24 Mart 2011 Perşembe

alarm alarm alarm

resmen moralim bozuluyor. kabullenemiyorum. stüdyonun geldiği hali. öğrencilerin edindiği biçimlenmeyi... hala gelip bana sordukları soruları... stüdyonun atıllığını.. hala sanki anlamı varmış gibi yeni bişey üretmedikleri halde tekrar tekrar hocalar arasında turlayıp durmalarını... ve hocaların bi sorun yokmuş gibi aynen bildiklerine devam etmelerini... (hatırlatayım: tasarım alanında esas olarak üreterek ve araştırarak öğreniliyor. üretip araştırdıktan sonra yürütücülerle iletişim içinde olmak da anlamlı olabilir. ama araştırmadan, peşine düşmeden, üretmeden, denemeden hocalarla tekrar tekrar konuşmanın nasıl bir anlamı olabilir? olduğunu düşünen kendini kandırıyor. hoca ise de kandırıyor, öğrenci ise de kandırıyor. ayrıca yanlış da yapıyor. kafasını kaldırıp stüdyonun haline bakmayan, konuştukça konuşan, anlattıkça anlatan hoca yanlış yapıyor. stüdyoyu sadece bişeyler yaptığını hocaya göstermek gayesiyle kullanan (kullanmayan) öğrenci de yanlış yapıyor. sanki suçu öğrenciye atmışım gibi oldu. ama durumu bu hale getiren tabi ki ekip olarak biziz.) devam etmekte olan şeyle ilgili kötü yazmak doğru değil belki ama herşey geçip gittikten sonra da bu anlar unutuluyor.

bu süreçte ben de temel bir hata yaptım sanıyorum, teknik konularla ilgili her soruya yanıt vermeye çalışarak.. artık bir sorunu çözmeye anlamaya hiç çalışmadan doğrudan bana geldikleri oluyor. e ama hiç... e bi internete girip.. e bi tutorial.. hayır linkini de gönderdim.. o konuda da daha ketum olmak gerekiyor. yardım sunmadan önce öğrenciyi kendi kendine öğrenmeye, bir sorunu kendi başına çözmeye, işe el atmaya sevketmeyi denemek.. aksi taktirde belki de yardım sunmamak?

itü.
itü sen böyle üretiliyorsun. yeniden ve yeniden.
resmen kabullenemiyorum.

alarmın sebebi halimiz değil. bu ekip ile bu hali aşamayacağımızı anlamış olmamız. bu noktayı nasıl aşacağız göremiyorum. stüdyonun halini yürütücü ekibiyle konuşamıyorsam, dertleri onlarla konuşamıyorsam? konuşmaya çalıştığımda sadece alınganlıkla karşılaşıyorsam? çözüm belli iken bunu yılın başından beri uygulayamamışsak?

ekip olarak, başarabildiğimiz kadarıyla, uzlaşma üzerinden devam ediyoruz. ama bir takım hususlarda karar veremeyişimiz... bazen bir kelime üzerinde bile uzlaşmamız mümkün olmuyor.. aslında ilginç.. işlerin seyrini ilginç bir şekilde etkiliyor bu durum.. fakat sonuç olarak işleri etkili biçimde sunamıyoruz, öğrencilerle iletişimimiz daha zorlu yollara sapıyor ve stüdyoda hızlı müdahaleler gerçekleştiremiyoruz. yok "gerçekleştirelim yapalım edelim hemfikiriz" diyoruz da, sonra o gün gelince işler hep farklı gelişiyor. ister istemez bu duruma en çok uyan kelimeyi kullanacağım: sabotaj. kimse isteyerek diğerlerini sabote etmiyor, ama sonuç bu; her birimiz diğerinin inşa etmeye çalıştığı yürütücü tavrının altını oyuyoruz...

sürekli bir dirençle mücadele ediyor gibi hissediyorum. sürekli bir direnç... direnç... neye direniyorlar ama... ve niye... niye????? ve ben niye bu direnci aşmaya çalışıyorum? niye yani? sonuçta 6 ay geçince öğrenciler de aynı saflara katılıyorlar. onlar da direnç cephesine geçiyorlar. o zaman?

zaten, ahlaki olarak, direnç varsa insanın onu anlaması lazım. isyandan ziyade..
zorlamamak lazım. ısrar da iyi bişey değil. kabullenemiyorum ama işte. bozuluyorum.

tabii bu yıl öğretici olan sadece hatalar ve eksikler değil. doğru uygulamalarımız da oldu. zor işler öğrencileri daha çok geliştirebiliyor. bunu yaşadık. stüdyoda işler-problemler-sorular-konular'ın gittikçe zorlaşması -abartmamak kaydıyla- iyi oluyor. bunu gördük. aksi taktirde çocuklar tekrara girmiş gibi hissedebiliyorlar. seviyeyi artırıyoruz, işleri daha zor daha karmaşık hale getiriyoruz, daha çok bilgi gerektiren işlere giriyoruz. ama zorlaştıkça işler, iç sıkıntısıyla yazılıyor stüdyonun tarihi.

çözüm olarak şunlar denenebilir: 1. zor işleri dahi eğlenceli ve ferah (şen) tariflemek ve işlemek. 2. fikir vermek yerine yöntem denetmek, bunun için de stüdyo saatlerini kullanmak: deneye itmek... bu yıl ikisini de pek beceremiyoruz. hiç bir işe bir coşkuyla giremiyoruz. hep tedirginlik, ciddiyet, tutukluk... işin isminden başlıyor bu. veriliş-verilemeyiş tarzıyla, anlatılışıyla da ilgili...

18 Mart 2011 Cuma

kuşak

yorgunluğumu biraz üzerimden atınca aklıma yazacak sayısız konu gelmeye başladı, birikmiş. toparladıkça -ve belki doktora haritama iliştirdikçe- buraya koyabileceğim ancak. ya da unutacağım gidecek. ama yazmazsam belki şişeceğim konular var. mesela kuşak. bizim de kenarından içinde yer aldığımız kuşaklar.. bizim kuşağın algısı bilgisi vizyonu hedefleri... böyle bir kuşak var, mimarlık eğitiminin mimarlık eğitimi olduğu zamanlarda ve mimar olmak isteyerek okuyan, sonra mimar olmak için pratiğe atılan, gittikçe daha dar çerçeveler ve daha oluru-bulunmuş yollar üzerinden düşünmeye sevkedilen, bir seri yeni aracın alanı işgal ettiğinin farkında olan ama bu araçları eski alışkanlıklar, eski modeller üzerinden algılayan, onları eski-araçların-işini-yapan-yeni-araçlar olarak kullanan... yani bu araçların aslında tasarım faaliyetini ve tavırlarını dönüştürmekte olduğunu algılasa da duruma ayak uyduramayan ve gerçekliği -tanıdığı zemini?- ayağının altında tutmaya çalışan? bunu yaparken türkiye'deki inşaat pratiğinin durağanlığını ve değişime direnen zihin katılığını kanıt gösteren?

okulda şu andaki asistan ve hoca kadrosunun ciddi bir kısmı bu kuşağın mensubu. zaten farklı bir bakış geliştirebilecek, yeni araçlara hakim olup güncel tasarım-üretim denemelerini takip edebilecek kuşaklar yeni yeni yetişmekte. belki onların yetişmesi de biraz geriden geliyor, onları yetiştiren kuşakların durumu (bizim durumumuz) belli işte... onlar belli bir noktaya geldiğinde dünya da farklı bir noktaya ilerlemiş olacak.. kendimizi dünyayla kıyaslamaya başlamak birden kadük kalmamız anlamına geldi. bizim kuşağın daha orta yaşlı mensupları durumla barışmış görünmekteler. kuracaklarını kurmuş, istediklerine kavuşmuş gibiler. ama bu okulumuzu fena bir durağanlığa sevkediyor. ya da durağanlığından çıkmasını engelliyor.

bu kuşağın ilk üyelerinin yoğun katkısıyla oluşmuş bir yöntemler-yaklaşımlar ailesini bugün 3400'de kullanıyoruz. bizler de bir takım eklemeler yaptıysak da bu stüdyoya geldiğimizde oturmuş pratikler zaten mevcuttu. son yıllarda yürekli ve irem'in 3400'e giriş-çıkışı dışında önemli bir katkı-değişim yaşanmış gibi gelmiyor bana. iki yıl önce kaçak grup'ta mimarlıktan olabildiğince uzaklaşıp daha ferah gönüllü (ve şen?) bir 'deneme'ler tavrına gitmiştik, ama esasında o zaman yaptığımız, 3400'de mevcut olan tavırlar ve yürekli'nin yoğun 'deney' vurgusu arasında dengeli bir nokta aramak olarak da okunabilir.

bugün deney'den yana tavır koymak istiyorum. sonuçların önemli olmaya başlaması, süreç ve deneyimden önce sonuçların garanti altına alınmaya çalışılması hoşuma gitmiyor. yani "n'aparsak yapalım sonuca varılabilecek bir ölçekte ve garantili bir güzergahta kalalım, olurunu bulalım, sonuca ulaşalım" vd.. bu bakışı anlıyorum, sonuç verebileceğini görüyorum. ama bu bizi sanki yürütücünün işlerliğini bildiği bir alana hapsediyor? burda ilk bakışta bir sorun yok gibiyse de bizim okul bağlamında şöyle bir sorun var: yürütücü ekibi olarak aslında zamanı geçmiş bir kuşağız. bu durum birinci sınıf stüdyosunu olduğu kadar bitirme ödevini de etkiliyor.

yürütücü ilk önce, bence, stüdyoda ortaya çıkan somut ürünlerin kendi ürünleri olmadığını idrak etmeli. bir müelliflik gerginliğinden azade olmalı. sonra da ürünlerin değil deneyin, deneyimin, kendini geliştirmenin önemli olduğunu hatırlamalı. stüdyonun üretimi deneyimdir, yöntemi denemedir, tavrı açıklık ve esnekliktir. biraz 'itelemek' ise biraz da 'peşine takılmak'tır. yürütücü bir stüdyonun tasarlama güzergahını bir işe başlamadan önce bilemez, tarifleyemez. tasarım nasıl karmakarışık bir süreç ise stüdyo da karmakarışık bir süreç, herhangi bir tasarım problemi nasıl baştan belirli olmayıp çözüm ile birarada evriliyor ise stüdyonun işleyişi de baştan belli değil ve 'iş/deney' sürecin gelişimiyle tarifleniyor.

14 Mart 2011 Pazartesi

bu bahar ne acayip bişey

yaz akşamı sıkıntısı indi gibi sanki.
birden geldi.
içim bir acayip.
kapı pencere açık.
şezlong terasta.
bu doktorayı böyle bir akşam paramparça edebilir?
ama kafa toparlanacak.
doktora kanalına girilecek.
giriliyor.

bit.

geçen hafta dönemin ilk bitirme jürisi (oturumu) vardı. ben de görevliyim.
öğrenciler bu okulun çıkaracağı en iyi bir grup öğrenci. gayretliler, çalışmışlar, ifade araçlarına hakimler, bir sürü ideogramlar, grafikler, şemalar, sunumlar, vidyolar.. dertlerini anlatabiliyorlar.
jüri bu okulun çıkaratacağı en iyi bir jüri, yani zor olur tasarım açısından daha iyi jüri üretmek bu okuldan.
nasıldı jüri?
bu aşama açısından iyiydi.
öğrenciler sonuca gidecek bir yol bulmaya çalışırken tüm repertuvarlarını işe koşmuşlar, onu göstermenin gayretindeler. ilgili ilgisiz, yaptıkları tüm çalışmaları sergilemekteler.. grup aşırı kalabalık. jüri, oturumun erken bitmesi için yorum yapmamaya gayret ediyor. zaten yapacak yorum da pek yok, henüz işin başı ve bu noktada bol bol konuşmak anlamlı ya da faydalı olmayabiliyor. bir an önce mimarlık sularına gelelim de konuşacak bişeyler olsun der gibi duruyor hocalar...

bitirme stüdyosu gelsin:

ben ise bir yandan oturumla ilgili ıvır zıvırı yoluna koymaya çalışırken şunları düşünmekteyim: bitirme ödevinin bu yapısı artık kadük olmuş gibi görünüyor. artık bitirme de bir stüdyo olmalı sanki. o stüdyonun konusuyla ilgili uzmanlar teknik nitelikte bir destek vermeli stüdyoya.. çeşitli eşiklerde jüriler yine yapılabilir.
bir sürü mimarı biraraya getirmek.. yani nitelikleri birbirinden gerçekten farklı olmayan, projeye verebilecekleri destek birbirinden gerçekte pek de farklı olmayan 7-8 mimarın yanyana oturup bıdır bıdır hep aynı minvalde dönen, hep aynı minvalde döndüğü için de herkesin bıktığı, zaten işe de yaramayan eleştiriler üretmek için enerji harcaması yerine çocuklara belirli alanlarda daha ileri düzeyde bilgi-beceri-teknik kazandıracak bir mezuniyet stüdyosu yürütülmeli sanki artık. paftalara bakıp eleştiri yapmanın miyadı dolmuş. artık anlamlı değil. o da anlaşılıyor.

ön çalışmalar bir iz bulmayı sağlıyor:
paftalar sonuçta varılan noktayla doğrudan ilişkisi kalmamış analiz ve araştırmalarla doluydu.
ben de tasarımın bu ilk aşamalarındaki araştırma-analiz işlerinin işleviyle ilgili düşündüm:
1. iyice bir durumu öğrenelim de sonra saçma bişey yapıp yamulmayalım.
2. bir yol bulmalıyız ve yolun nerden bulunduğu belli değil, tentiküllerimizi her yana yayalım ve bir tutamak bir iz (bir ne?) bulmayı umalım.

iyi fikirler ve vasat:
öğrencilerden biri kuvvetli olabilecek bir öykü kurgulamıştı. bana sorarsanız jüriye gelen 29 iş arasında en iyi başlangıç buydu. zeka güzel bişey. dokunaklı. ama jüri en çok onu eleştirdi. ve işi anlamlı bir yöne sevkedecek eleştiriler değildi bunlar. tatsız eleştirilerdi. o projeyi bıraksın, şurasını burasını törpülesin gibilerinden, yani sonucu bu şekilde olacak şekilde..
kızdım.
jüriye.
bir hocamdan bahsetmiştim geçen yıllarda bu blogda. şu an okulumuzun en yaşlı isimlerinden. ve hala en ilginç en ilham verici işleri çıkartan da o. zaman zaman onun tuhaf tavırlarına şahit oluruz. niye böyle yaptı deriz. yanlış bir tavır deriz. ters konuştu deriz. anlam veremeyiz. ama bu okulda geçirdiğim her hafta, her ay, her dönem bana onun nasıl böyle bir noktaya, nasıl bu tip davranışlara vardığını örnekleriyle gösteriyor. hak veriyorum demiyorum. ama kendim de gittikçe ters, çatışmacı tavırlar geliştirmeye başladığımı hissediyorum. çünkü vasatlık güzel fikirlerin önünü tıkamak için bitimsiz bir savaş veriyor. niçe'nin düşüncelerini de sevmem aslında ama...

küçük tur:
sonra herkes gitti.
geç olmuştu, hepsi koşarak gittiler.
ben de geri kalan çöpleri ve ıvır zıvırı sakin sakin toparladım.
tüm mavi kapakları ayırdım.
klipsleri kurtardım.
tbt'ninkini tbt'ye verdim.
sepetten aldım çekmeceye koydum.
sonra odaya çıktım.
dışarda kar yağdığını hatırladım.
kahveme baileys damlattım (doldurdum)
küçük tura çıktım.
3400 yaylasında kar tipiye dönmüştü.
terasta vakit geçirdim biraz.
sonra küçük turumu tamamladım.

bu hale nasıl geldim diye düşünmek.
bu yoğunluk.. ordan geliyor burdan geliyor o bitmeden bu geliyor bu bitmeden şu geliyor. tipi gibi.
eskiden uzun uzun ince ince şuna buna dertlenip efkarlanacak kadar bol zamanım vardı.
tüm boş sınıfları tek tek kontrol edecek kadar bol..
bir tur,
bir büyük tur,
sonra bir küçük tur daha atacak kadar.
bardağımdan şarap eksik olmuyordu.
şimdi kafam kaldırmıyor.
çünkü kaldırması lazım.
işim var.

belki bir tv bağlatmak iyi gelir?
yatay durup bişey yapmamanın bahanesi olsun diye.
hiç doya doya boş duramıyorum.
günlerce boş durmak istiyorum.

aslında geziden geldik.
kafamın biraz dinlenmiş olması lazım.
dinlenmedi ama.
bugün tatil yaptım.
o da bitti.
yarın işbaşı.

6 Mart 2011 Pazar

da.. kı.. ku..

okulda olmanın ilginç yanları var.
bi kere onlar hep aynı yaştalar.
onlardan yüzlerce var.
hep aynı yaşta oldukları için hep aynı düzeyde enerji, merak, meraksızlık, istek isteksizlik..
hep aynı kuşakla uğraşmanın ilginç yanı var demek daha uygun gibi..
insan bazen hayatını yüzlerce kişinin arasında geçirmekte olduğunu unutuyor.
bugün 60, yarın 30, seneye 25.. geliyorlar.
sonuçta biz yaşlanıyoruz. onlar yaşlanmıyor. yaşlananlar gidiyor.
sürekli karşımızda onlar olduğu için yaşlanmakta olduğumuzu farketmeyebiliyoruz.
anlamsız bir 'entry' oldu. zaten blogspot'a erişim bir acayip.
açılana kadar burda ne demek istediğimi bulur düzeltirim belki.

18 Şubat 2011 Cuma

oh be a. k. (bu haberi dünyayla paylaşmam lazım)

öğleden sonra maslak'a gittim.
rektörlüğe vardım, en üst katta dış ilişkiler var ya dedim, uluslararası ofis mi dedi, evet dedim, girdim, en üst kata çıktım, haber bu değil gerçi, neyse ordan bana yeni bir anlaşma örneği verdiler, bunu doldurup yök'e yollamak lazım ordan rektöre gider dediler. tamam dedim. burda bir sorun yok. sadece çok yorgunum ben. sizle ilgili değil. nasıl bütün bunlar hallolacak bilmiyorum dedim. yardımcı olucam ben sana dedi, hallolur bu işler dedi. tamam dedim. aldım anlaşma metnini çıktım, fbe'ye gittim, izleme raporumu verdim. ondan sonra sordum ben bu tezi ne zaman vericem ben bunu ne zaman diye. adam da dedi ki halin varsa 3. kata bir sor. halim yoktu ama çıktım 3. kata sordum, o da arşivden dosyanı al giriş kata sor deyince dosyamı almadan giriş kata inince o da ben dosya olmadan söyleyemem arşivden dosyanı al deyince ben arşive çıkıp da adam senin dilekçen yok muydu yeni deyince evet dedim ben, senin dosyan yönetim kurulunda, onlar birlikte gidiyo ya dedi ben de peki deyip giriş katına indim ve nihayet ordaki sayın öğrenci işleri yöneticisi hanım dedi ki demek senin 4 yıl artı iki dönem dondurma artı üç dönem uzatma bittiler ve şimdi 5. izleme raporunu verdin demek ki senin bir izlemen daha var, var mı dedim, var dedi, istersen tabi dedi, istersen dedi temmuz'da ver izleme yapma, istemezsen izleme yap eylülde ver. öyle mi dedim. evet dedi. iyi oldu dedim. gülümsedi biraz gibi. kadının önünde 200 lira tutacak kadar demir para vardı, saymaktaydı, ben çıktım havuza gittim. bir kilometre yüzdüm.

17 Şubat 2011 Perşembe

ı-ıh.

öyle görünüyor ki yorgunsun, yıllardır dinlenmemişsin, kafanı boşaltmamışsın yani, hem bu araştırma adı altında ürettiğin salak suluk şeyler.. kitlenmişsin yapman lazım, bitmiyor bitmeyecek bitmemesi lazım bitmesi uygun olsa belki de bitecek yok bitmemesi gerekiyomuş bi yığın iz yanyana takip ediliyor, yayınıydı kırtasiyesiydi işiydi teziydi projesiydi bürokrasisiydi izlemesiydi puan toplamak stüdyoyu yakalamak ruhları kırmadan dökmeden aralarında dolanmak. hayat böyle. ne salak şeymiş.
hayat.

yorgunum galiba. deadline'lara zamanında yetişince araştırma adını verdiğim işlerden küçük bir zaman parçası sakladım.. bu zamancağızı stüdyo için isteyen vardı, bitirme için isteyen vardı, tez metni için isteyen vardı, akşam yemeğine isteyen vardı (annem), öteki çalışmalara isteyen vardı ama hepsinden sakladım kurtardım tepesine çöktüm. sadece yorgunluk hissetmekteyim. aslında çok eğlenceli bir iş için kurtardım zamanı ama iş nazlanıyor. doğal. geniş bir zamanda tatlı tatlı yürütülecek türde bir iş. apti apti oturmak. muhakkak verimli olmalıyım. zaman o kadar kısıtlı ki. ne yıkıntı. çay koyayım.

bu aralar entry'ler yazıyorum, sonra kaydı yayınla'ya basmıyorum. şimdi kaydet diyorum. şimdi kaydet sonra patlarsın. şöyle yazmışım ocak başlarında:

"doktorada insanı zorlayan çalışmak değil öğrenmek değil, indirememek yükselememek tüketememek zamansızlık koşturmak yetişememek boş durmak oturamamak başlayamamak bitirememek boşver diyecek vaktinin olmaması ama boşver demek ama boşver'i hazmedememek can sıkıntısı gerginlik planlar çeklistler takvimler ve diğer işler. diğer işler. diğer işler. diğer işler. herşeyin arasına sızan diğer işler. haftasonu da çalışmayı beklemek zorundasın, tatilde de çalışmayı beklemek zorundasın. tam çalışmak gelecek, diğer işler araya giriyor. seni mutlu eden tek şey şöyle etli bir zaman aralığında konsantre biçimde çalışıp listedeki bir maddenin yanına çek atmak."

ocak sonunda şöyle:
"ohf. ne kadar rahvan ve ağır aksak çalışıyorum.. bir kelime yazıp on dakika mola vermeye benziyor. iki saatlik işi yapmıyorum bir türlü. hava da soğuk."

ondan bi hafta sonra:
"oh be.
test serilerinin bitmesi kadar ferah bi şey yok.
ama bi dakika. madem zaman var, şu 5li serileri de 10a tamamlayalım bari?
a bi dakka, şu seride hata var bunları yeniden alalım bari..
a bi dakka.. [a a...ı!]"

bikaç gün önce:
"son zamanlarda beya bir puan avcısı haline geldim, üç ordan, beş burdan, o senaryoya göre burdan 1.75, bu senaryoya göre şurdan 2.5, 8 şurdan gelse..."

herkes onlarla konuştuğum herşeyi hatırlıyor. ben hatırlamıyorum. geçen hafta ya da üç ay önce, görüşmüş müyüz, hıı tabi görüştük ya (hatırlamıyorum bu arada, artık o raddedeyim ki bazen hatırlamış gibi yaptığım oluyor), öyle mi demişim, derim tabi, konuşmuşuz di mi, konuşmuşuz.

özetle, sıkıya gelmekmiş bu. doktora süreci insanı her yönde sınırlarına çekiştiriyor. tüm yetilerini sınıyor. seni yüksek eşiklerle çarpıştırıyor. ve bu bitmiyor, bitmiyor bitmiyor bitmiyor. insani bir süreç değil. ya da en azından beni yordu artık.

aslında herşey normal gidiyor. rayında gidiyor işte. (neden yıkıntı görüyorum?) sakin kafayla durumuma baktığımda pek bir sorun görünmüyor. ama var gibi. bir sürü entipüften mesele var. doktorayla ilgisiz. belki de doktora beni bunlardan saklıyordur. entipüften ama çok ağırmış yapabileceğim bi şey yok ve sonuç da çok kötü olacak, kaldıramayacağım, göz göre göre öyle olacak, ben yapmam gerekenleri yapmamışım ya da yapamamışım, ama aslında hep doğru olanı yapıyormuşum ama sonra bir bakıyorum yanlış oluyor, ben doğru olanı yapıyorum, o da olacağına varıyor, ama kötü bir noktaya varıyor ama öyle yapmasam da kötü olacaktı ki. ne salak şey be. neyse doktora belki daha insaflı biraz. evet öyle.

16 Şubat 2011 Çarşamba

5. izleme: ı-ıh.

izleme toplantımız gerçekleşti..
5. ve son.

aslında en ciddi hazırlandığım izleme bu oldu.
uzun bir sunum yaptım.
o da sorun oldu.
ama jüri her zaman haklıdır.
yapacak bişey yok.

ruhum bir acayip bir tuhaf gibi
[yapılır mı benim gibi araştırmacıya hı?]
ama aslında işim baya kolaylaştı.

ilk mesaj şöyle oldu:
"sen bunu yetiştiremezsin, bırak diğer herşeyi bunu yaz."

sonraki mesaj şu oldu:
birinci ana başlık
ikinci ana başlık
üçüncü ana başlık
beşinci ana başlık
altıncı ana başlık

daha sonra da:
"4 ana bölüm oluştur, her bölüme de 3 madde koy, zorlaştırma" dendi.
e ne güzel?

takvimle ilgili sorunlar var. ve ayaklarım maslak'a varmıyor. maslak'ta delft anlaşması var. onla yüzleşilecek. havuz da var tabii. bırak havuzu hemen yaz. yaz yazıver. o kitabı da bırak okuma. bunu da yazma. şuna katılma. sen bittin.

ı-ıh.

8 Şubat 2011 Salı

şimdi sakince uyuyayım.

ecaade'yi bi hafta evvelden postaladım! gecco'yu da iki gün önceden submit etmiş bulunuyorum. deadline olgusunu tam oturtamıyorum ruhumda belli ki. deadline varmadan deadline stresi yaşayabiliyorum, ve ama o stresten de erken kurtulabiliyorum. şimdi eksikleri sakince tamamlayıp son gün tatlı tatlı yeni versiyonu yükleyeceğim.

tabi bunu sağlayan faktörler var: tam zamanında taşınma işlerinin çözülmesi, deadlineların ardı arkasına ertelenmesi, stüdyo hazırlıklarını burçin'in, seminer sunumlarını sevgi'nin, bitirme dosyasını hocamın hazırlaması [ellerine sağlık keşki hep böyle olsa], yeni denemelerin iyi sonuç vermesi fazla error yaşatmadan bitmesi, bugün başlayan stüdyonun ilk dersinin büyük ölçüde 3 konuğumuz üzerinden yürümesi ve 2,5 saatlik uykuyla bir şekilde kafamı toplamayı becermem gibi bir seri olağanüstü olumluluk bir şubat tatiline sığdı. ve o koşturmacalar içinde geçen şubat tatili koşturmacalar içinde bitti.

o zaman? gelsin yeni deadlinelar, bir sonraki abstrakt, dg revizyonları, bir sonraki paper, düzeltmeler, tez izleme oturumu, yığınla okumalar, stüdyolar, bitirme jürileri ve doktora tezleri. başlayan dönem için yapılacaklar listesi.

24 Ocak 2011 Pazartesi

korkmuyorum senden deadline'lar! [ama ertelendiğiniz iyi oldu]

stüdyoda dönem bitirildikten ve yeni dönem hazırlandıktan, tez için okuma listesi genişletilip kitaplar üstüste yığıldıktan, ev başarıyla taşınıp evelallah hastalıktan da kalkıldıktan sonra çalışmayı beklemek başladı.

sonra yeni evimde otururken birden geldi. kendimi uzun zamandır bekleyen pareto revizyonlarını yaptarken buldum. sevindim. ressmen çalışıyorum lağğn. hızımı alamayıp adaptivite serilerinin 120 bireylik halkasını eklemeye de giriştim. bilgisayar boş durmayı bıraktı. pareto denemeleri gerçekleşirken de yeni senaryolar üretmeyi planlıyorum.

ilk sonuçları aldıkça sorular da ortaya çıkmaya başladı elbet. pareto versiyonlar çalışmıyor, soru şu: makina mı çalışmıyor? yani pareto versiyonu yanlış mı uyguladım. biriki satırlık tariften uygulamaya geçtiğim için bu mümkün. yok eğer uygulama doğru ise sonuçlar güzel aslında. yani pareto versiyonun performansı benim uydurduğum yöntemle kıyaslanırsa rezalet! uydurduğum yöntemin benzerini literatürde halen bulabilmiş değilim. GECCO'ya göndermeye çalışıyorum bu paper'i şimdi. orda kesin bir bilen vardır; olup olmadığını...

13 Ocak 2011 Perşembe

serinkanlı bir dönem değerlendirmesi

dönem sonu değerlendirmeleri:

>> öğrencilerin tüm işlerini karşımıza alıp tek tek değerlendirdik.
>> böylece dönemi baştan sona bir hatırlayıp gözden geçirmiş de olduk.
>> öğrencilerden bir açık bir de anonim anket alıp görüşlerini sorduk.

izlenimler:

>> stüdyo ilk dönemin beklentileri açısından, ortaya çıkan işler ve öğrencilerin kendilerini geliştirmeleri açısından başarılı görünüyor.
>> biz beklenti ve hedefleri dönem başında açık açık yazmamıştık ama öğrencilerin çoğunluğu dönem sonunda bunları bir bir yazmışlar ve bu hedefler açısından büyük ölçüde kendilerini geliştirdiklerini ifade etmişler. yani hem verilmek istenen karşı tarafa geçmiş hem bu konularda bir farkındalık oluşmuş.
>> çoğunluk olmasa da bazı öğrencilerin eksik gördükleri kısımlar ya bilerek eksik bıraktığımız konular [misal: spesifik olarak mimarlık alanına yönelik derinlemesine bilgi] ya da bu stüdyonun ilk dönem için ihmal etmeyi baştan kabullendiği konular [derinlemesine bilgisayarlı teknikler].
>> şikayetler de varlığını bildiğimiz, sorun olarak görmediğimiz ve zaten bu stüdyo düzeni ve bu ekip ile [en azından bu yıl] aşmamızın pek mümkün olmayacağı noktalarda.
>> öğrencilerin gruplara ayrılmaması çoğunlukla olumlu görülmüş. öğrenciler farklı, bazen çelişen görüşlerin çalışma alanımızdaki yerini idrak ediyorlar.

[özetle: özel bir deneme, bir yenilik getirmedik, denemeyi isteyeceğim farklı tavırlar kenarda duruyor vd. ama sonuçta düzgün, başarılı bir dönem geçirdik. "3400'de mevcut olan stüdyo kurgusunu düzgün biçimde uygulamak lazım" denirse bu da esaslı bir hedef zaten. daha az alarm vermeli ve koşullara adapte olmalıyım.]

9 Ocak 2011 Pazar

bit pazarı 2011

bu aralar ev bulma ve ardından ev taşıma ve ev döşeme ve evi işler hale getirme mevzuları kafamı tam tabiriyle "işgal" ettiği için iki üç sayfa okumak dışında ciddi bir işe bakamıyorum [çünkü herşeyi çeklistler üzerinden planlamam gerekiyor yoksa bir madde atladığımda kahroluyorum, planlamayı sevmekten çok hata yapmayı sevmemek]. iki gün moda'ya gidip gelip biraz da verimsizce çalışmayı bekledikten sonra stüdyoyla ilgili olarak okula gitmem gerekiyor ve orda biraz bileniyorum ve dönüşte madem şu stüdyo mevzularını not edeyim diye yazmaya başlıyorum, sonra yazdıklarım bir tuhaf geliyor (daha çok tepkili ve anlık). yollamıyorum. sonra da eski entry'lere bakıyorum. 2 yıldır bu blogu tutuyormuşum. günü gününe not tutmak iyi bir şey. insan nerden nereye geldiğini hatırladığında aynı düşünce döngülerini tekrar tekrar yaşamak yerine kaldığı yerden devam etmeyi umabiliyor. ve de bu hale nasıl nereden geldi hatırlamış oluyor. ayrıca geçmişte şu anki zihin durumumdan daha olgun bir takım yazılı parçalar bulmak da keyifli oluyor. ben başka konularla uğraştığım için geri gidiyor olabilirim ama notlarım yerinde duruyor. misal şu manifestoyu o zaman yazıp yaydığımızda biraz ham görünüyordu gözüme: manifesto. ama şimdi düzgün buldum. [çünkü biraz daha toyum :)]

misal 'presizyon'la ilgili o zamanki ifademiz:

>> "sergi, yayın, internet sitesi, parti, etkinlik vb. iletişim ortamları, yürütülen deneyin doğasına göre stüdyonun koşullarında biçimlenir, bunları önceden belirlenen “genel” kurallara ya da “düzgün” kılıflara sıkıştırmaya çalışmak stüdyonun faaliyet tarzına aykırıdır."

bu "düzgün görünen" işlere düşman olmak anlamına gelmiyordu. ama önceliği işler düzgün görünsün diye uğraşmaya vermemek anlamına geliyordu. mesela bir işi, bir sergiyi ya da bir etkinliği öğrenciler üretiyorsa belki o bazen çok da düzgün, bitmiş, olgun görünmeyebilir. bizim bu dönemki inisiyatifi-öğrenciye-bırakma deneyimiz benim beklentilerimi aştı aslında ama aşmaya-da-bilirdi, bunu göze almak lazım. kötü de olacak olsaydı bunu böyle yapmalıydık. çünkü:

>> "stüdyonun üretimi eserler değil deneyimdir. üretim aracı deneydir, iştir, düşüncedir, okumadır, eğlencedir, harekettir, organizasyondur, sergidir, yayındır."

başka bir husus:
>> "stüdyo, eğitmen ve öğrencinin katı biçimde ayrıştığı bir “ders verme” ortamı değil farklı rollerin sürekli yeniden tanımlandığı bir ortak üretimin ta kendisidir."

bu maddeyi yazarken de o dönemki [ve bu dönemki] stüdyolarımızda hiyerarşiyi aşmak yolunda bir çaba olmadığının farkındaydım. hiyerarşi iki sebeple pratikte tam manasıyla ortadan kalkmayacak: 1. hocanın not verip geçti-kaldı demesi isteniyor [ve hoca devletin ilgili kurumu tarafından yasalar ve yönetmelikler mucibince ve amirlerinin görevlendirmesi ile...] 2. hocalar bazı konularda daha bilgili-tecrübeli ve stüdyoya öğrenciden farklı bir etkileri oluyor, başka bir bilgi getiriyorlar ve bu öğrenciye faydalı oluyor. fakat bunu hiyerarşik bir konumlanma olarak değil de "farklı roller" olarak kurgulamak mümkündü. madde bunu ifade ediyor. şimdilik bu kast sistemini belki sadece bir parça gevşettik. ama yerli yerinde duruyor. buradaki itirazın verimlilik açısından değil politik ve ahlaki açıdan ortaya atıldığına tekrar dikkat çekmek istiyorum.

bunları "büyüklerimizin" hatırlamasını beklerken şu hususun da yeni arkadaşlar tarafından aynı bizim [benim] gibi önemli görülmesini umduk [ama olmuyor, her kuşak farklı, herkesin kendi öncelikleri var, yataylığın anlamı da en çok burada ortaya çıkardı, ortak olarak neyde uzlaşılabilirse o. işlerin niye benim istediğim gibi gitmediği hususunda makul bir sebep?] :

>> "stüdyo sınıfa sığamaz, koridorlar ve holler aracılığıyla okula, kent mekanları aracılığıyla kente ve başta internet üzerinden olmak üzere her türlü yayıncılık yoluyla ülkeye ve dünyaya yayılır. stüdyonun belirli bir mekanı yoktur, stüdyo bütün okuldur-kenttir-dünyadır. ve taşkışla içinde iletişim için en iyi platform ve en iyi etkinlik mekanı koridor ve hollerdir."

7 Ocak 2011 Cuma

nedirniçinnasıl

güncel [temel] tasarım eğitiminin iki önemli ayağı var:

1. tasarıma has belirsiz ve değişken sorun - talep - durum alanlarında hareket etmeye yönelik tavırların geliştirilmesi.

2. bu hareketi mümkün kılacak tekniklerin edinilmesi - geliştirilmesi.

bu ikisine sayısız madde eklenebilir. genelde gerekli görülenler şunlar: spesifik tasarım alanlarına yönelik donanım ve pratik + toplumsal-kültürel-felsefi konulara yönelik farkındalık.

amaçlar her zaman böyle tariflenmiyor. ama sonuçta stüdyolarda bu bileşenleri öyle ya da böyle içerecek süreçler kurgulanıyor. ve tabii bu amaçlara yönelik olarak stüdyonun nasıl gelişeceği hala büyük ölçüde yürütücünün tavrına bağlı.

bu açılardan bakıldığında 3400'de işler iyi gidiyor olmalı. kötü gitmiyor. eksikler var. eksikler olur, olmaması mümkün değil zaten. sorun şu ki eksikleri gideremeyeceğiz. çoktan kemikleştik. değişime açık görünürken değişmeyen bir yapı kurulmuş gibi. zaten biz de kuşak olarak birinci sınıf stüdyosunda yapabileceklerimizin sınırlarını deneyimledik. iş bu ise, eyvallah, yürütüyoruz zorlanmadan. belki bizden sonraki kuşaklar artık?

tasarım eğitimcisi için schön'ün 'reflection in action' tarifi hala anlamlı. bu "educational design research" [bkz.] alanındaki gibi yöntemli bir kafa yorma anlamına gelmiyor. yine de gerekli. sadece üzerine düşünmek de yetmiyor. karşılaştırmak lazım. sonuçları karşılaştırmak da yetmez, süreçleri, stüdyo hiyerarşisini, ahlaki tavırları ve eğitim hedeflerini de karşılaştırmak lazım. zira yaptığını karşına alıp anlamaya çalışmadan, sonuçları üzerine kafa yormadan iş görme tarzını geliştirmek mümkün değil.

hedef profesyonel hayata yönelik eğitim vermek mi? meslek insanı yetiştirmek mi? spesifik bir disipline yönelik olarak çalışmak mı? daha genel bir tasarımcı tavrı yerleştirmek mi? yoksa mesela entelektüel yetiştirmek mi? stüdyonun amacı nedir?

mesela yürümek isteyene yollar göstermek olabilir mi? bir yere çekiştirmek yerine peşine takılmak olabilir mi? iş öğretmek yerine boş boş konuşmak olabilir mi?

[ed. böyle yazınca da slogan gibi oluyor. altı-boş. sormak kolay, eleştiri kolay, inşaya yönelik söz söylemek zor.]

6 Ocak 2011 Perşembe

şalterleri indirdim.

hiyerarşi varsa şalterleri indiriyoruz. 2'den kalabalıksa şalterleri indiriyoruz. mikro düzeyi aştık mı şalterleri indiriyoruz. içeri girerken askıya asıyoruz, omurilikten çalışıyoruz. çünkü zaten 15 yıldır programlanmışız. geldiği gibi gidiyor. düşünmek şart da değil. işimize bakalım. dışarı çıkarken askıdan alalım. kendisi bize lazım.

başka bir konu, rıza konusu. mümkünse rızayı üretmek de değil, tüm aktörlere hareket ve ifade alanı açmak, süreçte eşit bir alan tanımak... tek başına geliştirilebilen bir tavır değil. insanlar arasındaki bir ilişki tarzı. ortamı varsa son derece doğal biçimde işleyen, insanın kendini çok zorlamadan adapte olabildiği yatay-karar-süreçleri, hiyerarşisini sıkı sıkı koruyan ortamlarda gelişemiyor.

başka bir konu artniyet konusu. insanlar çeşit çeşit. herkesin hayatta taktikleri var. araştırmacı gibi patavatsız olanlar açıktan ve artniyetsiz davranmak takıntısı içinde olabilirler. tabi bu tam anlamıyla mümkün değil. ama öküz altında buzağı arayanlar yanılıyorlar. araştırmacı biraz agresif. ama o kadar. yaptığı işin cidarını samimiyetle genişletmek istiyor [hani yapmayacaktın araştırmacı? hani sürekli yeniyi aramakla uğraşılmazdı?] [yeniyi aramakla dertlendiğimden de emin değilim. belki de bir mevki bulup son derece sıkıcı bir insana dönüşeceğim. ben de orada kalakalacağım. ama burada değil. ne tarafta olduğunu görüyorum ama denemeye başlayamıyorum. eskiden de öylece duruyordum zaten. şezlongun üstünde.. memnundum.]

bir başka konu: dil dökmek boşa. öyle anlatılmıyor. anlatılmasın. anlatılsa iyiydi ya, olmuyor. değil mi, herkes bildiği gibi takılsın. ikna çabası bir noktadan sonra baskı ve şiddete dönüşebiliyor. ondan sonra da o mevzudan hayır gelmiyor. neyse, mikro. mikro dedik. askıdan alıyoruz. işimiz var.

2 Ocak 2011 Pazar

eskiye rağbet olsa 3400'e nur yağardı

bu dönemki stüdyo ile ilgili yazacaktım. sonra iki yıl önceki stüdyo ile ilgili açık bıraktığımı sandığım bazı soruları bugünden bakarak yanıtlamaya giriştim. sonra ondan da vazgeçtim. yanıtları hatırlamaya başladım çünkü. aslında sorduğum kadar da yanıt vermiştim. hollanda öncesi yazılara göz attım bir süre. stüdyo üzerine nasıl bir tutkuyla düşünmüş olduğumu gördüm. bunları buldum:

bana bir sıkıntı geldi

nefis stüdyo

24 Aralık 2010 Cuma

bu dönemki stüdyodan dersler

stüdyonun ruhu çekildi gibi geliyor. aslında kötü gitmiyor. çocuklar kendilerini geliştiriyorlar. ama beni açmıyor işte. belki açsa siperden bu kadar çok kaçmam. bu stüdyo işinde bir adım ileri / yana atıyoruz ya da kendimiz yeni bişeyler öğreniyoruz hissini kaybediyorum. yine de çıkarılacak dersler var. yeni değiller. bir kere daha doğrulanmış eski kanılar.

presizyon tutmadı. daha çok birebir konuşma, daha net brief'ler ve daha bol örnek ve daha derli toplu lecture'lar olsa denebilir. o zaman da bildiğimiz stüdyo olurdu. gerçi onun da iyisini yapıp yapamayacağımız kuşkulu. zor bir iş. sonuçta başlangıçtaki kanım güçlendi sadece: 'presizyon' kelimesini 'deney'le yanyana anmamalı. stüdyonun enerjisi düştükçe düşüyor.

katılım falan da kalmadı harala gürele arasında... blog iflas etti. öğrenciler yurtdışından bir okulun birinci sınıf vidyosunu izlediler: "biz de böyle eylensek ya" yazmış biri. önceki yıllardaki tecrübelerimden sonra bundan daha üzücü bir yorum daha alamazdım.

çok çalışmaktalar ama ortaya sonuç çıkartamıyorlar. temelde tek iş üzerinden haftalarca çalışılıyor. ama bir günlük hızlı bir işte çıkacağı kadar ürün çıkıyor. öğrencinin gelişimi çok yavaş oluyor. tek iş yapmasak da aynı sürede 5 tane iş yapsak öğrencinin zihni mekansal-mimari konular açısından belki aynı düzeyde gelişecek, çünkü o her halükarda yavaş oluyor ama çok farklı denemeler yapmış olacak, farklı araçlara konulara el atacak, ilerde bu çeşitliliğin faydasını görecek.

bi de hep aynı konunun üstünde kalınca stüdyoda havamız değişemiyor. üzerimizde sıkıntılı bir hava birikiyor, temizlenmiyor. ve stüdyoda bir aylaklık bir işsizlik bir durgunluk başgösteriyor. bu tip işlerde sorun işin sonuç verip vermemesinde değil, ürünler her halükarda kabul edilebilir seviyelerde olacak. ama olan stüdyonun havasına oldu. stüdyo süngere döndü. içi boşaldı ve kurudu. eğlendiğimiz söylenemez evet.

23 Aralık 2010 Perşembe

vır vır vır vır

yaklaşık 1,5 aydır düşük yoğunluklu çalışıyorum gibi görünüyor. elle tutulur bişey ürettiğim ya da bir programın kulağını çevirdiğim söylenemez. elimi atsam biriki haftada iki bildirilik somut sonuç çıkacak oysa, herşey hazır, kurgular hazır, kodlar hazır. yapamıyorum. bir yandan da sanki hiç boş durmuyorum. tv izleyemediğim için gerçekten de üretkenim. deadlinelar geldikçe gelmekte. ama tarihlerine bakmıyorum. doktoramın şeması yoğurdukça değişiyor. kaynakçası uzadıkça uzuyor. ama kaynaklara da bakmıyorum. zaten gigapedya her derde deva değilmiş. kara kara düşünmekteyim. bu kaynaklar nerlerden bulunacak? ıvır zıvır işler listem kısaldıkça uzuyor. milano dönüşü öyle bir havadayım ki bir kağıdı alıp fotokopisini çekmek bile büyük bir işmiş gibi geliyor. üstüme zimmetli fotokopi makinam var. ama zor geliyor. tamam bu işleri cuma günü yaparım diyorum. sonra cuma günü bir uyanıyorum a bugün stüdyo var ki diyorum. zaten okula gidiyorum toplantı da varmış ki... stüdyo olmasaydı iyiydi. eskiden bu zorunlu hazırlık aralarının değerini bilirdim. çünkü lazımdır. doğrusu budur.* hazırlık-bekleme-tembellik aşamaları yoğun çalışma aşamasından uzun sürer. şimdi buna vaktim yok. hayatıma çalışmama-suçluluğu girdi. masum aylaklığımı yitirdim. bu doktoranın bitmesine.


*bkz kuluçka döneminin gereği hakında ne demişler: [28aralık edit'i >> yannız biraz daha detayına girince gördüm ki bu tip deneyler genelde kısa süreli problem çözme denemeleri üzerinden yapılıyor. dolayısıyla uzun soluklu bir tasarım süreciyle ilişkili olarak delil olamaz sanıyorum. biz yine protokol analizi çalışmalarına döneceğiz sanıyorum delil arayışlarında.]

"... A recent review of experimental research on incubation showed that most experiments have found significant effects of incubation
(Dodds et al., in press). Those experiments investigated the effects
of incubation length, preparatory activity, clue, distracting activity,
expertise, and gender on participants’ performance. The review
suggested that performance is positively related to incubation
length and that preparatory activities can increase the effect of
incubation. ..."

[Sebastien Helie, Ron Sun; Incubation, Insight, and Creative Problem Solving: A Unified Theory and a Connectionist Model; Psychological Review, 2010, Vol. 117, No. 3, 994 –1024]

21 Aralık 2010 Salı

parçala ve yut

Nigan Bayazıt'ın derli toplu bir tasarım araştırmaları review'u var: Investigating Design: A Review of Forty Years of Design Research, Design Issues: Volume 20, Number 1 Winter 2004. Esasında konunun biraz daha geniş ele alınmış olması gerektiğini hissettiriyor. Neyse en azından insana iyi bir başlangıç kaynakçası sunuyor. Cross'un da benzer bir metni olduğunu hatırlıyorum. [Designerly Ways of Knowing'de derlenmişti sanki?] O metin de araştırmacının bilgi açlığını gidermekten uzaktı. Demek ki iş başa düşüyor. Neyse ki mücadelem konunun sadece küçük bir porsiyonuyla. [Büyük küçük harflere dikkat etmeye başladım evet, yakında tez yazmaya başlıyorum hatırlatırım.] Nigan Hoca tasarım araştırmalarını 5 başlıkta özetlemiş:

"A. Design research is concerned with the physical embodiment of man-made things, how these things perform their jobs, and how they work.
B. Design research is concerned with construction as a human activity, how designers work, how they think, and how they carry out design activity.
C. Design research is concerned with what is achieved at the end of a purposeful design activity, how an artificial thing appears, and what it means.
D. Design research is concerned with the embodiment of configurations.
E. Design research is a systematic search and acquisition of knowledge related to design and design activity."

Benim derdim büyük ölçüde B ve C maddeleriyle ilgili. İki temel tartışma kurgulamayı düşündüm: 1. ilk kuşak tasarlama yöntemleri ile ilk kuşak yapay zeka çalışmaları ilişkisini ve bu kuşak kavrayışların yapay-tasarım hususundaki başarısızlığının sebeplerini tartışmak ve 2. en güncel metinlere referansla bir tasarlama - tasarım problemi - tasarım süreci - tasarımcı davranışı çerçevesi çizmek. Geri kalan hususlar açısından metni biraz 'seyrek dokulu' bırakabilirim diye düşünüyorum.

25.12.010 geceyarısı edit'i: 1. maddeyi genelinde yapay zeka alanının tartışmalarından azade kurgulamak için ne gerekiyorsa yapılması. yapay zeka ile ilgili parçaların tarihsel arka plan çizmekle sınırlandırılması. [tasarımda-yapay-zeka ise biraz daha kuşatılabilir bir konu.] ve 3. bir madde olarak evrimsel yaklaşımlar ile insanın tasarlama tavrı arasında kurulabilecek bazı paralellikleri mevcut bazı bilişsel modellerle de ilişkilendirerek tartışmak eklenebilir.

kitap var

Educational Design Research, Edited by Jan van den Akker, Koeno Gravemeijer, Susan McKenney and Nienke Nieveen, 2006, Routledge

"The key to productive design research is to strike a new balance between caution and risk-taking. Concentrate on the most important design problems, understand them thoroughly, identify the most promising features for the design in light of that understanding, build prototypes with these features, and try them out. This is a much bolder and riskier research strategy than conventional social science research methodologists recommend, but it stands a much better chance of leading to innovative designs."

bu tasarımla ilgili bir kitap değil. tasarım eğitimiyle de ilgili değil. genel olarak eğitim metodolojisiyle ilgili. tasarlanan eğitim prosedürlerinin uygulanması ve değerlendirilmesi üzerinden eğitim pratiklerinin iyileştirilmesine yönelen bir yöntemler ailesiyle ilgili. eğitim pratiğinin / sürecinin karmaşıklığını gözden yitirmeyen bir metodoloji geliştirmeye soyunmuş bir araştırma alanı. esasında ilginç. ve stüdyoya da uyarlanabilir. ancak tüm sürecin kayıt altına alınıp detaylı biçimde değerlendirilmesini, sürecin başında, süreç boyunca ve sonuçta katılımcılarla görüşmeler yapılmasını, eğitimciler ve öğrencilerin sürecin tasarlanması aşamasında da görüşleriyle rol oynamasını gerektiriyor. hem zaman hem para açısından masraflı bir süreç. hadi yapalım çünkü ilginç olacak denerek girişilebilecek bir iş değil. tasarımdaki protokol analizi çalışmalarının daha uzun bir eğitim sürecine uygulanmasına benziyor. bazen aylarca hatta bütün bir yıl sürebilen ve sayısı belirsiz döngüler ve aşamalar içeren bir süreç tanımlanmış. incelemeye değer. ben şöyle bi göz attım sadece.

20 Aralık 2010 Pazartesi

büyük çekilme

> asistanlığa ilk başladığımda hem hocalara hem öğrencilere yönelik bir seri eleştirim hazırdı. zaman içinde bu eleştirilerden kaynağını alan bir seri deneme yapmak fırsatım da oldu. [şu yazıda: bkz.] o zamanlar karşıma gelen öğrenciler üst sınıflardaydı. şimdikiler ise daha okula yeni geldiler. bu öğrencileri üretim ya da performanslarından ötürü sorumlu tutmak, iyi gitmeyen bişeyler olduğunda suçu-sorumluluğu onlarda görmek, ayar vermek bana inandırıcı gelmiyor. hocaların da nasıl zorluklar içinde olduklarını artık takdir edebiliyorum. yine de sorumluluk hocadadır.
> ilk asistan olduğumda stüdyoda pek ön plana çıkmak istemiyordum. "hadi arkadaşlar şimdi şöyle şöyle yapıyoruz" diyerek öğrencileri gütmeye yanaşmıyordum. hocaların bazen bana bu yüzden kızdıklarını hissediyordum. sonra stüdyo sahnesiyle ben de tanıştım. sahne ışıklarının tadını almıştım. ama artık sınıfın karşısına çıkıp performans sergilemek istemiyorum. hevesimi aldım. sahne öğrencilerin olmalı.
> yine ilk günlerden itibaren stüdyonun föylerinin hazırlanması işini güzel bir tasarım komisyonu olarak kabul ettim. geliştirdi de bu egzersizler beni. bugün ondan yana da hevesimi aldım. stüdyoya ait grafiklerin üretilmesi öğrencilerin kendilerini geliştirmeleri için iyi bir fırsat sunuyor.
> tasarımcılar insan bilimleri, sosyal bilimler ya da fen bilimleri alanlarında eğitim almıyorlar. bir iki numunelik seçme ders dışında.. tasarımcıların aldığı eğitim tüm vakitlerini doldurmaya çalışıyor. bir de onlardan beşeri hayata katılan, etkinlikleri takip eden, hatta etkinlik düzenleyen kişiler olmaları bekleniyor. tasarımcının yüzeyselliği şaşırtıcı değil. herşeye yetişmesi zaten mümkün olamazdı. sonuçta stüdyolarda kültürel-politik-felsefi vd. konuların esas olarak tasarım sürecinde bir "primary generator" bulmak için, ürüne giden yolda bir tutamak, bir başlangıç bahanesi olsun diye kullanıldığı öğretiliyor. bu asla açık açık söylenmiyor. ama herkes mesajı algılıyor. ve evet bu böyle galiba. kuvvetli bir ana fikir, bir "konsept" bulmaya çalışmakla başlıyor çoğu tasarım süreci.
> uzun zaman bu yüzeysellikten şikayetçi oldum. çünkü niyeyse, sandım ki, stüdyoyu politik-felsefi-kültürel tartışmalar üzerinden örgütleyenler gerçekten bu konuların tartışılmasını hedeflemişlerdi. bir dakika. onlar gerçekten bunu hedeflemişlerdi. gelgelelim, onlar da tasarımcıydı işte. bi kaç akademik basamak tırmanmak insanı sosyolog ya da kültür tarihçisi yapmıyor.
> öğrencilere metinler okutup, onlara yazılar yazdırıp, yayın egzersizleri yaptırıp bir de çeşit çeşit konuları tartıştırıyordum. metin dediğim, felsefe tarihinden bir takım ilginç kavramları tartışmayı sağlayan önemli metinler, politik konuları damardan tartışmaya götüren politik metinler, ütopya yazını vd... artık sanki bu da inandırıcı gelmiyor. [müslüman mahallesinde salyangoz satmak]
> belki artık uzun uzun teker teker tüm yaratıcılığımla nasıl yapabilirmiş aslında ama öyle de demek istememişim de işte acaba başka olasılıklar aranır mıymış... yıllar içinde öğrene öğrene boş konuşmayı öğrendim. kırk kere söyleyince oluyor olsaydı evrenin öbür ucunda şu anda sorulmamış ama esasında ölçeğin gerektirdiği diğer sorular sorulmuş maketin ve fikrin çağrıştırdığı olasılıklar takip edilmiş ve bu maket tekrar tekrar üçmilyaraltımilyonyüzellitrilyonbin kere yapılmış olurdu.
> stüdyoda çok konuşmak istemiyorum biliyor musun, susmak istiyorum. anlamsızlık.. stüdyoda değil de bende olsa gerek. orda ya da bende, her halükarda, diyorum ki, yürütücü bazı alanlardan çekilse, konuşmayı azaltsa, varlığını silikleştirse iyi olacak. sadece ben değil. yürütücü.
> hem sorumluluk hocada hem hoca kenara çekilecek?
> bunun birkaç yolu var, stüdyo sürekli üretilen bir yerse her öğrenci 4 hocayla teker teker ve bazılarıyla birden çok kere konuşarak ve geri kalan vaktinde de terasta laflayarak 4 saat geçirmez.
> bir diğer olasılık, stüdyoyu öğrenciler hazırlayıp yürütüyorsa hoca sorumluluğunu doğru yüklenmiş demektir.