gidişatları tahmin etmek, dönemin eğilimini derin bir sezgiyle okumak, kehanetlerde bulunmak yolunda engellenmez bir eğilim olmuştur içimde hep. bunla karşıtlık içinde, neyi neden nasıl yaptığını, neyin içinde olduğunu, geri çekilip de, yavan tabirle, "büyük resmi" görme ihtiyacını hiç hissetmeyen arkadaşlara şaşagelmişimdir. gerçekteyse, esasında ne ben olup bitenin karmaşasında hakiki bir sezgi ve öngörü geliştirebilmekteyimdir, ne de şaşkın arkadaşların dar görüşü ve şimdinin tesadüflerinde yaşayıp gidişleri bir fark yaratmıştır. öngörülemeyenin içinde şakın ya da kurt olmak arasında fark yoktur sonuçta. neyin nereye hangi eğilimlerle akacağını bilemediğiniz alanlarda herşey olur gider, o kadar.
3 Haziran 2025 Salı
fatalizm
2 Haziran 2025 Pazartesi
alimliğin bugünü
Eğer işiniz metinleri incelemekse, alimane (yani scholarly) bir özenle metinlerde ne var ne yok tarayıp sonra sanki bunlar zaten yayınlanmamışçasına "bakın bunlar böyle böyle yayınlanmıştır" dedikten sonra güya işte "o öyle demiş ama bu böyle de denebilir, zaten şu da şöyle demiş" falan, iş yapıyormuş gibilerinden yazmak aslında bazı senaryolarda o kadar anlaşılmaz değil. Diyelim ki herkesin erişemediği, ya da okuyamadığı, ya da anlayamadığı, ya da erişip okuyup anlayabileceği ama her niyeyse ihmal ettiği, yahut unuttuğu, yahut bir sebeple belirli bir şekilde okumayı akıl edemediği ama akıl etse aslında iyi de olabilecek ürünler söz konusuysa, oturup çoktan yayınlanmış metinlerdeki az ya da çok bilinen fikirlerin, elbet bunlarla ilgili tüm ikincil literatürü de hesaba katarak, incelikli, eleştirel ya da inşai, kuramsal bir tarihçiliğine soyunmak anlamlı bir üretim olabilir ya da böyle bir potansiyel barındırabilir.
Bir deneme, bir girişim, bir deney.. Tutabilir, tutmayabilir.. Her yazı da muhteşem olamaz herhalde. Bazı yazılar biraz öylesine ya da önemsiz çıkabilir. Bazen aslında akademik usulde sıkıntı yoktur da, yayınlanan ortam, ebat ya da konu elvermeyebilir. Önemsiz bir konu değildir belki ama bir kıvılcım parlamıyordur ordan, açıktır herşey, bayağı... Bazen de söylenecek herşey söylenmiş geriye vakanüvislik kalmıştır ve birinin bunu yapması lazımdır. Yok ilginç bir şeyler söylemek için daha zorlarsanız bu sefer yazıyı saçmalığın sınırlarından itip düşüreceksinizdir.
Başka ne zaman tutmayacaktır? Samimiyetsizce, tırt bir kültürel ürünü, yani aslında bir açılım, potansiyel, yenilenme ya da incelik barındırmayan bir işi, yani güçlü olmayan bir takım seçimleri, yeterince incelemeden, uzun uzadıya düşünmeden, ikincil literatürün farkında olmadan, sözde bir yaratıcılıkla, yani diyorum ki, çoktan zaten apaçık görünen sözde-açılımlar, bağlantılar, görünürde-yaratımlar için okumak, egzersiz ise, ya da bir sebeple gerekli olmuşsa çok bişey denmez ama, bir tür kariyerist zaruretle ya da iş olsun diye okumak ve yazmak, hadi not defterinize yazdınız da, yayınlamak, sonuçta egzersizler, girizgahlar, deneyler ve acemilikler kaçınılmaz olduğuna göre, ve yolda tükürülen herşeyi yayınlamayı zorunlu kılan bir akademik iklim yaratıldığı için, aslında yayınlamaya ve paylaşmaya değmez olduğu halde yayınlamak, öylesine bir yazı enflasyonu yarattı ki, arama motorları çamurdan tıkandı ve ilginç bir yazıya denk gelmek başlı başına akademik bir girişim halini aldı.
Bunun karşısında insan boylu boyunca beşeri bilimleri ve kuramsal üretimleri mahkum etme eğilimine giriyor. Ta ki, eski usul bir alimden, deyim yerindeyse bir "hümanist"ten, derin araştırılmış, incelikle düşünülmüş, keyifle yazılmış bir metne denk gelene kadar. O zaman o metnin konusu insanı ilgilendirmese de insan yapılan işe saygı duyuyor yeniden. Parodi derken bunlar kastedilmiyor da, böyle bir düzeye erişene kadar, ya da hiç erişilmeyeceği halde, bunun bir yavan taklidinde ısrar edilmesinden bahsediliyor.
İdrakin keyfi, öğrenmenin hazzı, ince düşüncenin meydan okuması, paylaşımın heyecanı... Bunları yayın baskısı ve koflukla değiştirmek, yani aslında anlamlı motivasyonları olan "woke"luk değil, o eğilimi de beraber getiren akademik kitleselleşme, bu kitleselleşmenin getirdiği kültürel enflasyon ve kalite yitimi kadar kesifleştirdiği idari rekabet, sonra her kademedeki akademik değerlendirmelerin yüzeyselleşip sayısallaşması ve bağlantılı bir seri gelişim kültürel alanları çürüttü. Akademi genç akademisyenleri "enable" eyleme kurumundan ibaret kaldı. Hep bir yönüyle öyleydi, öyle olmalı da, ondan ibaret olması fena.
Çalıştığı alanları samimiyetle seven birilerinin belirli bir donanım ve kavrayışla üretmeye devam ettiğini gördüğümüz karşılaşmalar giderek daha dokunaklı oluyor. Burada jargon üstadlığını, ya da "işini öğrenmiş", gemisini yürütüyor olmayı kastetmiyorum elbet. Samimiyetsizlik ustaca olduğunda bile sırıtıyor; yazıların nihai anlamsızlığında, vargıların öngörülebilirlik yahut zorlamalığında... Yayınlamış olmak için yazmak, yahut içine düşmüş olduğun için, bir şekilde dersini verip çalışmış olduğun için yayınlamak, ikisi de pek iç açmıyor ama makinanın dişlileri böyle dönüyor işte.
[Yazdığım bir taslak için "kampüs roman"ları ararken böylesi eski usul alimlerle tatlı tatlı dalga geçen bir sürü roman karşıma çıktı, Bolano'nun 2666'sının ilk kitabında Benno von Archimboldi uzmanlarının aşk dörtgeni, ya da de Lillo'nun Beyaz Gürültü'sünde Hitler Çalışmaları alanını kuran Jack Gladney, Houellebecq'in İtaat'ındaki (Teslim diye çevrilmeliydi) Huysmans uzmanı François vb. Hani onları okurken de insan artık kendi darlığından nefesi tıkanmış böyle bir allameliğin pek mümkün olmadığını ya da hatta eski-yeni usul diye bir ayrım da olmadığını düşünmeden edemiyor ama sanırım böyle "tek yazarlık uzman"lıklar tek seçenek olmadığı gibi, asıl sıkıntı da orda değil...]
18 Mayıs 2025 Pazar
Kimin için neyin için
Batı cephesindeki AI destekli substack'lenme atılımını (ya da ekonomisini mi demeli?) bir kenara koyarsak, bizim bu taraflardaki bloglar (hatta görünen o ki instagram ya da twitter mikroblogculuğu dahi) insanların okuduğu bir mecra olmaktan çıkmış görünüyor. Ama yazan artık insanlar tarafından okunma motivasyonuyla yazmıyor zaten. Yazmak için yazıyor. Ve elbet bu olgu tespiti hiç okunmayacağımız anlamında anlaşılmamalı. Okunuyoruz. Site ziyaret istatistiklerine girdiğimizde belli günlerde tıklanma eğrilerinin sivri uçlar büyütüp, başaklar verdiğini görebiliyoruz. Ağ sürüngenlerinin günleri işte bunlar. Belirli aralıklarla tüm internete sızıp insanlığın harflere ve imgelere döktüğü tüm enformasyonu kaydediyorlar. Bilindiği gibi yapay zekanın besini işte bu harf ve piksel halitası. Okunuyoruz. Hem de insandan çok daha cevval okurlar tarafından. Satır satır. Token token. Ve bu okunanlar başka insanların eserlerine sentezlenerek yeniden internete yayılıyor. Büyük Dil Modellerinin işleyişi gereği, reklamcıları ve dergi editörlerini mutlu edecek bir ortalamalık hamurunun iletişim alanını büsbütün boğacağını öngörmeliyiz.
16 Mayıs 2025 Cuma
Araştırılmasının merkezi sorunsalı
Örneğin, mimarlık akademisinin belli başlı bölgeleri, birimleri, alt alanları gözönüne alındığında, bu alanların, diyelim ki doğanın düzenini, canlı bedenlerin işleyişini ya da teknolojik cihazların çalışmasını odağa alan diğer bazı bilim alanları yanında bir bilim parodisinden, ya da hatta Feynman'dan başlayıp Dennett dolayımıyla bize ulaşan bir şakaya göre, bir "kargo kültü"nden ibaret olduğunu biri mi söyleyecekmiş? Ben miymişim bu kişi? Bu mümkün olabilir mi? Böyle bir şey söyleyebilir miyim?
Elbette böyle bir şey söyleyemem, bu büyük bir iddia olur. Söylersem sonra bu saçma savı bir akademik özen uyarınca desteklemek zorunda da kalırım. Ama böyle savlar, hani Turing'in Tezi gibi, kanıtlamaya ya da desteklemeye çalışmayacağınız üst ölçek anlatılar olsa gerek. Bir ortaya atsanız böyle görüşleri, ondan sonra kuram teknikleriyle gerçekten savunabilir, delillendirebilir misiniz?
Esasında bu tür konular üzerine, oturduğunuz sandalyeden üfürmek kolay olur ama diyelim ki karşınıza aldığınız yavan ve yüzeysel bir takım toplumsal klişelerle, Uğur Tanyeli'nin sevdiği tabirle ve kendisinin de sıklıkla kaçınamadığı gibi, bir "gölge boksuna" giriştiniz; böyle bir senaryonun sınırları içinde hala belki meşru sayılabilecek bu "sandalyeden" ve "kitaplararası" kuramcılık, eğer bir adım öteye geçip de empirik olarak desteklenip yanlışlanabilecek bir iddiayı üstlenme cüretine varırsa, artık efendim veri, gözlem ve deney ve daha neler neler olmadan, yani kuramla yetinmeyen ve kurama yenilmeyen bir toplum bilimleri araştırmasına girişmeden cümlenizi bağlayamazsınız değil mi? Ama bahsi geçen türde bir araştırma...
Böyle bir araştırmaya girişmenin anlamı ya da imkanı var mı? İşte mimarlığa has tikellikler biliminin merkezi sorunsalı. Buradan başlayabiliriz belki de. Başlayacak olsaydık yani. Belki biri bir gün bunlardan bahsedecek olursa. Olsaydı. Olacaktı.
15 Mayıs 2025 Perşembe
Tikelliğin büyük uzmanı
Evet, blogu açtım yeniden. Mimarlık akademisiyle ilgili bir seri posta yazacağım. O kadar. Ama elbette bu söz de vaatte kalmak üzere sarfedilmiş..
Uzun bir arada yazılacaklar birikiyor; yazma motivasyonu artmasa da. Yazılacakların önem hissi yazma hevesiyle beraber çöküyor.
Gereksiz edebileştirmelerden kaçınmak istenirse de, yanından etrafından dolaşarak falan, artık nasıl oluyorsa, bir ifade bulmak lazım. Yani, düzünden kolayca söylenebilecek hususlara etrafından dolanma yolları icat etmek..
Bu da benim suçum değil, hiçbiri benim suçum değil. Dinleyenler etrafından, yavaş yavaş, çaktırmadan dolanmaksızın hazmetmeyi kabullenebileymiş.. Hiçbiri benim suçum değil ve hepsi parodi.
Yazacağım, neyse ne! Elçiye zeval olmaz.. Ya da, yazacağımı vadedeceğim, belki yazacağım da.
Dünyayı kurtarmak için değil. Mimarlık akademisi için bir yer yön bulduğumdan da değil. Aklıma takıldığı için sadece. Mimarlık akademisi çok kıymetli, öylesine vazgeçilmez olduğundan da değil, söylememe gerek yok. Hepsinin sadece bir tarihi olduğu ve kendine bir tarih bulan herşey gerekli gereksiz anlatıldığı için.
10 Ocak 2024 Çarşamba
para birimimiz umut
Anadolu yaylasının bir kenarında birbiri ardına ve önceden haber de vermeden çekilip duran obrukları derdetmeden duruyorduk. Orada obruklar, kendi kendilerine, aşağıda bir yerlerde sakince yatan yeraltı denizinin peşine takılmış derinlere akarken, aralıksız çalışan motorların bereketli suyu o derinliklerden gerisin geri emerek yeşil ve keskin yapraklarına püskürttüğü mısırın zenginliğini, yanlış anlaşılmasın, sadece bir sanat projesi için sergilemeyi amaçladığından, pahalı arabalarıyla mafyacılık oynayan ağacıkların arka koltuklarındaki deri kaplamayı ceketiyle gıcırdatmak üzere ülkenin merkezindeki sismik tembellikle tesadüfen aynı mevkiye denk gelmiş kurak bozkırda seyahate çıkmış bir hoca. Kollarını yeryüzüne uzatmış yatan LIGO evrenin uzak bir köşesinde birbirine tutunmuş kara deliklerin bir diğeri etrafında dönüşünü dikizlemek derdinde. Herşey herşeyle bu kadar bağlantılıyken herhangi bir şeyin herhangi bir diğer şeyle ilişkili olmasının hala bir önemi var mı?
Sular çekiliyor ve mısır suya kavuşuyor. Yemyeşil, azametli bir çayır. Ağaların atlarının içinde kaybolduğu bitimsiz bir sazlık. Neler avlanıyor buralarda? Para, itibar, değer, besin, yem, et, enerji... Ve su pipetlerden durmadan yeryüzüne emilirken altımızdaki deniz çalkalanıyor, toprak içten içe boşalıyor, altımızda kalan gevşek toprak ufalanıyor.
Bir grup aktivist, elbette buradaki kaçınılmaz düğümü çalışmak ve onu dünyaya, yanlış anlaşılmasın, dünyaya derken, akademik dünyadaki bir avuç münevvere, sanki çoktan bilmiyorlarmış gibi yeniden ifşa edip kendi ikballerini hazırlamak üzere bu coğrafyaya geldiklerinde ağanın arabasının yumuşak misafir koltuğundan inen fizik profesörü onları dostlukla karşılıyor: Bizi takip edin, evrenin göbeğine gideceğiz; herşeyin çekildiği yere, kara deliklerin, karanlık maddenin, yerçekimi dalgalarının, anlamın, geleceğin, suların, toprağın.. Geri çekilmeyen hiç bir şeyin kalmadığı yerde sizlerle belirsiz bir zaman geçireceğiz. Siz dünyanın tüm politik sorunlarını tüm bağlantılarından çekiştirip kördüğümü açmayı vadedeceksiniz, biz laboratuvarın sponsoru olan ağa evladıyla çektikçe ele gelen, içten içe genişleyen ve bir dibi varmış gibi de görünmeyen kainatın öbür ucunu ve zamanın başlangıcını dikizlemek için hep daha uzaklara bakacağız.
Sonra bir gün ufukta neşeli bir grup belirecek, bunlar genç olacak, bunlar söylediğimiz herşeyi satın almaya hazır olacak, hayvan besleyenler ağanın mısırlarını satın alacak, sizler makalelere dökülenleri hazırlarken, gençler de sizin söylediklerinizi satın alıyor olacak, para birimimiz umut...
5 Aralık 2023 Salı
arkası yarın
chapter 0. akrep ve kurbağa
chapter 1. at ve eşek
chapter 2. nasreddin hoca ve timur'un filleri
chapter 3. kurbağa ve öküz
15 Mart 2023 Çarşamba
söyle bana GPT
GPT-4 girdiği sınavlardan epey yüksek puanlar alıyormuş.. Yakın zamanda hiç bir insanın herhangi bir şey bilmesi gerekli olmayacak. Bilmek, öğrenmek bir hobiden, bir ilgi alanından, bir oyundan ibaret olacak.
Ha, ama zaten çoğunlukla öyleydi.
Bilinen şeylerin çoğu birileri bildiği ya da önemsediği için ilginçti, o kadar.
Şimdi, bilinmesi önemli olanları da insanların bilmesi gerekmeyecek. Bilgisayar bize söyleyecek, o anda.
Mimarlığın akademi parodisini yazmak için kafamı toplamıştım, nerdeyse hazırdım, yazdım yazacaktım. Ama artık onu yazmanın da anlamı kalmadı.
15 Temmuz 2021 Perşembe
dönüm
ve gösterdiler ki.. onlarca yıl her önemli olayda, harekete geçmek, pozisyon almak, direnmek ve kararlı olmak gereken her olayda, birileri tarafından kulağımıza tıkanan ve toplulukların eylemsizliğe sevkolunma arzusunu her seferinde yakalamayı başaran: "haklıyken haksız duruma düşmeyelim" (yani: aman bir şey yapmayalım!), "kendi sayısal argümanlarımızı üretelim ki.." (yani: bürokratik kanallarda enerjiyi boğalım), "bilmemnerede bilmemne olmuş da bişey bişey yapacakmış anlarsınız ya, biz de taktik olarak mmm.." (yani: komploculuk ve klikçilik kanalına çekerek bulandıralım) ve türevi söz ve söylemlerin hepsi aslında korkak, işbirlikçi ve/ya işinibilirlerin bahaneleri ve taktikleriymiş. yapılacak şey gerçekten açıkmış. ve ünvanına layık akademisyenler bunu yapabiliyorlarmış. bir okul bunu gösterdi.
ama bu momentum, önüne geleni ya hamuruna katan ya da yıkıp geçen bu moğol istilası, geldi geldi geldi, gücünü kaybede kaybede, azala azala, uzandı uzandı uzandı, inceldikçe inceldi ve son gücüyle tınnn diye birilerine çarptı, bir kuruma çarptı, bir üniversiteye tıkırdadı, kalakaldı orda. tükendi. ve bu kurum son noktaydı artık. tüm kurumlar içinde sonuncusuydu. sondu. orda kaldı. aşamadı. insan imreniyor. biz neyin parçası olduk ama nasıl bir yerde olsak gurur duyacaktık.
3 Temmuz 2021 Cumartesi
"bir rüyadan arta kalmanın sonu budur işte"
30 ocak 2014 tarihinde yayına açtığım ama şimdi taslağa çekmiş bulunduğum* bir post'ta aşağıda alıntıladığım kehanetleri ortaya atmışım. o dönem havada koklanan bu eğilimler bugün olgun formlarını yakaladığına göre, şimdi önümüzdeki dönem için yeni bir kehanet seti uydurmanın zamanıdır. ha bunlar kehanet tabirini hakediyor da olmayabilir. zira o kadar açık açık, o kadar göstererek gelişiyor ki bundan sonrası..
"""30.1.014>>
üniversite dönüşüyor. akademiğin demografisi de onun peşine takılmış o
da dönüşüyor. bu yeni akademinin şimdilik üç temel karakteri var.
bunların ikisi zamanla daha makbul karakterler olacaklar. makbul hale
gelecek karakterlerin ilki çalışkan öğrencilikten verimli akademikliğe
geçen, çoğunlukla--vülger bir ifadeyle--"idealist" denen, ama
entelektüel
donanımı zayıf, schiller'in yarım/uzmanlaşmış insanına daha yakın, dar
görüşlü, politik ufku sığ, çalışkan-ve-düz-akademik. ikinci makbul
karakter
toplumda yükselmek isteyen bir kariyerist, yani iş hayatının genelindeki
makbul karakterin akademiye aynen transfer olduğunu ve gittikçe de
sayıca hakim hale geleceğini öne sürebiliriz? peki bunlar üniversitede
ne
yapıyor(?) diye insanın sorası gelir ama, esasında hep varlardı, şimdi
değişen sayısal yoğunlukları oldu. üniversite ortamı değiştikçe
akademinin karakterini daha fazla belirler hale geliyorlar sadece..
üniversite işleyişte şirketleştikçe kadrosunda da şirketleşiyor.
akademiyi, eğitimi, araştırmayı, ünvanı bir kariyer seçeneği olarak
seçmiş, proje üstüne proje yazan, öğrencilerini ya hızlı akademik
trenlere ya da kaynak yaratan alanlara yönlendiren--uzun uzun
yazılabilecek olsa da--kısaca, daha verimli ve üniversiteye ve kendine
dışarıdan kaynak transfer etmeyi öncelik haline getirmiş, üniversitenin
en hızlı ve verimli hatlarına adanmış, esasında şirket hayatında da aynı
başarıyı gösterebilecek olan (ve gözlerini bağlayıp yedi kere ekseni
etrafında döndürseniz şirkette mi üniversitede mi olduğunu
ayırdedemeyebilecek olan) (üniversite hala hocaların ve öğrencilerin
cemiyeti, ticari ortaklık değil), üniversite kültürünü hem daha verimli,
hem daha üretken, hem daha karlı ama aynı zamanda daha heyecansız, daha
çirkin, daha sığ kılan karakterlerden sözediyoruz. bu durumun sosyal
bilimler ve insan bilimlerinde dahi geçerli olabileceğinden
kuşkulanıyorum. kavramların ve yazarların da akademik modaları var. boş
konuşmanın serbest olduğu, eleştiriden muaf geçici-otonom-alanlar
yaratıyor bu modalar. çünkü akademikler birbirilerini okumak ve
eleştirmekten çok "ağırlıyorlar". gerçekten de ağırlıyorlar. düz
anlamında da ağırlıyorlar. ve dolayısıyla mecazi anlamda da
ağırlıyorlar. bu da akademik nezaketin parçası. zaten en gencinden en
yaşlısına kimse burnundan kıl aldırmıyor. sıkıysa bir eleştir, bir anda
süreğen düşmanlıkların kıvılcımı çakıverir [bu noktada kendimi
sansürledim] ya da süreğen düşmanlıklar bulunduğu için kötücül
eleştiriler serbest bırakılır. aslında eleştiri akademide hep mevcut ama
esas olarak eleştirilenin duymadığı ya da eleştirenin kimliğinin saklı
olduğu koşullarda açığa çıkar... (madem kötücüllüğün kapaklarını açtım
ister istemez konudan biraz saçaklanıyorum. ve evet biraz bayağı olacak
ama, akademik umut normalde kutunun dibinde beklemez öyle, ortalıkta
salınır durur. bu aralar dürtüyoruz dürtüyoruz yerinden çıkmıyor.)
sayısı şimdilik artışta olan üçüncü tip ise şimdilik ne tam olarak
makbul ne tam olarak istenmeyen insan. bu da tabii böyle zorlu bir
dönüşüm ve mücadele alanı haline gelen bir ortamda direnen, direnirken
birbirini bulan ve kendilerini bir tür akademik muhalefet dayanışması
olarak yatay-örgütleyen ve aslında içinde her tür insanı barındıran yeni
ve muhtemelen geçici bir grup. ama sonuçta tepkisel bir oluşum, temel
olarak çirkin/yeni gelişmelere karşı duruşuyla, yani tepkiselliğiyle
tariflenen bir karakter bu. pozitif olan, üretken olan, her ne kadar bu
alternatif duruşlardan etkilense de, kaynağında bu tepkisellik değil;
hangi disiplinde çalışılıyorsa kaynak onun işleyişleri yine... o yüzden
çalkantılar durulduğunda bu üçüncü tipin fona karışacağını
bekleyebiliriz.
mimarlık eğitimi özelinde, verimli-profesyonel-akademik ile yarı-zamanlı
eğitimcilere dönüşen, bir-ayağı-akademide-kalan başarılı meslek
insanları arasındaki işbirliğinin görece daha hakim olacağı bir duruma
doğru gidişi durdurmak mümkün görünmüyor. belki de daha iyi olacak,
gelişmiş ülkelerde bu modeli görebiliyoruz, işliyor galiba... çünkü
meslek insanları gittikçe akademiye gelip gitmeye daha yatkın bir gruba
dönüşüyor ve akademi de daha bir uzmanlaşıyor. uzmanlaşma şu demek:
akademinin teknik uzmanlaşmalara dayalı alanları yerlerini korurken
(zira projeler, araştırmalar, özel sektör işbirlikleri, danışmanlıklar,
bilirkişilikler vd. vd.) tasarım eğitimcileri pratikten koparak uzmanlık
iddialarını destekleyemez hale geliyorlar. sosyal bilimciler olarak ya
da insan bilimleri emektarları olarak da çok ciddiye alınacak düzeyde
olmadıklarına göre, düzünden tasarım eğitimcilerinin geleceği o kadar da
parlak görünmüyor. zaten stüdyoları ücretsiz-gönüllü-genç
profesyoneller ziyaret edip duruyor artık. bu artacak. tasarım
eğitimcisi akademiklerin ağırlığı bir miktar azalabilir ve rolleri,
yavaş yavaş, eğitim politikasını ve işleyişini yönlendirmek, dışarıdan
gelip giden meslek insanlarını yönlendirmek ve onlara pedagojik destek
vermek gibi bir bölgeye doğru yığılabilir. dahası, üretken addedilen
ikinci bir uzmanlığa sahip olmayan, deli gibi yayın, networking, veya
reklam yapmayan, ya da bir ayağı yoğun biçimde pratikte olmayan tasarım
eğitimcileri yavaş yavaş eksilebilirler... böyle bir durumda, mevcut
kuşaklardan sonra, mimarlığın tasarım akademisinde en üretkenler
tutunabilecek sadece, en işe yaramazından en donanımlısına en üretken
kesim... nicelik daha belirleyici olacak diyorum yani, başarı
kriterlerinde hesaba katılan sayılar...
bunları devlet üniversitesi modeline göre yazıyorum. ve ama vakıf
üniversiteleri devlet modelinden tümüyle bağımsız değiller. vakıflarda
ders veren kadroların çoğu ya halen devlette çalışıyor, ya devlet
modelinde yetiştiler ve transfer oldular, ya da en azından devlet
okullarında öğrencilik ettiler. bu anlamda devlet üniversitesi vakıf
üniversitesinin dizginlerini şimdilik--kısmen--elinde tutuyor. devlet
üniversitesinin rengini iyice değiştirdiği anlaşıldığında belki vakıf
üniversitesi de dizginlerinden iyice boşanacak ve kurumsal mantığını
daha da fütursuzca takip etmeye geçecek. daha ötesi varsa yani.
biz de son bir kuşak olarak devletin neoliberalizm öncesi memuriyet
yasaları tarafından korunur haldeyiz. şimdilik. bizden sonra ise gerçek
bir tufan. kaçacak yer de yok. ayağını bir o yana uzatmak bir bu yana
uzatmak, ısındıkça çekmek, haşlanmaktan korunmaya çalışmak. bazı
insanları gayet mutlu edecek böyle bir yaşam evet. heyecanlı ve meydan
okuması bol? gazete ve dergilerin ve internet ve tv'lerin bize sunmayı
sevdiği olumlu yüzler bunlar. çünkü belli ki insanlar da bu tür gururla,
arzuyla ve başarıyla parlayan yüzleri karşılarında görmek ve zorlu
hayat karşısında motive olmak istiyorlar (ayrıca toplumun her
kademesinde tekrar tekrar ortaya çıkan saadet piramitleri ve akademideki
paylaşım network'leri arasında benzerlikler var). gerçekte, tanıdığımız
insanların çoğu bu gülen yüzler arasında değiller.
beyaz yakalıların çoğunluğu çalıştıkları işlerden ve yaşadıkları
hayattan şu ya da bu sebeple şikayetçiler; facebook ne derse desin.
okullar ve aileler samimiyetle çalışana mutluluk ve başarı vadetmişlerdi
ama sadece düz hayat varmış.
olumlu yüzlere ise xxxxx demeyeceğim hayır. çünkü aslında daha ziyade
karakterle ilgili bu. onu da kötü anlamda söylemiyorum. mevcut koşullara
uygun (evrimsel tabirle zinde) kalmaları da tesadüfî
biraz. toplumsal statülerinden değil ama esas olarak karakter yapıları
sayesinde, diğerlerini pek de hoşnut etmeyen aynı hayat koşulları içinde
bir şekilde verimli ve mutlu olmayı başaran istisnai bir mutlu azınlığı
bize tekrar tekrar gösterip olumsuz düşünceleri ve eleştirelliği
kötümserlik etiketi altında ezerek her gün içinden geçegeldiğimizi
düpedüz bildiğimiz çirkin bir yaşamın koşullarına bizi razı etmeye
çalışan bir düzene de debord'un tabiriyle "gösteri" demeyeceksek,
schiller ve durumcular gibi biz de modern dünyanın koşulu olarak
dayatılan "ayrım"ı en azından akademide mahkum etmeyeceksek, suçu olup
bitenlerin tatsızlıklarında değil de motivasyon vermeyi iş
edinmeyenlerde, her durumda kayıtsız desteklemeyenlerde, daha gerçek
sebepleri yakalamaya çalışanlarda buluyorsak [burası sansürlü]. çünkü
kayıtsız şartsız motivasyon da aslında o eski saadet network'üne ait bir
tavır ve belki yeni akademi de benzer tavırlar kullanır kim bilir? biz
hepimiz iyiyiz, sen de iyisin, sen başarılısın (çünkü bizdensin), ben
biz hepimiz, özellikle de biraradayken ve büyüklerimiz bizi sevdiği
sürece, yönetmeliklere uyduğumuz ve paylaşımdan pay aldığımız sürece biz
bir iyiyiz ya :) birbirimizi hayatın zorlukları karşısında sürekli
motive etmek zarurî
ve ama kolay da. ve zaten eleştirecek bir şey de yok. bak mutlu ve
başarılı kişilerin 12, 21, 35 alışkanlığını oku. ve neydi, aynı modeli
takip eden.. partiler, gösteriş, başarı ile parlayan takım elbiseleri ve
kol saatleri ve yüzler, neydi onun adı, titan mıydı?
"""
...
kehanetlerimin sonunu baştan söyleyeyim: sadece ülkemiz ve sadece mimarlık alanı özelinde değil, genel olarak, akademide iyi olan, akademiyi meslek pratiğinden olumlu anlamda ayrıştıran, akademi adına önemli olan ne varsa sonuna geldik. ve bu eğilimin geri dönüşü de olmayacak.
temel bilimleri bir kenara ayıralım. bunlar durduğu gibi durabilir. mühendislik ve diğer uygulamalı alanlarda akademilerin meslek pratiğinden önemli bir farkı zaten uzun zamandır yoktu. insan bilimleri ise işlerini ne kadar doğru, ne kadar yoğun yaparlarsa, içsel sıkıntılarını ve son tahlilde çok da lüzumlu olmadıklarını, ya da en azından akademi çerçevesinde kamu tarafından desteklenmelerinin çok yerinde olmayabileceğini o kadar iyi ortaya koyuyorlar. ("belki daha çok tiyatrolara, operalara benzer biçimde desteklenmeliler" fikri ağır basmaya başlayabilir.) insan bilimlerini karakterize eden ve etmesi gereken pragmatik çıkışsızlık, işe yaramazlık, bulanıklık ve bitimsiz ayrışmalar, sosyal bilimlerin de entelektüel zeminini aşındırıyor ve durmadan "yeni"yi ve umutlu gelecekleri vaad eden yavan mühendislik yöntem ve söylemlerinin sosyal bilimleri daha güçlü biçimde işgal edebilmesi için bir itki oluşturuyor. bu yeni saldırı belki onlarca yıldır sürüyordu. ve muhtemeldir ki önümüzdeki on yılda bir geri dönüş arayışını, o eski karanlık entelektüel yoğunluğun getirdiği kavrayış derinliklerinin yeniden devreye sokulması denemelerini gözlemleyeceğiz ama nafile. doğru, mühendislikten akan tekniklerin kendi başlarına bir işe yaramadıkları, eleştirel bakış ve sorgulama olmadan uygulanamadıkları, yanıltıcı olabildikleri vb iyiden iyiye görülüyor, görülecek ama elden çıkarılan entelektüel yoğunluğun, bu yoğunluğu üretmeye muktedir olan o kasvetli, statik, yapay, yer yer geleneksel eski akademik auranın, bu eski akademiye ait akademisyen tiplerinin yeniden yakalanması, üretilmesi, kullanılması mümkün olmayacak.
sosyal bilimlere benzer biçimde, mimarlık akademisi de, insan bilimlerinden beslenmesini ve kendini toplumsal-kültürel-politik bağlamla hizalamasını sağlayan bağlantılar çözüldükçe, zaten bünyesinde oldum olası barındırdığı mühendislik yöntem ve söylemlerine bütün bütüne yenilecek. mimarlık, yok efendim sanat mıymış yok efendim bilim miymiş neymiş, birinci sınıf öğrencilerine sorulan sorular geçmişte kalacak. mimarlık "çağın problemlerine yenilikçi çözümler sunarak birlikte daha sürdürülebilir bir geleceği inşa edecek olan" bir mühendislik alanı olacak. yani mimarlık adına değerli olan, onu kendine has, ayrı bir disiplin kılan her şey geri plana çekilecek. bir türlü gerçekleşmeyen boş vaatlerin bıkmadan usanmadan yüzeye püskürtülmesiyle karakterize olacak olan bu yavanlık denizi içinde, sığ iyimserlikleri ve uyumlanma enerjileri tükenmeyen pragmatik kariyeristler güruhunun arasında, bir rüyadan arta kalmış 3-5 figür, şahısları etrafına ördükleri köpükten kabuklarıyla bir süre sürüklenip, geride fazla da iz bırakmadan çekilip gidecekler.
*Ülkenin politik vaziyeti sebebiyle epey bir post'u taslağa çekmem gerekti
1 Şubat 2020 Cumartesi
yeni bir döneme hazırlanabilir mi iken?
21 Aralık 2019 Cumartesi
in girum imus nocte et consumimur igni
şöyle bir baktım da önceki entry'lere.. son 4 yıldır krizden, anlamsızlıktan başka bir ifade aramamışım burada.. beni doktorayı bitirememek bir rayda tutuyormuş belki... dünyayı bitmeyen doktoralar kurtaracak.
19 Eylül 2019 Perşembe
altın orta demezsin değil mi?
26 Ağustos 2019 Pazartesi
tasarım eğitimi diye bir şey var mı?
bunun gibi bilinen soruların esasında bilinen yanıtları da var. tasarım eğitimi vardır, farklı tür ve tavırları mevcuttur, öğrenciyi çok geliştireni az geliştireni yani iyisi ve zayıfı vardır... ve aslında, açıkçası, sonuç üzerinde öğrenciden de çok hocalar grubu ve öğrenme ortamı etkindir. bunlar böyledir.
ama dahası vardır, öğrencinin kültürel sermayesi, motivasyonu, adanması ve yatkınlıkları, mezunun bağlantıları ya da bağlantı kurma becerisi, şans, meslek pratiği ortamı ve dönem, bunlar da kimin daha meşhur, kimin daha gözönünde, kimin daha üretken, kimin daha olumlu anlamda üretken olacağını belirler. o da öyle.
tabii ki iyi hoca, iyi öğrenciyle buluştuğunda sonucun daha iyi olma ihtimali yükselir. ama bu kişinin meslek pratiğine dönük becerileri ve yatkınlıkları daha sonra ayrıca sınanacaktır...
bu iyi bilinenleri bir kusalım, kenara koyalım. şöyle şöyle soruları da hatırlayalım, onlar da kenarda dursun: iyi hoca olmadan tasarım eğitimi olur mu? tasarım eğitimi ideal bir öğrencinin dışındakilerle ne yapacak, nasıl yapacak?
şimdi ama, açıkçası, dönüp tekrar sormanın da zamanıdır: tasarım eğitimi diye bir şey var mı? ve tasarım eğitimi tasarım eğitimi olmalı mı?
1 Mayıs 2019 Çarşamba
31 Aralık 2018 Pazartesi
kayma
23 Ağustos 2018 Perşembe
18 Haziran 2018 Pazartesi
lanet
neyi ne zaman yarım ve eksik bırakabiliyoruz ki?
28 Mayıs 2018 Pazartesi
"distinguished guests"
darwin galapagoslar yerine bienal zamanı venedik'in takımadasına gitse oradan yine aynı düşüncelerle dönermiş...
o kadar yüklü bir rekabet.. dolu dolu bir kapışma.. kalabalığından yani.. görünme, varolma mücadelesi...
dünya işler ve fikirlerden evvel pr etrafında dönüyormuş. işler ve fikirler pr'ın kullandığı araçlardan biriymiş sadece..
her yerde bir kuyruk, her kapıda bir sıra, her arayışta bir rekabet.. kalabalık durup beklerken o sıradan hızlı geçen, herkesten önce orada olan, herkesten rahat giden, girilemeyen yere giren, herkesin davetli olmadığı yere davetli olan, bir kademe üstteki projeye dahil olan, bir kademe üstteki, ondan üstteki, ondan da bir kademe üstteki müstesna şahsiyetlerin muhitlerinde bulunan, onlarla kareye giren, bunların etki alanları sayesinde daha da daha da daha da ayrışan, ayrışan, ayrışmak isteyen, ayrışmak için orada olan..
bir yönüyle yerinde bir proje yapmışız onu anladım. o kadar basit değilmiş. laftan ibaret değilmiş. ama paradoksal bir proje.. ayrışma yapılarının mümkün kıldığı, olsa olsa bu ayrışmaya dayalı kültürel yapıları iyi kullanmak üzerinden mümkün kılınabilen bir tür empowering projesi gerçekleştirdiğimizi orada daha iyi idrak ediyoruz..
ama imkansız bir girişim. devede kulak olmanın yanısıra, yine ayrışma yaratmaya çalışıyor. çünkü orada ayrışmadan daha büyük bir değer yok. bu kaçınılmaz.. herkes orada varolmaya çalışıyor ve herkese yetecek kadar "ilgi" ve mercek mevcut değil.. ayrışmayı yaymaya, ondan pay almaya, ayrışmaya çalışıyoruz.
14 Mayıs 2018 Pazartesi
çalışmayanın manifestosu
çalışmayacağım asla,
yüzeceğim güneşten sellerde..
asla çalışma!
para için çalışma, ünvan için çalışma, mevki için çalışma, gelecek için çalışma.
çalışma asla,
"hayat standardı" için.
araba, cep telefonu, ev taksidi, şampuan ve restoran için çalışma.
[browser'im burayı unutmuş.]