, ordan da başka yollar açılır, kaptırır giderim.

"o işi halledicez." normalde bu hava bana kolay kolay gelmez. "hallolur ya bi şekilde" diyip işlerini rahat rahat takip etmek bana uzak idi. şimdi çok yakın. şimdi ben o oldum. birden. bu haller güzel. önümüzde güzel bir yıl var. düğümler birer birer çözülecek. sorunlar çıkacak ama hallolacaklar. hallolacak o iş.