16 Haziran 2025 Pazartesi

turist

evet aslında meslek icabı uzadıysa da, uzadığı için de olabildiğince şu bu bölgesi gezildiyse de, bu akademi seyahatinin de sonuna geldiğimizi kabul etmemiz lazım. yazılabilecek bir araba konu var. açtığım paketlerin detaylarını yıl boyu geliştirmeyi planlamıştım. sonra farkettim ki bu mızıldanmaların pek bir anlamı yok. akademide durma halimi daha anlamlı kılabileceğime inanmaya çalıştığım 1-2 yıl geçirdim ama benlik bir şey yok buralarda. meslek olarak, para kazanmak için yapacağım bu işi, gittiği kadar artık. isteyen, keyif alan uğraşsın bu işlerle. herkes keyfince ya da imkanlarınca ne yapıyorsa yapar gider, bundan ibaret. o öyleymiş bu böyleymiş denemeyen konular artık akademik alanlar dahi. hadi bana eyvallah diyorum.


15 Haziran 2025 Pazar

post-otomasyonda ütopya

Diyorum ki yani, şimdi bu post-otomasyon rüyasına geçsek ve kendimizi emekli etsek, işte ondan sonra ister kenardaki bahçenle mi uğraşıyorsun, yok ama ister zamanını İnsansonracı temaların dünyayı nasıl kurtaracağını ortaya koymak için mi harcıyorsun, yok efendim Derrida'yı bir daha yazmak için bahane mi üretiyorsun, kadri bilinmemiş cinsel kimliğini doğrulamak için makaleler mi kurguluyorsun, yahut Yeni Materyalizmle Rönesans binalarını yeniden mi okuyorsun, artık ordan sonrası herkesin kendi bileceği iş olurdu.

Yani diyorum ki faydayı yayın baskısı, kadro şartı, kariyer planı dolayımıyla ya da hatta para aracılığıyla ölçmesek de, herkes vaktini merakını arzusunu işleme koysa nasıl olur? Kendi adıma eskisinden daha çok okuyup yazacağımdan şüphem yok, nasılsa şimdi de biri okuyor, bir işe yarıyor diye okuyup yazmıyorum. Ama iş olsun, maaş olsun, kariyer olsun diye yazanların, alanları belirli bir doğrudanlıkla çağırmadığı halde entelektüel edimlere girişenlerin epey seyreleceğinden de şüphem yok.

O eski otonomi düşü bakın faydayla nasıl birleşiyor, uzlaşıyor. Bir şey yaptığı iddia edildiği için değil, dolayısıyla bir şey yapıyor olduğumuz yolunda kendimizi kandırdığımız için değil, kendi adına bir fayda saydığımız, keyif aldığımız, değer verdiğimiz için uğraşsak nasıl olur? Neye dönüşür, kültürel alanlar?

Sonra düşünüyorum da, bana öyle geliyor ki birileri yine kültürü insanlararası bir kimlik kurmak, gruplarda mevki edinmek, toplulukların parçası olmak için kovalardı. İnsanın değer olarak gördüğü aslında bunlar sonuçta. Dolayısıyla bir "ilgi ekonomisi", sonra o ekonomide merkezi tutan odaklar yine oluşur, cool'luğu, ilginçliği, önemi onlar tariflemeye başlarlardı sanki. Kaçamazdık merkez-kenar dinamiklerinden. İmrenme yine kültürün motoruna dönüşür, birileri daha havalı bir jargonu daha güncel temalarla yoğurmayı becerirdi, çünkü hedef o zaten. İnsanlar çeşit çeşit ama ortalama yaygın olduğuna göre yine kitle kültürü ile avant-garde isyan arasında aynı gerilimler açığa çıkardı diyorum kendime. Yine birileri umutlardan söz açar, başka birileri karanlığın sıkkınlığını pazarlar, kimileri okurlarını biteviye rahatlatır, en akıllılar da yaşamları ve kimlikleri doğrular dururdu... Sonra bu değer ekonomisi mali ekonomiye de transfer olurdu muhakkak. Herşeyin tepetaklak olduğu bu ütopyada, tüm yalanları dolanları, yavanlıkları ve düzeniyle aynı kültür dünyasını kurardık gibi geliyor... Bu noktaya da tesadüfen gelmemiştik sonuçta.. Sadece.. daha seyrek, daha az insanla, belki eksilen insanları yapay zekayla ikame ederek...

Bugün aslında o ütopyayı yaşamakta olduğumuzu farkediyorum o zaman. Bundan daha iyisini kuramayacağımız, insanlık olarak kurup kurabildiğimiz en iyi dünyanın tüm sıkıntılarıyla şu yaşadığımız olmuş olabileceğini, buradan sonra hep bir inişe geçebileceğimizi, yaşadığımız evrenin mümkün en iyi evren olduğunu savunan Leibniz'in de, dünyanın çirkinlik, yavanlık ve adaletsizliklerini hatırlatarak onla tatlı tatlı dalga geçen Voltaire'in de aynı anda haklı olabileceğini yani...

14 Haziran 2025 Cumartesi

Totodan haberler

Bunları biri okuyor ve üzerine düşünüyor olsaydı muhakkak şöyle diyecekti bu noktada: "Ama şimdi bir çelişkiye düşmediniz mi? Şu girdide bilginin kendi adına araştırıldığı bir otonomiyi savundunuz, sonra şu girdide faydasız araştırmanın sonlandırılması gerektiğinden dem vurdunuz, bu açık bir çelişki değil mi?" 

Ben de ona şöyle yanıt vermeliydim: "İlk anda öyle görünse de faydadan ziyade çalışmasına vurgu yapığımı hatırlatmak isterim. Çalışmasının ne ve nasıl olduğu konusunun daha detayda irdelenmesi,  dekonstrüksiyonu gereken bir çelişki ve elbette bir fatalite inşası peşinde olmanın yanında, aslında bilimin bugününe dair görece ilginç noktalara temas etme derdim olduğunu ortaya koyar."

Ve bu andan sonra sandalyeme kurulur, kendi attığım taşları kuyudan çıkarıp alimane bir emekle toplu iğnenin başına dizmek üzere çalışmaya koyulurdum. İşte size kuramcı akademinin mini dizisi.

Çalışma edimine işaret etmek için masayı değil de sandalyeyi tercih etmem de boşa değil. (Esasında metonimi kelimesini kullanmak için iyi bir fırsattı ama modası geçmiş tabirler işte..) Masa öyle ya da böyle üzerinde bir şeyler olduğu imasını taşıyor. Sandalyeninse tek işaret ettiği, üzerine yerleşen toto.

sen ne öneriyorsun yani sen ne öneriyorsun?

insanlık ve yoldaş türleri olarak hep beraber yaşayıp gitmemiz için gerekli üretime çoğumuzun katkı koymadığı açık olduğuna göre, çoğumuzun yaptığı çoğu işin aslında yaşayıp gitmemize pek bir katkısı olmadığı açık olduğuna göre (graeber'in "yalandan meslekler" söylemine atıf yapıyorum yani), ama yine de yaşayıp gittiğimiz de görüldüğüne göre, esasında faydalı emek ile toplam emek arasındaki makasın epey açıldığını tespit edersek, yapay zekanın işlerimizi elimizden almasından korkmayı bırakarak zaten çoktan fiilen işsiz, yani üretimsiz olduğumuzu, üretimin parodisi üzerinden sanki çalışmaya dayalı bir toplum kurgusu içindeymişiz gibi yaptığımızı teslim edip, durumcuların hayal ettiği otomasyon ütopyasındaki gibi yeni bir paylaşım düzeni, yeni bir toplum sözleşmesi savunmamız gerektiğini söylüyorum ben de. bir evrensel temel gelirin herkese sağlanması, bu temel gelirin insan saygınlığını korur bir düzeyde olması, çalışıp bir değer üretmeyi becerenlerin ise bu gelirin üzerine daha fazlasını koyması için alan sağlanmasından bahsediyorum. 

akademisyenler olarak, toplumca talep edilmeyen bir takım mesleklerin eğitimini, öğrenmeyi talep etmeyen motivasyonsuz bir öğrenci güruhunu, çalışmayan bir bilimin ürünlerini sunup durmaya çalıştığımız parodi alanları geride bırakıp emekli olmamız gerektiğini söylüyorum. 

ha, mimarlık yapabilen varsa yapsın, pratiğin mimarlığın akademisiyle ilgisi kaldı mı? 100 mimarlık okulu yerine 10 tanesinin mevcut talebi karşılayacağı görülüyor. kimsenin de göstermelik bir meslek sahibi olması aslında gerekmiyor. bir kenardaki küçük bahçemizle ilgilenmek yapıp yapabileceğimiz en anlamlı ve doyurucu iş.

bunlar böylece açık. ama biz parodimize dönelim şimdi, yazılarımızı bitirelim, kuramsal ürünlerle toplumsal farkındalığa ve güncel tartışmalara lüzumlu müdahalelerimizi yapalım. tarihleri tarihlere not düşelim. lisansüstü öğrencilerinin kemirip çiğneyip tezlerine yapıştırabilecekleri malzemeye katkı koyalım. onlar da diplomalarını alsınlar. kullanmayacakları eleştirel düşünce ve okuyup yazma kapasiteleri edinsinler. kimseyle paylaşamadıkları farkındalıkları olsun hayatta. yaşayıp gidelim. herhalde bu da kenardaki bahçeyle ilgilenmekten çok farklı değil.

Fayda

Değinilmesi gereken çok şey var. Ama değinilmesinin gerekli olması hep bu şeylerin değinmeye bir şekilde değdiği varsayımına dayanıyor. Nasıl olacak da değecek? Yoksa siz değinebiliyorsunuz, herşeyin tarihi yazılabiliyor sonuçta. Boşuna girişilmiş, bir sonuca varmamış, arzulanan hedeflere erişmemiş herşeyin de tarihi yazılabiliyor. Ve yazılıyor. İşimiz de çoğunlukla "yeni"yi ortaya koymak, ya da çağırmaktan çok bu kadük olmuşların tarihlerini yazmaya dönüyor günün sonunda; hiç buna niyet etmesek de.

Akademi kurgu gereği müsrif tabii, onu teslim etmek lazım. "Katı" bilimlerin dahi müsrif olması gerekiyor, çünkü o gerçekliğin nereden çıkıp da kendini dayatacağını tahmin edemiyoruz. Akıl, insani beklentiler ve "halk bilimleri"yle gerçeğin kendini ifade etme tarzlarının ayrışması 20. yy Fiziğinin de tarihi. Yine de o fenomenin açığa çıkmasını sağlamak gerekiyor, nereden ve nasıl çıkacağını tam bilmediğiniz halde. Ya da tam olarak ne bulacağınızı önceden bilmeden araştırmanız gerekebiliyor. Yani verili bir öngörünün sınanması dışında kalan durumlarda, ki çoğunlukla durum bu. Ya da bir kuramsal öngörü gelişmiş olduğunda da pek çok alternatif arasında hangisinin ifade bulacağını denemek gerekiyor ve ama bu ifadelerin bizi şaşırttığı durumlarda bilim daha fazla ilerliyor falan filan. Yani araştırmaların çoğu bir gün güncellenmek, aşılmak yahut boşa gitmek üzere yapılıyor, "gerçek" bilimlerde bile. 

Ama bir de bir ifadenin pek beklenmediği, ya da ifadenin toplumsal dönüşüm türünden, karmaşık, uzun erimli olduğu, ya da ifadenin ölçülemediği, tam olarak tespit edilemediği, gerçekleşip gerçekleşmediğinin tam olarak ortaya konamadığı, ya da zaten asla tam olarak gerçekleşmediği alanlarda, "çalışması"nı nasıl sınayacaksınız? 

Bu boşluğu umut ilkesi, ideolojik düsturlar, topluluk tabuları vb. doldurduğunda akademiyle aktivizmin dokusu giderek benzeşmeye başlıyor. Aktivizmde bir sorun yok, iyi bir şey. Sonuçta tüm bu akademik işler bir fayda, bir yaratım, bir güzellik için yapılmıyor mu? Aktivizm de bunun bir varyantı işte.

Alternatif, efendim işte piyasa ekonomisine katkı üzerinden fayda sağlamaksa, insan tabii ki neye nasıl katkı sağlayacağını kendi seçmek istiyor.

Ama nasıl sınayacaksınız? Faydayı? Genelde biz, "iyiler" olduğumuz için, iyi birşeyler yapmaya çalıştığımız, en azından denediğimiz konusunda birbirimizi temin etmemiz gerekiyor. Ama birbirimize ya da kendimize inanabiliyor muyuz? Çalışmasını ölçemediğiniz yerlerde ortamın dokusu gevşemeye başlıyor. Bir tarafta ölçebilecekleri zannıyla kendini sözde-pozitivizmlere kaptıranlar, beri yanda elele geleceği kurmaya doyamayanlar, diğer yanda iyilikleri tükenmez bir kaynaktan yenilenenler derken, asıl işimiz, yani eğitim de olmasa darmadağın olacağız tümden. (Sorun şu ki, eğitimin başarısını da ölçemiyoruz).


12 Haziran 2025 Perşembe

akademinin postmodernitesi ve eylembilim -1-

ve pek bir şeyin öngörülemediği, şeylerin olup gittiği alanlarda, çalışılan konunun otonomisini çalışanlara dayatamadığı, kendi nesnel düzeniyle bir aktör olamadığı türden bir akademide, bir yanda fırsatçılık, diğer yanda kurumsal kontrol manivelalarına çöreklenen gruplaşmalar dinamiğine, akademik üretim formunda, yani içerik üzerinden bir alternatif üretebilir misiniz? bir soru da bu işte. 

sonuçta üretmeye çalışmadan edemezsiniz, bir arılık iddiasını korumak istiyorsanız, tekrar tekrar, yaptığınız iş üzerinden, kendinizce doğru bir akademik pratik ..

ama üretemezsiniz orası da belli. sözde akademinin "doğru" pratiği olur mu ki? anlamlı anlamsız pratiklerin bolluğu vardır ortada... gah gönül indirir gibi olursunuz karşı gruplaşmalara, en azından aidiyetin ve birlikteliğin belki tadına varacaksınızdır, mümkün olsa; gah yorulursunuz kenarında yahut içinde aktığınız herşeyden. 

o zaman, bu tür alanlar için, doğruların geride, kadük hayallerde kalışını kutlayan, iyi, doğru ve güzelin tükenişinden bir özgürleşme devşirmeye çalışan bir perspektivizmi kuşanıp, pragmatist bir eylembilimci olmaktan başka seçenek var mıdır?

siyasi ya da aktivist faaliyetle akademinin handiyse eşitlenmesi için şu yorgun çaba yani... bunun sağcı versiyonu herkes gibi akademisyenin de devletine ve milletine hizmet etmeyi öncelemesi, hatta mesleğini böyle bir hizmet şuuruyla yürütmesi anlamına geliyordu. bunun marksist versiyonu mevcut akademisyenlerin burjuvaziye hizmet ettiklerine ve onun bakışlarıyla bilim ürettiklerine kani bir perspektivizm uyarınca, proleteryayı önceleyen, onun bakışlarını benimseyen alternatif ve aktivist bir akademi yaratılması gerektiğine dair söylemlerle gelmişti ki, kimi feministler de bu tür perspektivist söylemleri miras almış görünüyor.

bu tür söylemler açığa çıkmıştı zira akademide, belki antikiteden beri, bilginin (hakikatin) kendi adına araştırılması, kültüre dair tutkunun otantikliği ve tarafsızlık anlamında bir nesnellik arayışı ya da inancı hep daha yaygın ve baskın olagelmişti (çok şükür!) bu inanış ya da arayış geride bırakıldığında nasıl garabetlerle karşılaştığımızın bilinen örnekleri işte sovyetlerdeki lysenkoculuk, pakistan'daki islami bilimler merkezi ve son dönemdeki çeşitlilikçilik diskurları ya da genel olarak post-postmodernist ideolojik, söylemsel, jargon salatası odaklı çürümedir. 

bu inanışın bir olgu değil, kadim ya da göksel bir yasa değil, insanların icat edip geliştirdiği düzenleyici bir ilke olduğunu kabullenmek ve onun mükemmel bir ifadesine varamayacağını bildiğin halde, akademik pratikleri bu otonomi düsturu ve hakikat arzusuyla yönlendirmek gereği aşınmak şöyle dursun, giderek güçleniyor; naçizane kanım budur. [ve hayır, kant'ın sıkça kullandığı bir düşünsel strateji olması bu bakışı kantçı falan kılmıyor, zira kant o argümanlarda tanrıyı ve dini düsturları kurtarmaya çalışıyor. içerik farklı yani.]

böylesi inşai arayışları insanlığın kolektif bir başarısı, bir teknolojisi olarak anlayanların da hala tanrının yerine göz diktiğini öne sürecek olanlara nietzsche ezberini bırakıp söylenenleri anlamaya, konular üzerine zihinlerini kullanarak düşünmeye bir parça gayret etmeleri tavsiye edilir. [bu tür paragrafları yazıp yazıp siliyorum aslında, gölge boksunun anlamsızlığı işte... ama bunu koruyacağım, bir not olsun literatürü karakterize eden budalalık deryası karşısındaki güncel ruh halime dair]

........... [arkası yarın]

3 Haziran 2025 Salı

fatalizm

gidişatları tahmin etmek, dönemin eğilimini derin bir sezgiyle okumak, kehanetlerde bulunmak yolunda engellenmez bir eğilim olmuştur içimde hep. bunla karşıtlık içinde, neyi neden nasıl yaptığını, neyin içinde olduğunu, geri çekilip de, yavan tabirle, "büyük resmi" görme ihtiyacını hiç hissetmeyen arkadaşlara şaşagelmişimdir. gerçekteyse, esasında ne ben olup bitenin karmaşasında hakiki bir sezgi ve öngörü geliştirebilmekteyimdir, ne de şaşkın arkadaşların dar görüşü ve şimdinin tesadüflerinde yaşayıp gidişleri bir fark yaratmıştır. öngörülemeyenin içinde şakın ya da kurt olmak arasında fark yoktur sonuçta. neyin nereye hangi eğilimlerle akacağını bilemediğiniz alanlarda herşey olur gider, o kadar.

2 Haziran 2025 Pazartesi

alimliğin bugünü

Eğer işiniz metinleri incelemekse, alimane (yani scholarly) bir özenle metinlerde ne var ne yok tarayıp sonra sanki bunlar zaten yayınlanmamışçasına "bakın bunlar böyle böyle yayınlanmıştır" dedikten sonra güya işte "o öyle demiş ama bu böyle de denebilir, zaten şu da şöyle demiş" falan, iş yapıyormuş gibilerinden yazmak aslında bazı senaryolarda o kadar anlaşılmaz değil. Diyelim ki herkesin erişemediği, ya da okuyamadığı, ya da anlayamadığı, ya da erişip okuyup anlayabileceği ama her niyeyse ihmal ettiği, yahut unuttuğu, yahut bir sebeple belirli bir şekilde okumayı akıl edemediği ama akıl etse aslında iyi de olabilecek ürünler söz konusuysa, oturup çoktan yayınlanmış metinlerdeki az ya da çok bilinen fikirlerin, elbet bunlarla ilgili tüm ikincil literatürü de hesaba katarak, incelikli, eleştirel ya da inşai, kuramsal bir tarihçiliğine soyunmak anlamlı bir üretim olabilir ya da böyle bir potansiyel barındırabilir.

Bir deneme, bir girişim, bir deney.. Tutabilir, tutmayabilir.. Her yazı da muhteşem olamaz herhalde. Bazı yazılar biraz öylesine ya da önemsiz çıkabilir. Bazen aslında akademik usulde sıkıntı yoktur da, yayınlanan ortam, ebat ya da konu elvermeyebilir. Önemsiz bir konu değildir belki ama bir kıvılcım parlamıyordur ordan, açıktır herşey, bayağı... Bazen de söylenecek herşey söylenmiş geriye vakanüvislik kalmıştır ve birinin bunu yapması lazımdır. Yok ilginç bir şeyler söylemek için daha zorlarsanız bu sefer yazıyı saçmalığın sınırlarından itip düşüreceksinizdir.

Başka ne zaman tutmayacaktır? Samimiyetsizce, tırt bir kültürel ürünü, yani aslında bir açılım, potansiyel, yenilenme ya da incelik barındırmayan bir işi, yani güçlü olmayan bir takım seçimleri, yeterince incelemeden, uzun uzadıya düşünmeden, ikincil literatürün farkında olmadan, sözde bir yaratıcılıkla, yani diyorum ki, çoktan zaten apaçık görünen sözde-açılımlar, bağlantılar, görünürde-yaratımlar için okumak, egzersiz ise, ya da bir sebeple gerekli olmuşsa çok bişey denmez ama, bir tür kariyerist zaruretle ya da iş olsun diye okumak ve yazmak, hadi not defterinize yazdınız da, yayınlamak, sonuçta egzersizler, girizgahlar, deneyler ve acemilikler kaçınılmaz olduğuna göre, ve yolda tükürülen herşeyi yayınlamayı zorunlu kılan bir akademik iklim yaratıldığı için, aslında yayınlamaya ve paylaşmaya değmez olduğu halde yayınlamak, öylesine bir yazı enflasyonu yarattı ki, arama motorları çamurdan tıkandı ve ilginç bir yazıya denk gelmek başlı başına akademik bir girişim halini aldı. 

Bunun karşısında insan boylu boyunca beşeri bilimleri ve kuramsal üretimleri mahkum etme eğilimine giriyor. Ta ki, eski usul bir alimden, deyim yerindeyse bir "hümanist"ten, derin araştırılmış, incelikle düşünülmüş, keyifle yazılmış bir metne denk gelene kadar. O zaman o metnin konusu insanı ilgilendirmese de insan yapılan işe saygı duyuyor yeniden. Parodi derken bunlar kastedilmiyor da, böyle bir düzeye erişene kadar, ya da hiç erişilmeyeceği halde, bunun bir yavan taklidinde ısrar edilmesinden bahsediliyor. 

İdrakin keyfi, öğrenmenin hazzı, ince düşüncenin meydan okuması, paylaşımın heyecanı... Bunları yayın baskısı ve koflukla değiştirmek, yani aslında anlamlı motivasyonları olan "woke"luk değil, o eğilimi de beraber getiren akademik kitleselleşme, bu kitleselleşmenin getirdiği kültürel enflasyon ve kalite yitimi kadar kesifleştirdiği idari rekabet, sonra her kademedeki akademik değerlendirmelerin yüzeyselleşip sayısallaşması ve bağlantılı bir seri gelişim kültürel alanları çürüttü. Akademi genç akademisyenleri "enable" eyleme kurumundan ibaret kaldı. Hep bir yönüyle öyleydi, öyle olmalı da, ondan ibaret olması fena.

Çalıştığı alanları samimiyetle seven birilerinin belirli bir donanım ve kavrayışla üretmeye devam ettiğini gördüğümüz karşılaşmalar giderek daha dokunaklı oluyor. Burada jargon üstadlığını, ya da "işini öğrenmiş", gemisini yürütüyor olmayı kastetmiyorum elbet. Samimiyetsizlik ustaca olduğunda bile sırıtıyor; yazıların nihai anlamsızlığında, vargıların öngörülebilirlik yahut zorlamalığında... Yayınlamış olmak için yazmak, yahut içine düşmüş olduğun için, bir şekilde dersini verip çalışmış olduğun için yayınlamak, ikisi de pek iç açmıyor ama makinanın dişlileri böyle dönüyor işte.

[Yazdığım bir taslak için "kampüs roman"ları ararken böylesi eski usul alimlerle tatlı tatlı dalga geçen bir sürü roman karşıma çıktı, Bolano'nun 2666'sının ilk kitabında Benno von Archimboldi uzmanlarının aşk dörtgeni, ya da de Lillo'nun Beyaz Gürültü'sünde Hitler Çalışmaları alanını kuran Jack Gladney, Houellebecq'in İtaat'ındaki (Teslim diye çevrilmeliydi) Huysmans uzmanı François vb. Hani onları okurken de insan artık kendi darlığından nefesi tıkanmış böyle bir allameliğin pek mümkün olmadığını ya da hatta eski-yeni usul diye bir ayrım da olmadığını düşünmeden edemiyor ama sanırım böyle "tek yazarlık uzman"lıklar tek seçenek olmadığı gibi, asıl sıkıntı da orda değil...]

18 Mayıs 2025 Pazar

Kimin için neyin için

Batı cephesindeki AI destekli substack'lenme atılımını (ya da ekonomisini mi demeli?) bir kenara koyarsak, bizim bu taraflardaki bloglar (hatta görünen o ki instagram ya da twitter mikroblogculuğu dahi) insanların okuduğu bir mecra olmaktan çıkmış görünüyor. Ama yazan artık insanlar tarafından okunma motivasyonuyla yazmıyor zaten. Yazmak için yazıyor. Ve elbet bu olgu tespiti hiç okunmayacağımız anlamında anlaşılmamalı. Okunuyoruz. Site ziyaret istatistiklerine girdiğimizde belli günlerde tıklanma eğrilerinin sivri uçlar büyütüp, başaklar verdiğini görebiliyoruz. Ağ sürüngenlerinin günleri işte bunlar. Belirli aralıklarla tüm internete sızıp insanlığın harflere ve imgelere döktüğü tüm enformasyonu kaydediyorlar. Bilindiği gibi yapay zekanın besini işte bu harf ve piksel halitası. Okunuyoruz. Hem de insandan çok daha cevval okurlar tarafından. Satır satır. Token token. Ve bu okunanlar başka insanların eserlerine sentezlenerek yeniden internete yayılıyor. Büyük Dil Modellerinin işleyişi gereği, reklamcıları ve dergi editörlerini mutlu edecek bir ortalamalık hamurunun iletişim alanını büsbütün boğacağını öngörmeliyiz.

16 Mayıs 2025 Cuma

Araştırılmasının merkezi sorunsalı

Örneğin, mimarlık akademisinin belli başlı bölgeleri, birimleri, alt alanları gözönüne alındığında, bu alanların, diyelim ki doğanın düzenini, canlı bedenlerin işleyişini ya da teknolojik cihazların çalışmasını odağa alan diğer bazı bilim alanları yanında bir bilim parodisinden, ya da hatta Feynman'dan başlayıp Dennett dolayımıyla bize ulaşan bir şakaya göre, bir "kargo kültü"nden ibaret olduğunu biri mi söyleyecekmiş? Ben miymişim bu kişi? Bu mümkün olabilir mi? Böyle bir şey söyleyebilir miyim? 

Elbette böyle bir şey söyleyemem, bu büyük bir iddia olur. Söylersem sonra bu saçma savı bir akademik özen uyarınca desteklemek zorunda da kalırım. Ama böyle savlar, hani Turing'in Tezi gibi, kanıtlamaya ya da desteklemeye çalışmayacağınız üst ölçek anlatılar olsa gerek. Bir ortaya atsanız böyle görüşleri, ondan sonra kuram teknikleriyle gerçekten savunabilir, delillendirebilir misiniz? 

Esasında bu tür konular üzerine, oturduğunuz sandalyeden üfürmek kolay olur ama diyelim ki karşınıza aldığınız yavan ve yüzeysel bir takım toplumsal klişelerle, Uğur Tanyeli'nin sevdiği tabirle ve kendisinin de sıklıkla kaçınamadığı gibi, bir "gölge boksuna" giriştiniz; böyle bir senaryonun sınırları içinde hala belki meşru sayılabilecek bu "sandalyeden" ve "kitaplararası" kuramcılık, eğer bir adım öteye geçip de empirik olarak desteklenip yanlışlanabilecek bir iddiayı üstlenme cüretine varırsa, artık efendim veri, gözlem ve deney ve daha neler neler olmadan, yani kuramla yetinmeyen ve kurama yenilmeyen bir toplum bilimleri araştırmasına girişmeden cümlenizi bağlayamazsınız değil mi? Ama bahsi geçen türde bir araştırma...

Böyle bir araştırmaya girişmenin anlamı ya da imkanı var mı? İşte mimarlığa has tikellikler biliminin merkezi sorunsalı. Buradan başlayabiliriz belki de. Başlayacak olsaydık yani. Belki biri bir gün bunlardan bahsedecek olursa. Olsaydı. Olacaktı.

15 Mayıs 2025 Perşembe

Tikelliğin büyük uzmanı

Evet, blogu açtım yeniden. Mimarlık akademisiyle ilgili bir seri posta yazacağım. O kadar. Ama elbette bu söz de vaatte kalmak üzere sarfedilmiş..

Uzun bir arada yazılacaklar birikiyor; yazma motivasyonu artmasa da. Yazılacakların önem hissi yazma hevesiyle beraber çöküyor. 

Gereksiz edebileştirmelerden kaçınmak istenirse de, yanından etrafından dolaşarak falan, artık nasıl oluyorsa, bir ifade bulmak lazım. Yani, düzünden kolayca söylenebilecek hususlara etrafından dolanma yolları icat etmek.. 

Bu da benim suçum değil, hiçbiri benim suçum değil. Dinleyenler etrafından, yavaş yavaş, çaktırmadan dolanmaksızın hazmetmeyi kabullenebileymiş.. Hiçbiri benim suçum değil ve hepsi parodi.

Yazacağım, neyse ne! Elçiye zeval olmaz.. Ya da, yazacağımı vadedeceğim, belki yazacağım da. 

Dünyayı kurtarmak için değil. Mimarlık akademisi için bir yer yön bulduğumdan da değil. Aklıma takıldığı için sadece. Mimarlık akademisi çok kıymetli, öylesine vazgeçilmez olduğundan da değil, söylememe gerek yok. Hepsinin sadece bir tarihi olduğu ve kendine bir tarih bulan herşey gerekli gereksiz anlatıldığı için.

10 Ocak 2024 Çarşamba

para birimimiz umut

Anadolu yaylasının bir kenarında birbiri ardına ve önceden haber de vermeden çekilip duran obrukları derdetmeden duruyorduk. Orada obruklar, kendi kendilerine, aşağıda bir yerlerde sakince yatan yeraltı denizinin peşine takılmış derinlere akarken, aralıksız çalışan motorların bereketli suyu o derinliklerden gerisin geri emerek yeşil ve keskin yapraklarına püskürttüğü mısırın zenginliğini, yanlış anlaşılmasın, sadece bir sanat projesi için sergilemeyi amaçladığından, pahalı arabalarıyla mafyacılık oynayan ağacıkların arka koltuklarındaki deri kaplamayı ceketiyle gıcırdatmak üzere ülkenin merkezindeki sismik tembellikle tesadüfen aynı mevkiye denk gelmiş kurak bozkırda seyahate çıkmış bir hoca. Kollarını yeryüzüne uzatmış yatan LIGO evrenin uzak bir köşesinde birbirine tutunmuş kara deliklerin bir diğeri etrafında dönüşünü dikizlemek derdinde. Herşey herşeyle bu kadar bağlantılıyken herhangi bir şeyin herhangi bir diğer şeyle ilişkili olmasının hala bir önemi var mı?

Sular çekiliyor ve mısır suya kavuşuyor. Yemyeşil, azametli bir çayır. Ağaların atlarının içinde kaybolduğu bitimsiz bir sazlık. Neler avlanıyor buralarda? Para, itibar, değer, besin, yem, et, enerji... Ve su pipetlerden durmadan yeryüzüne emilirken altımızdaki deniz çalkalanıyor, toprak içten içe boşalıyor, altımızda kalan gevşek toprak ufalanıyor.

Bir grup aktivist, elbette buradaki kaçınılmaz düğümü çalışmak ve onu dünyaya, yanlış anlaşılmasın, dünyaya derken, akademik dünyadaki bir avuç münevvere, sanki çoktan bilmiyorlarmış gibi yeniden ifşa edip kendi ikballerini hazırlamak üzere bu coğrafyaya geldiklerinde ağanın arabasının yumuşak misafir koltuğundan inen fizik profesörü onları dostlukla karşılıyor: Bizi takip edin, evrenin göbeğine gideceğiz; herşeyin çekildiği yere, kara deliklerin, karanlık maddenin, yerçekimi dalgalarının, anlamın, geleceğin, suların, toprağın.. Geri çekilmeyen hiç bir şeyin kalmadığı yerde sizlerle belirsiz bir zaman geçireceğiz. Siz dünyanın tüm politik sorunlarını tüm bağlantılarından çekiştirip kördüğümü açmayı vadedeceksiniz, biz laboratuvarın sponsoru olan ağa evladıyla çektikçe ele gelen, içten içe genişleyen ve bir dibi varmış gibi de görünmeyen kainatın öbür ucunu ve zamanın başlangıcını dikizlemek için hep daha uzaklara bakacağız.

Sonra bir gün ufukta neşeli bir grup belirecek, bunlar genç olacak, bunlar söylediğimiz herşeyi satın almaya hazır olacak, hayvan besleyenler ağanın mısırlarını satın alacak, sizler makalelere dökülenleri hazırlarken, gençler de sizin söylediklerinizi satın alıyor olacak, para birimimiz umut...

5 Aralık 2023 Salı

arkası yarın

chapter 0. akrep ve kurbağa

chapter 1. at ve eşek

chapter 2. nasreddin hoca ve timur'un filleri

chapter 3. kurbağa ve öküz



15 Mart 2023 Çarşamba

söyle bana GPT

GPT-4 girdiği sınavlardan epey yüksek puanlar alıyormuş.. Yakın zamanda hiç bir insanın herhangi bir şey bilmesi gerekli olmayacak. Bilmek, öğrenmek bir hobiden, bir ilgi alanından, bir oyundan ibaret olacak. 

Ha, ama zaten çoğunlukla öyleydi. 

Bilinen şeylerin çoğu birileri bildiği ya da önemsediği için ilginçti, o kadar. 

Şimdi, bilinmesi önemli olanları da insanların bilmesi gerekmeyecek. Bilgisayar bize söyleyecek, o anda. 

Mimarlığın akademi parodisini yazmak için kafamı toplamıştım, nerdeyse hazırdım, yazdım yazacaktım. Ama artık onu yazmanın da anlamı kalmadı.

15 Temmuz 2021 Perşembe

dönüm

ve gösterdiler ki.. onlarca yıl her önemli olayda, harekete geçmek, pozisyon almak, direnmek ve kararlı olmak gereken her olayda, birileri tarafından kulağımıza tıkanan ve toplulukların eylemsizliğe sevkolunma arzusunu her seferinde yakalamayı başaran: "haklıyken haksız duruma düşmeyelim" (yani: aman bir şey yapmayalım!), "kendi sayısal argümanlarımızı üretelim ki.." (yani: bürokratik kanallarda enerjiyi boğalım), "bilmemnerede bilmemne olmuş da bişey bişey yapacakmış anlarsınız ya, biz de taktik olarak mmm.." (yani: komploculuk ve klikçilik kanalına çekerek bulandıralım) ve türevi söz ve söylemlerin hepsi aslında korkak, işbirlikçi ve/ya işinibilirlerin bahaneleri ve taktikleriymiş. yapılacak şey gerçekten açıkmış. ve ünvanına layık akademisyenler bunu yapabiliyorlarmış. bir okul bunu gösterdi. 

ama bu momentum, önüne geleni ya hamuruna katan ya da yıkıp geçen bu moğol istilası, geldi geldi geldi, gücünü kaybede kaybede, azala azala, uzandı uzandı uzandı, inceldikçe inceldi ve son gücüyle tınnn diye birilerine çarptı, bir kuruma çarptı, bir üniversiteye tıkırdadı, kalakaldı orda. tükendi. ve bu kurum son noktaydı artık. tüm kurumlar içinde sonuncusuydu. sondu. orda kaldı. aşamadı. insan imreniyor. biz neyin parçası olduk ama nasıl bir yerde olsak gurur duyacaktık.


3 Temmuz 2021 Cumartesi

"bir rüyadan arta kalmanın sonu budur işte"

30 ocak 2014 tarihinde yayına açtığım ama şimdi taslağa çekmiş bulunduğum* bir post'ta aşağıda alıntıladığım kehanetleri ortaya atmışım. o dönem havada koklanan bu eğilimler bugün olgun formlarını yakaladığına göre, şimdi önümüzdeki dönem için yeni bir kehanet seti uydurmanın zamanıdır. ha bunlar kehanet tabirini hakediyor da olmayabilir. zira o kadar açık açık, o kadar göstererek gelişiyor ki bundan sonrası..

"""30.1.014>>

üniversite dönüşüyor. akademiğin demografisi de onun peşine takılmış o da dönüşüyor. bu yeni akademinin şimdilik üç temel karakteri var. bunların ikisi zamanla daha makbul karakterler olacaklar. makbul hale gelecek karakterlerin ilki çalışkan öğrencilikten verimli akademikliğe geçen, çoğunlukla--vülger bir ifadeyle--"idealist" denen, ama entelektüel donanımı zayıf, schiller'in yarım/uzmanlaşmış insanına daha yakın, dar görüşlü, politik ufku sığ, çalışkan-ve-düz-akademik. ikinci makbul karakter toplumda yükselmek isteyen bir kariyerist, yani iş hayatının genelindeki makbul karakterin akademiye aynen transfer olduğunu ve gittikçe de sayıca hakim hale geleceğini öne sürebiliriz? peki bunlar üniversitede ne yapıyor(?) diye insanın sorası gelir ama, esasında hep varlardı, şimdi değişen sayısal yoğunlukları oldu. üniversite ortamı değiştikçe akademinin karakterini daha fazla belirler hale geliyorlar sadece.. üniversite işleyişte şirketleştikçe kadrosunda da şirketleşiyor. akademiyi, eğitimi, araştırmayı, ünvanı bir kariyer seçeneği olarak seçmiş, proje üstüne proje yazan, öğrencilerini ya hızlı akademik trenlere ya da kaynak yaratan alanlara yönlendiren--uzun uzun yazılabilecek olsa da--kısaca, daha verimli ve üniversiteye ve kendine dışarıdan kaynak transfer etmeyi öncelik haline getirmiş, üniversitenin en hızlı ve verimli hatlarına adanmış, esasında şirket hayatında da aynı başarıyı gösterebilecek olan (ve gözlerini bağlayıp yedi kere ekseni etrafında döndürseniz şirkette mi üniversitede mi olduğunu ayırdedemeyebilecek olan) (üniversite hala hocaların ve öğrencilerin cemiyeti, ticari ortaklık değil), üniversite kültürünü hem daha verimli, hem daha üretken, hem daha karlı ama aynı zamanda daha heyecansız, daha çirkin, daha sığ kılan karakterlerden sözediyoruz. bu durumun sosyal bilimler ve insan bilimlerinde dahi geçerli olabileceğinden kuşkulanıyorum. kavramların ve yazarların da akademik modaları var. boş konuşmanın serbest olduğu, eleştiriden muaf geçici-otonom-alanlar yaratıyor bu modalar. çünkü akademikler birbirilerini okumak ve eleştirmekten çok "ağırlıyorlar". gerçekten de ağırlıyorlar. düz anlamında da ağırlıyorlar. ve dolayısıyla mecazi anlamda da ağırlıyorlar. bu da akademik nezaketin parçası. zaten en gencinden en yaşlısına kimse burnundan kıl aldırmıyor. sıkıysa bir eleştir, bir anda süreğen düşmanlıkların kıvılcımı çakıverir [bu noktada kendimi sansürledim] ya da süreğen düşmanlıklar bulunduğu için kötücül eleştiriler serbest bırakılır. aslında eleştiri akademide hep mevcut ama esas olarak eleştirilenin duymadığı ya da eleştirenin kimliğinin saklı olduğu koşullarda açığa çıkar... (madem kötücüllüğün kapaklarını açtım ister istemez konudan biraz saçaklanıyorum. ve evet biraz bayağı olacak ama, akademik umut normalde kutunun dibinde beklemez öyle, ortalıkta salınır durur. bu aralar dürtüyoruz dürtüyoruz yerinden çıkmıyor.)

sayısı şimdilik artışta olan üçüncü tip ise şimdilik ne tam olarak makbul ne tam olarak istenmeyen insan. bu da tabii böyle zorlu bir dönüşüm ve mücadele alanı haline gelen bir ortamda direnen, direnirken birbirini bulan ve kendilerini bir tür akademik muhalefet dayanışması olarak yatay-örgütleyen ve aslında içinde her tür insanı barındıran yeni ve muhtemelen geçici bir grup. ama sonuçta tepkisel bir oluşum, temel olarak çirkin/yeni gelişmelere karşı duruşuyla, yani tepkiselliğiyle tariflenen bir karakter bu. pozitif olan, üretken olan, her ne kadar bu alternatif duruşlardan etkilense de, kaynağında bu tepkisellik değil; hangi disiplinde çalışılıyorsa kaynak onun işleyişleri yine... o yüzden çalkantılar durulduğunda bu üçüncü tipin fona karışacağını bekleyebiliriz.

mimarlık eğitimi özelinde, verimli-profesyonel-akademik ile yarı-zamanlı eğitimcilere dönüşen, bir-ayağı-akademide-kalan başarılı meslek insanları arasındaki işbirliğinin görece daha hakim olacağı bir duruma doğru gidişi durdurmak mümkün görünmüyor. belki de daha iyi olacak, gelişmiş ülkelerde bu modeli görebiliyoruz, işliyor galiba... çünkü meslek insanları gittikçe akademiye gelip gitmeye daha yatkın bir gruba dönüşüyor ve akademi de daha bir uzmanlaşıyor. uzmanlaşma şu demek: akademinin teknik uzmanlaşmalara dayalı alanları yerlerini korurken (zira projeler, araştırmalar, özel sektör işbirlikleri, danışmanlıklar, bilirkişilikler vd. vd.) tasarım eğitimcileri pratikten koparak uzmanlık iddialarını destekleyemez hale geliyorlar. sosyal bilimciler olarak ya da insan bilimleri emektarları olarak da çok ciddiye alınacak düzeyde olmadıklarına göre, düzünden tasarım eğitimcilerinin geleceği o kadar da parlak görünmüyor. zaten stüdyoları ücretsiz-gönüllü-genç profesyoneller ziyaret edip duruyor artık. bu artacak. tasarım eğitimcisi akademiklerin ağırlığı bir miktar azalabilir ve rolleri, yavaş yavaş, eğitim politikasını ve işleyişini yönlendirmek, dışarıdan gelip giden meslek insanlarını yönlendirmek ve onlara pedagojik destek vermek gibi bir bölgeye doğru yığılabilir. dahası, üretken addedilen ikinci bir uzmanlığa sahip olmayan, deli gibi yayın, networking, veya reklam yapmayan, ya da bir ayağı yoğun biçimde pratikte olmayan tasarım eğitimcileri yavaş yavaş eksilebilirler... böyle bir durumda, mevcut kuşaklardan sonra, mimarlığın tasarım akademisinde en üretkenler tutunabilecek sadece, en işe yaramazından en donanımlısına en üretken kesim... nicelik daha belirleyici olacak diyorum yani, başarı kriterlerinde hesaba katılan sayılar...

bunları devlet üniversitesi modeline göre yazıyorum. ve ama vakıf üniversiteleri devlet modelinden tümüyle bağımsız değiller. vakıflarda ders veren kadroların çoğu ya halen devlette çalışıyor, ya devlet modelinde yetiştiler ve transfer oldular, ya da en azından devlet okullarında öğrencilik ettiler. bu anlamda devlet üniversitesi vakıf üniversitesinin dizginlerini şimdilik--kısmen--elinde tutuyor. devlet üniversitesinin rengini iyice değiştirdiği anlaşıldığında belki vakıf üniversitesi de dizginlerinden iyice boşanacak ve kurumsal mantığını daha da fütursuzca takip etmeye geçecek. daha ötesi varsa yani.

biz de son bir kuşak olarak devletin neoliberalizm öncesi memuriyet yasaları tarafından korunur haldeyiz. şimdilik. bizden sonra ise gerçek bir tufan. kaçacak yer de yok. ayağını bir o yana uzatmak bir bu yana uzatmak, ısındıkça çekmek, haşlanmaktan korunmaya çalışmak. bazı insanları gayet mutlu edecek böyle bir yaşam evet. heyecanlı ve meydan okuması bol? gazete ve dergilerin ve internet ve tv'lerin bize sunmayı sevdiği olumlu yüzler bunlar. çünkü belli ki insanlar da bu tür gururla, arzuyla ve başarıyla parlayan yüzleri karşılarında görmek ve zorlu hayat karşısında motive olmak istiyorlar (ayrıca toplumun her kademesinde tekrar tekrar ortaya çıkan saadet piramitleri ve akademideki paylaşım network'leri arasında benzerlikler var). gerçekte, tanıdığımız insanların çoğu bu gülen yüzler arasında değiller. beyaz yakalıların çoğunluğu çalıştıkları işlerden ve yaşadıkları hayattan şu ya da bu sebeple şikayetçiler; facebook ne derse desin. okullar ve aileler samimiyetle çalışana mutluluk ve başarı vadetmişlerdi ama sadece düz hayat varmış.

olumlu yüzlere ise xxxxx demeyeceğim hayır. çünkü aslında daha ziyade karakterle ilgili bu. onu da kötü anlamda söylemiyorum. mevcut koşullara uygun (evrimsel tabirle zinde) kalmaları da tesadüfî biraz. toplumsal statülerinden değil ama esas olarak karakter yapıları sayesinde, diğerlerini pek de hoşnut etmeyen aynı hayat koşulları içinde bir şekilde verimli ve mutlu olmayı başaran istisnai bir mutlu azınlığı bize tekrar tekrar gösterip olumsuz düşünceleri ve eleştirelliği kötümserlik etiketi altında ezerek her gün içinden geçegeldiğimizi düpedüz bildiğimiz çirkin bir yaşamın koşullarına bizi razı etmeye çalışan bir düzene de debord'un tabiriyle "gösteri" demeyeceksek, schiller ve durumcular gibi biz de modern dünyanın koşulu olarak dayatılan "ayrım"ı en azından akademide mahkum etmeyeceksek, suçu olup bitenlerin tatsızlıklarında değil de motivasyon vermeyi iş edinmeyenlerde, her durumda kayıtsız desteklemeyenlerde, daha gerçek sebepleri yakalamaya çalışanlarda buluyorsak [burası sansürlü]. çünkü kayıtsız şartsız motivasyon da aslında o eski saadet network'üne ait bir tavır ve belki yeni akademi de benzer tavırlar kullanır kim bilir? biz hepimiz iyiyiz, sen de iyisin, sen başarılısın (çünkü bizdensin), ben biz hepimiz, özellikle de biraradayken ve büyüklerimiz bizi sevdiği sürece, yönetmeliklere uyduğumuz ve paylaşımdan pay aldığımız sürece biz bir iyiyiz ya :) birbirimizi hayatın zorlukları karşısında sürekli motive etmek zarurî ve ama kolay da. ve zaten eleştirecek bir şey de yok. bak mutlu ve başarılı kişilerin 12, 21, 35 alışkanlığını oku. ve neydi, aynı modeli takip eden.. partiler, gösteriş, başarı ile parlayan takım elbiseleri ve kol saatleri ve yüzler, neydi onun adı, titan mıydı?

"""

...

kehanetlerimin sonunu baştan söyleyeyim: sadece ülkemiz ve sadece mimarlık alanı özelinde değil, genel olarak, akademide iyi olan, akademiyi meslek pratiğinden olumlu anlamda ayrıştıran, akademi adına önemli olan ne varsa sonuna geldik. ve bu eğilimin geri dönüşü de olmayacak.

temel bilimleri bir kenara ayıralım. bunlar durduğu gibi durabilir. mühendislik ve diğer uygulamalı alanlarda akademilerin meslek pratiğinden önemli bir farkı zaten uzun zamandır yoktu. insan bilimleri ise işlerini ne kadar doğru, ne kadar yoğun yaparlarsa, içsel sıkıntılarını ve son tahlilde çok da lüzumlu olmadıklarını, ya da en azından akademi çerçevesinde kamu tarafından desteklenmelerinin çok yerinde olmayabileceğini o kadar iyi ortaya koyuyorlar. ("belki daha çok tiyatrolara, operalara benzer biçimde desteklenmeliler" fikri ağır basmaya başlayabilir.) insan bilimlerini karakterize eden ve etmesi gereken pragmatik çıkışsızlık, işe yaramazlık, bulanıklık ve bitimsiz ayrışmalar, sosyal bilimlerin de entelektüel zeminini aşındırıyor ve durmadan "yeni"yi ve umutlu gelecekleri vaad eden yavan mühendislik yöntem ve söylemlerinin sosyal bilimleri daha güçlü biçimde işgal edebilmesi için bir itki oluşturuyor. bu yeni saldırı belki onlarca yıldır sürüyordu. ve muhtemeldir ki önümüzdeki on yılda bir geri dönüş arayışını, o eski karanlık entelektüel yoğunluğun getirdiği kavrayış derinliklerinin yeniden devreye sokulması denemelerini gözlemleyeceğiz ama nafile. doğru, mühendislikten akan tekniklerin kendi başlarına bir işe yaramadıkları, eleştirel bakış ve sorgulama olmadan uygulanamadıkları, yanıltıcı olabildikleri vb iyiden iyiye görülüyor, görülecek ama elden çıkarılan entelektüel yoğunluğun, bu yoğunluğu üretmeye muktedir olan o kasvetli, statik, yapay, yer yer geleneksel eski akademik auranın, bu eski akademiye ait akademisyen tiplerinin yeniden yakalanması, üretilmesi, kullanılması mümkün olmayacak. 

sosyal bilimlere benzer biçimde, mimarlık akademisi de, insan bilimlerinden beslenmesini ve kendini toplumsal-kültürel-politik bağlamla hizalamasını sağlayan bağlantılar çözüldükçe, zaten bünyesinde oldum olası barındırdığı mühendislik yöntem ve söylemlerine bütün bütüne yenilecek. mimarlık, yok efendim sanat mıymış yok efendim bilim miymiş neymiş, birinci sınıf öğrencilerine sorulan sorular geçmişte kalacak. mimarlık "çağın problemlerine yenilikçi çözümler sunarak birlikte daha sürdürülebilir bir geleceği inşa edecek olan" bir mühendislik alanı olacak. yani mimarlık adına değerli olan, onu kendine has, ayrı bir disiplin kılan her şey geri plana çekilecek. bir türlü gerçekleşmeyen boş vaatlerin bıkmadan usanmadan yüzeye püskürtülmesiyle karakterize olacak olan bu yavanlık denizi içinde, sığ iyimserlikleri ve uyumlanma enerjileri tükenmeyen pragmatik kariyeristler güruhunun arasında, bir rüyadan arta kalmış 3-5 figür, şahısları etrafına ördükleri köpükten kabuklarıyla bir süre sürüklenip, geride fazla da iz bırakmadan çekilip gidecekler.

 

*Ülkenin politik vaziyeti sebebiyle epey bir post'u taslağa çekmem gerekti

1 Şubat 2020 Cumartesi

yeni bir döneme hazırlanabilir mi iken?

yeni dersim çok güzel mi. keşke onunla sakin sakin uzata uzata uğraşacak daha fazla vaktim varmış. aslında tüm dönem de benim olsa olsa. hepsi belirdiği günden beri bizimle olan konular, isimler, icatlar, kurgular, anlayışları bir eşzamanlılığa yayıp bunlar içinden öyküler, kurgular, seçkiler alsam da, almasam da. bu dönem başka hiç bir şey yapmazsam çok da güzel bu işle uğraşabilirdim çünkü uğraşır mıydım. ama bunun dışında değer verdiğimiz onca şeyle de uğraşacak olmak düşüncesi düşünülmezdi. cümlesi kurulduğu gibi yolundan sapsarı. ardı ardına eklenip yüklemine bağlanan cümle inanmış mıydın. bu olduktan sonra bu olmazsa da beride şu demişti ki bu olmadı ya. açıklandı açıklanmalı kısa kolay ve anlaşılır ya iletişim kurmazdı. yeşil öfkeyle uyuyan renksiz fikirler. bu dünyanın karmaşıklığından layık olmazsa demiş stoacılar. ve biz hiç anlamadığımız ve içinde çaresiz kalakaldığımız bu alemi tertemiz ve apaçık cümlelerle anlatıp dursak da.

21 Aralık 2019 Cumartesi

in girum imus nocte et consumimur igni

tasarım eğitimiyle ilgili bir seri paket gireceğim, düşünce çizgisinin anlarını işaretleyecek. o kadar basit işte. sonra onun yerine ne kadar geri sarsam onu düşünmeye başlıyorum. neden mimar olmuşum? neden akademideydim? neden tüm çabalar böyle sonuçsuz? bu inat.. bu açıklanmaz süreklilik.. insan neye çarpsa onla ilgileniyor, orda çırpınıyor, o an bir parça köpük saçılıyor, bir yere izi çıkıyor.. o kadar işte. açıklamalar yerine anlamsız öyküler birikiyor. sonradan baktığında hiç bir yere oturtamadığın tuhaf, çapraşık anlam bulutları... "oha! varoluşsal krize bak" diyeceğim ama zaten o süreğen krizin arasında bazı yanılsama periyotlarında sanki bir takım şeyler bir yerlere oturuyor gibi gelip geçiveriyor. sürüp giden ise hep o tuhaf ve kaba uygunsuzluk... ve bu süreçte değişen şeyler de var: yorgunluk gittikçe artıyor.

şöyle bir baktım da önceki entry'lere.. son 4 yıldır krizden, anlamsızlıktan başka bir ifade aramamışım burada.. beni doktorayı bitirememek bir rayda tutuyormuş belki... dünyayı bitmeyen doktoralar kurtaracak.

19 Eylül 2019 Perşembe

altın orta demezsin değil mi?

tasarım eğitimiyle ilgili en önemli konu tasarım eğitiminin tasarım eğitimi olmaması. ya da olması. ya da olma düzeyi. son derece kontrollü ve biçimlendirici stüdyolar hızlı güzergahlar kuruyor. kontrolsüz ve gevşek stüdyolar alan açıyor ama elekten de kaçırıyor. mesleki trikleri kazandıran güzergahlar herkesi yakalayıp bir vasata çekerken mesleğe teğet geçen ama alanı zenginleştiren anlayış mesleğin gündemini etkilemeyi şansa bırakıyor. eğer kutuplar bunlar olsa, o zaman tasarım eğitimi olmayası.

26 Ağustos 2019 Pazartesi

tasarım eğitimi diye bir şey var mı?

yani efendim burda asıl öğrencinin şeysi değil mi? ya da yani okul bişeyler şeyetse de o dehanın, yani tasarımcı olup kendini gündeme yerleştirenlerin kim olacağını pek de tarif edemeyecektir değil mi? yani sonuçta Bauhaus'u hep ustalar şeyetti sonuçta ama Bauhaus usta şeyetmedi sonuçta değil mi? açıkçası bu ustaların pek çoğu formel bir eğitim almamışlardı açıkçası, çünkü açıkçası öyle bir eğitim de yoktu, yani açıkçası vardıysa da açıkçası bu ustaların içinde hareket ettiği yeni paradigmayı tatbik etmiyorlardı, sonuçta ustalar okulsuzdu ya da açıkçası okulsuz sayılırlardı. ortam ve deha, değil mi? o zaman tasarım hocası ne yapmaktadır?

bunun gibi bilinen soruların esasında bilinen yanıtları da var. tasarım eğitimi vardır, farklı tür ve tavırları mevcuttur, öğrenciyi çok geliştireni az geliştireni yani iyisi ve zayıfı vardır... ve aslında, açıkçası, sonuç üzerinde öğrenciden de çok hocalar grubu ve öğrenme ortamı etkindir. bunlar böyledir.

ama dahası vardır, öğrencinin kültürel sermayesi, motivasyonu, adanması ve yatkınlıkları, mezunun bağlantıları ya da bağlantı kurma becerisi, şans, meslek pratiği ortamı ve dönem, bunlar da kimin daha meşhur, kimin daha gözönünde, kimin daha üretken, kimin daha olumlu anlamda üretken olacağını belirler.  o da öyle.

tabii ki iyi hoca, iyi öğrenciyle buluştuğunda sonucun daha iyi olma ihtimali yükselir. ama bu kişinin meslek pratiğine dönük becerileri ve yatkınlıkları daha sonra ayrıca sınanacaktır...


bu iyi bilinenleri bir kusalım, kenara koyalım. şöyle şöyle soruları da hatırlayalım, onlar da kenarda dursun: iyi hoca olmadan tasarım eğitimi olur mu? tasarım eğitimi ideal bir öğrencinin dışındakilerle ne yapacak, nasıl yapacak?

şimdi ama, açıkçası, dönüp tekrar sormanın da zamanıdır: tasarım eğitimi diye bir şey var mı? ve tasarım eğitimi tasarım eğitimi olmalı mı?