mimarlık eğitimiyle ilgili bir seri akademik dergi var. okulların çeşitli nitelikte yayınları ve katalogları var. ve bir takım konferanslar düzenleniyor. ayrıca da mimarlık okulu yöneticilerinin toplantıları oluyor, ulusal ve uluslararası düzeyde.. tüm bunların yanında, bu blogcağız da stüdyo başlığı altında mimarlık eğitimiyle ilgili notlar tutuyor. mimarlık eğitimi stüdyodan ibaret değilse de bu eğitimin en özsel parçası bu stüdyo denen yer işte. stüdyoda olup bitenler... her ortamın ve öykücülük tarzının stüdyoda odaklanan deneyimi algılama, yorumlama, işleme ve aktarma tarzı farklı. bu deneyimleri alıp eğitim teknolojisi, eğitim siyaseti ya da herhangi bir akademik izlek üzerinden yorumlamak mümkün. stüdyo deneyimini kuramsal bir çerçevenin görselleştirilmesini ya da bazen savunulmasını sağlayan bir vaka olarak kullanmak mümkün. ya da bu vakalardan hareketle sayısal çalışmalar yapmak da mümkün... stüdyoyla ilgili her şekilde yazılıyor ve her bakış anlayışımıza farklı bir katman ekliyor, ya da her katman ve ölçek stüdyoya farklı bir noktadan bakmamızı sağlıyor (bu katmanlar ve ölçekler meselesi aslında robert nozick'in philosophical explanations adlı kitabından esinleniyor ve belki daha uzun uzadıya ordaki pasajı tartışmam lazım). şimdi bu blogcağız da stüdyoya başka perspektiflerden bakıyor. stüdyo çok ilginç bir yer aslında. mimarlığın hem öğretildiği hem öğrenildiği hem de üretildiği yer olarak düşünüyorum ben stüdyoyu ve aslında stüdyoyu ofisin uzantısı olarak değil ofisi stüdyonun uzantısı olarak görüyorum. bu mekanın hiyerarşi ve karar alma, teknoloji ve mekansal düzen açısından organizasyonu mesela ilginç. o stüdyonun fiziksel olarak bulunduğu nokta da ilginç ama, hangi binanın neresinde ve içinde kaç kişi var ve bunlar nası insanlar. o stüdyoda nası işler yürütüldüğü nasıl konuşmalar geçtiği ve bunları gerçekleştiren kişilerin nasıl hayatlar içinden geçegeldikleri de ilginç. orda üretilen şeylerin kendisi de ilginç, nasıl oluyor da bunlar üretiliyor ve başka türlü şeyler üretilmiyor sürekli düşünüyoruz bunlar hakkında. bugün seminerler vardı mesela okulda ve bu yıl bunlar sunumlar şeklinde gerçekleşti. ve bambaşka fikirlerle zihnimiz zenginleşmediyse de seminerlerin bu şekilde kurgulanmasının çok iyi bir fikir olduğunu gördük sanıyorum ve basitçe stüdyoyu ve ürünleri anlatmanın dışında sunum tavırları olabileceğini de anladık. başka tavırlar diyorum ama buraya kadar saydıklarım ortadan kalksın demiyorum. tüm bunlara eklememiz gereken başka ve daha kişisel katmanlar var diye düşünüyorum ben. fenomenoloji vd. başlıklara girmek istemiyorum hayır. fenomenoloji başlığının bana niye inandırıcı gelmediğini başka bir yerde tartışmak üzere geçiyorum şimdilik, ama diyorum ki insanın kişisel tecrübesini derinlemesine deşmesini sağlayan tüm yaklaşımlarla stüdyo üzerine yazabiliriz. mesela ali şöyle bir tiyatro oyunu göndermiş az önce: Oren Safdie "Private Jokes, Public Places". oyun mimarlık okulundaki jüri sürecini merkezine alıyor. çünkü jüri çok ilginç bir deneyim. çok enteresan mekanizmalar üretiyor. ve stüdyo, bütününde, jüriden çok daha incelikli ve karmaşık... işin edebi bir boyutu olması gerektiği açıksa da bunun tiyatro oyunu, öykü ya da roman gibi bilindik formlar içinde çalışılması falan gerekmiyor.
şöyle ya da böyle, biz bu deneyimin birincil sahipleri olarak, konunun şu ya da bu yönü üzerine, derinlemesine düşünmeyi ve yazmayı deneyebiliriz. denemeliyiz. akademik üsluplar zorunlu olarak konunun pek çok yönünü görmezden gelmek zorunda bırakıyor bizi. ama konu karışık. ve biz de, tasarım akademyası olarak, metodoloji açısından, gözümüzü sosyal bilimler, insan bilimleri ve sanat akademyasının yaklaşımlarına daha çok dikmeliyiz. asla empirik araştırmaların bir karşıtı olmadığım gibi sayısal ve istatistiki yaklaşımların dünyaya ilişkin bilgimizi artırmak açısından çok önemli yer tuttuğuna inanıyorum. ancak her konunun da salt bu yaklaşımlarla çalışılamadığını unutmamak lazım. dahası fen / doğa bilimlerinin, zihnimizde, bilim denen şeye topyekün karşılık gelmekliğine de son vermemiz lazım. çoğumuzun zihninde bilimin imgesi kesin zannettiğimiz doğa bilimleri üzerinden kurulmuş. ancak bu tip bir kesinlik bilim felsefesi çalışmaları tarafından doğrulanamıyor. bu ilkel imgeyi bir empirik-karşıtlığına, ya da bir fenomenolojik mistisizme varmadan aşmalıyız (hegelci bir anlamda? ehöm, aufhebung?) diyorum. öte yandan, bir metnin hakikatle ilişkisini sağlamlaştıracağı örtük olarak umulan metinler-arasılık da kıllandırıyor beni. bizzat içinde yer aldığımız olaylar ile ilgili yazarken -ve buna fenomenoloji demek yine de bir tuhaf- bir referans fetşizmine de ihtiyaç duymadığımız anlar var.
özetle, akademikleri akademikler tartışırken, akademikler başka katmanlara da el atmalı.
12 Haziran 2012 Salı
7 Haziran 2012 Perşembe
prot...
iki ay kadar olmuş. doktoram ile ilgili son e-postalaşmalarımız o zamanlarda gerçekleşmiş.. 3 nisan tarihinde yoğun bir hareketlilik var... sonra o konunun ucunu bırakıp makale yazma işine ve tüm diğer ve tüm diğer çalışma ve projelere daldığımı arada makalelerin (5 adet)(!? ve biri hariç hiçbiri yayınlanmayabilir, o biri de zorunlu olarak yayınlanıyor) çatısını çattığımı iki adedini hakikaten yazdığımı, bir sürü deadline ve teslim atlattığımı ve 3 adet dersine bulaştığım bir dönemi bitireyazdığımı ve hem işlerden hem diğer her şeyden çok yorulduğumu not edeyim. ayrıca okulun halısaha turnuvasında yılın en büyük şampiyonları olmak için sol elimi hafif ama bir türlü iyileşmeyen bir sakatlığa kaptırdığımı ve hala kalçamın kenarında hafiften bir sızıyla yürümekte olduğumu da ekleyeyim. başarı başarıdır. küçümsememek lazım. bedenen yorulmak zihnin ve ruhun yorulması gibi değil. keyifli ve hatta mutlu edici. zihnin ve ruhun yorulması öyle değil. her deadline benden bir parça rahatlık aldı götürdü geçen haftalarda. karşılığında da bir parça huzur alacaktım, bazen de aldım ama çoğunlukla teslimin tadını çıkaracak kadar zamanım olmadı. sonraki deadline'ın gece dörtlerine koşturmam gerekti. çok ve çeşitli ve başka insanlara karşı sorumlu olduğum projelere girişmek belki de bir şekilde beni çekiştiren ve itip kakan ve yolda tutan şey olduysa da, kendimden bir alıntı yapayım: "gidişatımı beğenmiyorum". şerbet bardağımı yoğun biçimde çalıştırasım var ve şu anda da çalıştırmaktayım zaten. devam etmeden önce bir parça daha çalıştırayım. ve bunları gülerek yazdığımı da söyleyemeyeceğim.
bugün nihayet doktoramla ilgili ataletimi üzerimden atabilecek kadar içimde güç ve o gücü sevketmeye yetecek planlama kapasitesi ve motivasyon için zihnimde bir miktar boşluk husule geldi. aslında bu potansiyel bir iki gün önceden belli olmuştu. ama ancak bugün bir parça vaktim olacaktı. ve hakikaten de bir takım işleri halletmeye giriştim. çeklist savaşçılığı psikolojide "the big five" denen karakter skalalarından birinin bir ucunda duruyor (conscientiousness). dünyadaki bir grup insan da benim gibi birer çeklist savaşçısı. ve bu savaşın bugünkü çarpışmalarında tüm ataletlere galebe çaldım. ve dedim ya iki aydır.. iki aydır okuldaki posta kutuma bakmıyormuşum. beni birkaç gündür çağırıyordu bu doğru. bir ara anahtarımı alıp çıktım ve dergi, görevlendirme, davetiye ve bülten yığınını kucaklayıp aşağı indirdim. teker teker inceleyip çöpe atıyordum. sonra karşımda dev gibi kırmızı bir karton zarf belirdi. o ana kadar görmemem imkansız. bu zarfı tanıyorum yani bir de. ve zaten dev gibi karton bir zarf diğer öğelerin arkasında kalıp görünmemesi de mümkün değil. ama önüme çıkana kadar göremedim. o zarfın içinde ayan beyan ayırdedildiği o yığını yukarıdan aşağıya kadar en az 130 metre ve bir asansör boyunca taşıdım. ama zarfı görmedim. sonra önüme çıkınca bunun delft'ten gelen bir kargo olduğunu idrak edebildim. içinden protokolün bir türkçe bir ingilizce metni çıktı. imzalıydı ve imzalar orijinaldi. tüm imzalar tamamdı. iki aydır posta kutumda bekliyordu muhtemelen, çünkü 19 martta gönderilmişti. 3 nisan ve dolaylarında o posta kutusuna varmamış olduğundan eminim çünkü o ara posta kutumu kontrol ediyordum. ama yine pek muhtemeldir ki o tarihten az sonra o kutuya düşmüştü, çünkü zarf altlarda kalmıştı. 17-18 nisandaki bir etkinliğin davetiyesinden daha aşağıdaydı. iki yıldır gayb dahil dolaşmadığı alem kalmayan bu protokol metni tüm imzaları üzerinde olmak üzere karşımdaydı. heyecanlandım. vallahi.
işin ilginç yanı. heycanım hemen söndü. sanki iki yıldır umutsuzluk, inançsızlık ve beklenti arasında gidip gelen bin türlü ruh dalgalanması ve bin türlü git-gel, uğraş, yazışma ve atomize ter damlacığı boyunca bu protokolün imzalanması için uğraşan ben değilmişim. ben o değilmişim de iki aydır posta kutusuna bakmayan adammışım. ben 5 yıldır bu doktorayı bitirmek üzere çatlarcasına çalışan adam değilmişim de 6 aydır yapması gereken hiçbişeyi doğru yapamayan, onun yerine diğer herşey üzerine çatlarcasına çalışmakta olan, okyanusu geçip derede boğulan o adammışım. ve dünyanın bir ara aklı başına gelecek belki de? herşeyi benden bekleyemez bu dünya. herşeyi benim anlamam, açıklamam ve kabul etmem gerekmiyor. bazı şeyleri de dünyadaki diğer herkes anlamalı. bu hissi ise size nasıl anlatsam. dünya da beni biraz daha iyi anlamalı artık. ben onu hep öğrenmeye ve kendimi ona daha iyi anlatmaya çalışıyorum da o beni anlamaya hiç çalışmıyor.
bugün nihayet doktoramla ilgili ataletimi üzerimden atabilecek kadar içimde güç ve o gücü sevketmeye yetecek planlama kapasitesi ve motivasyon için zihnimde bir miktar boşluk husule geldi. aslında bu potansiyel bir iki gün önceden belli olmuştu. ama ancak bugün bir parça vaktim olacaktı. ve hakikaten de bir takım işleri halletmeye giriştim. çeklist savaşçılığı psikolojide "the big five" denen karakter skalalarından birinin bir ucunda duruyor (conscientiousness). dünyadaki bir grup insan da benim gibi birer çeklist savaşçısı. ve bu savaşın bugünkü çarpışmalarında tüm ataletlere galebe çaldım. ve dedim ya iki aydır.. iki aydır okuldaki posta kutuma bakmıyormuşum. beni birkaç gündür çağırıyordu bu doğru. bir ara anahtarımı alıp çıktım ve dergi, görevlendirme, davetiye ve bülten yığınını kucaklayıp aşağı indirdim. teker teker inceleyip çöpe atıyordum. sonra karşımda dev gibi kırmızı bir karton zarf belirdi. o ana kadar görmemem imkansız. bu zarfı tanıyorum yani bir de. ve zaten dev gibi karton bir zarf diğer öğelerin arkasında kalıp görünmemesi de mümkün değil. ama önüme çıkana kadar göremedim. o zarfın içinde ayan beyan ayırdedildiği o yığını yukarıdan aşağıya kadar en az 130 metre ve bir asansör boyunca taşıdım. ama zarfı görmedim. sonra önüme çıkınca bunun delft'ten gelen bir kargo olduğunu idrak edebildim. içinden protokolün bir türkçe bir ingilizce metni çıktı. imzalıydı ve imzalar orijinaldi. tüm imzalar tamamdı. iki aydır posta kutumda bekliyordu muhtemelen, çünkü 19 martta gönderilmişti. 3 nisan ve dolaylarında o posta kutusuna varmamış olduğundan eminim çünkü o ara posta kutumu kontrol ediyordum. ama yine pek muhtemeldir ki o tarihten az sonra o kutuya düşmüştü, çünkü zarf altlarda kalmıştı. 17-18 nisandaki bir etkinliğin davetiyesinden daha aşağıdaydı. iki yıldır gayb dahil dolaşmadığı alem kalmayan bu protokol metni tüm imzaları üzerinde olmak üzere karşımdaydı. heyecanlandım. vallahi.
işin ilginç yanı. heycanım hemen söndü. sanki iki yıldır umutsuzluk, inançsızlık ve beklenti arasında gidip gelen bin türlü ruh dalgalanması ve bin türlü git-gel, uğraş, yazışma ve atomize ter damlacığı boyunca bu protokolün imzalanması için uğraşan ben değilmişim. ben o değilmişim de iki aydır posta kutusuna bakmayan adammışım. ben 5 yıldır bu doktorayı bitirmek üzere çatlarcasına çalışan adam değilmişim de 6 aydır yapması gereken hiçbişeyi doğru yapamayan, onun yerine diğer herşey üzerine çatlarcasına çalışmakta olan, okyanusu geçip derede boğulan o adammışım. ve dünyanın bir ara aklı başına gelecek belki de? herşeyi benden bekleyemez bu dünya. herşeyi benim anlamam, açıklamam ve kabul etmem gerekmiyor. bazı şeyleri de dünyadaki diğer herkes anlamalı. bu hissi ise size nasıl anlatsam. dünya da beni biraz daha iyi anlamalı artık. ben onu hep öğrenmeye ve kendimi ona daha iyi anlatmaya çalışıyorum da o beni anlamaya hiç çalışmıyor.
24 Mayıs 2012 Perşembe
uyuşuk ve ferahım
banyoya bir çubuk güneş sızıyor. su zerreleri o güneşte dalga dalga alçalıyor. alçalıyorlar çünkü güneşin sızdığı noktadan serin hava iniyor. elini ışığın altına uzatınca elin yanacak diye korkuyorsun çünkü parmakların fena halde ışıldamakta. buharlar yükseliyor.
[ölçülü miktarda parlak alanlar (şiddetli kontrast), renk uyumu, yoğun ton geçişleri ve derinlik hissi.. kolaycı için grafik formülü.]
rüyasını görmeye gerek yok. kendisini görmeye kafan olacak. şezlonga yatmaya falan kafan olacak. yazmayı beklemekle yazdıktan sonra beklemek arasında önemli farklar var. oh. ferah uyandım. gece çok içim sıkılsa da sebat edip o dandik bildirinin taslağını bitirdim. şimdi gelsin keyifli işler. şezlong. kahve. python ve grafikler.
[ölçülü miktarda parlak alanlar (şiddetli kontrast), renk uyumu, yoğun ton geçişleri ve derinlik hissi.. kolaycı için grafik formülü.]
rüyasını görmeye gerek yok. kendisini görmeye kafan olacak. şezlonga yatmaya falan kafan olacak. yazmayı beklemekle yazdıktan sonra beklemek arasında önemli farklar var. oh. ferah uyandım. gece çok içim sıkılsa da sebat edip o dandik bildirinin taslağını bitirdim. şimdi gelsin keyifli işler. şezlong. kahve. python ve grafikler.
23 Mayıs 2012 Çarşamba
çok yorgunum
ama bu bildiriyi yazacağım.
bu makaleleri göndereceğim.
bu doktorayı bitireceğim.
bu projeleri sonuçlandıracağım.
bu sürecin bir noktasında uzun bir tatil yapacağım.
sonra sürecin başka bir noktasında yaptıklarım yeniden keyifli bir hal kazanacak.
bir rüya gördüm.
delft'teyim. rüya değil. ordaki eski evim boşmuş oraya yerleşiyorum. bisikletimi de buluyorum. sonra ortada bir sehpa var etrafından dolanırken bu bir rüya olabilir mi acaba diyorum zira çok saçma. nası eski evim orda olabilir. hele bisiklet? onu istasyonda bırakmıştım öylece. iki yıl kadar önce. ve tabi bu ev aslında galata'daki eski evimizi daha çok andırıyor, masa da ordaki alçak sehpa. ama o anda bunu düşünemiyorum. pencereye gidiyorum. böyle ince ince dalga dalga bir yağmur yağıyor ve o kadar güzel ve gerçek ki. bu gerçek. o zaman ben gidip protokolümü bulsam ya diyorum. evet tamam ben bu işe bir bakayım diyip eeepc'mi açıyorum. iyi hissediyorum, meseleleri kendi elime alabileceğim. ve tabii çözeceğim, kendime güvenim var. sonra bir şey oluyor. bunun rüya olduğunu anlıyorum. nasıl olduğunu hatırlamıyorum. kendimi uyandırdım. kendimizi kandırmaya tahammülümüz yok.
kierkegaard, tekrar üstüne ve sürekli sorgulama...
sartre, angajmanlar ve özgürlük çatışması üzerine...
heidegger, kararlılık üzerine...
bu varoluşçuluğu belirli bir tarihsel dönem üzerinden açıklayanlar var.
oysaki, ilgili eserlerin verildiği tarihsel dönemler birbirini tutmuyor.
yaşlar tutuyor.
bu makaleleri göndereceğim.
bu doktorayı bitireceğim.
bu projeleri sonuçlandıracağım.
bu sürecin bir noktasında uzun bir tatil yapacağım.
sonra sürecin başka bir noktasında yaptıklarım yeniden keyifli bir hal kazanacak.
bir rüya gördüm.
delft'teyim. rüya değil. ordaki eski evim boşmuş oraya yerleşiyorum. bisikletimi de buluyorum. sonra ortada bir sehpa var etrafından dolanırken bu bir rüya olabilir mi acaba diyorum zira çok saçma. nası eski evim orda olabilir. hele bisiklet? onu istasyonda bırakmıştım öylece. iki yıl kadar önce. ve tabi bu ev aslında galata'daki eski evimizi daha çok andırıyor, masa da ordaki alçak sehpa. ama o anda bunu düşünemiyorum. pencereye gidiyorum. böyle ince ince dalga dalga bir yağmur yağıyor ve o kadar güzel ve gerçek ki. bu gerçek. o zaman ben gidip protokolümü bulsam ya diyorum. evet tamam ben bu işe bir bakayım diyip eeepc'mi açıyorum. iyi hissediyorum, meseleleri kendi elime alabileceğim. ve tabii çözeceğim, kendime güvenim var. sonra bir şey oluyor. bunun rüya olduğunu anlıyorum. nasıl olduğunu hatırlamıyorum. kendimi uyandırdım. kendimizi kandırmaya tahammülümüz yok.
kierkegaard, tekrar üstüne ve sürekli sorgulama...
sartre, angajmanlar ve özgürlük çatışması üzerine...
heidegger, kararlılık üzerine...
bu varoluşçuluğu belirli bir tarihsel dönem üzerinden açıklayanlar var.
oysaki, ilgili eserlerin verildiği tarihsel dönemler birbirini tutmuyor.
yaşlar tutuyor.
16 Mayıs 2012 Çarşamba
yapay yollarla üretilememiş olan
[bu yazı tasarım durumu, çerçeveleme faaliyeti, tasarım problemi ve bütüncül stratejilerle ilgili]
bahsettiğim stk ile ilgili bir iki de logo denemesi yaptım. verdiğim denemelerle ilgili eleştiriler eleştiriden çok öneri formuna girmeye başlayınca durum üzerine biraz düşündüm. logo, bir bina ya da mutfak robotu gibi tasarım ürünlerine kıyasla daha basit bir sistem. ama basit de olsa o da bir makine. parçaların birini şurdan alıp şuraya koyunca ya da rengini değiştirince ya da döndürünce ya da oraya bir grafik öğe ekleyince tüm bütünü etkileyecek şekilde makine dönüşüyor ve işlememeye başlayabiliyor. zira hem biçimsel olarak hem işlevsel olarak, sıkı biçimde entegre edilmiş özlü bir mekanizması var.. bi de her logo temsil ettiği kurumla ilişkili bir kavramsal çerçeveye oturuyor. ve o çerçeve tasarımcı tarafından oluşturuluyor, tasarımcının duruma getirdiği yorumu içeriyor ve nihai ürünü mümkün kılan da bu çerçeveleme zaten. problem böylece tanımlanmış oluyor ve ürüne doğru gidilebiliyor... taslak kullanıcıya iletildiğinde değişiklik önerileri gelebiliyor: şöyle olsun böyle olsun şurasını sevmedim... ve ama basit görünen bir değişiklik kavramsal çerçeveyi ortadan kaldırmaya kastedebiliyor... o yüzden bu tip öneriler karşısında bazen diretmek gerekebiliyor. bu durum bana önemli bir kuralı hatırlatıyor elbet: tüm istekleri uzlaştırmak iyi tasarımla sonuçlanmaz (referans istenirse, Dorst, 2006. Undertanding design. bu hususa bir bölüm ayrılmış).
e peki, bunun sonucu olarak, mesela, katılımcı tasarım, ya da daha ötesi, konsensüs tasarımı, o zaman, kötü tasarım ürünleriyle sonuçlanmaya mahkum mudur? böyle bir tehlike bulunduğu kesin ve katılımcı pratiklere yönelik en sert eleştirilerden biri bu (komite tasarımı, her görüşü uzlaştırmaya çalışırken sonuçta hiç bir şeye benzemeyen tasarımlar için kullanılan bir tabir...) konsensüs arayışı iyi bir yönetim tavrı ama ideal bir tasarım örgütlenmesi ortaya çıkarmıyor...
ve ama katılımcı tasarım tavırları da tasarımcı olmayan kişilerin sürece nasıl katılacağını genelde önceden iyicene tariflenmiş yöntemler üzerinden sınırlayarak bu tehlikeyi bertaraf etmeye çalışıyorlar. sonuçta temel kararlar alındıktan sonra iş büyük ölçüde meslekten tasarımcılara bırakılıyor (bu paragraf için kaynak, Sanoff, 1990. Participatory design: theory and techniques). ancak tasarım süreci diyelim ki tek müşteriyle iletişim halinde tasarlama durumundan yine de farklı... zira bu iyi kurgulanmış yöntemler, diyelim ki farklı üsluplardan cephelerin katılımcılara gösterilmesi gibi prosedürler içerebiliyor: "post-modernist mi istersiniz, modernist mi, high tech mi?" gibilerinden.. ya da katılımcılara sınırlı sayıda alternatif sunmak ve tartışmaları en aza indirgemek için 'problemin ufku' daraltılabiliyor... insanda tasarım durumunun fazla basitleştirilip rutin hale getirildiği izlenimi uyandıran teknikler göze çarpıyor... Bir de Christopher Day diye bir mimar var (Consensus Design diye bir kitabı var). meslek pratiğini (Daydream Design) konsensüs tasarımı adını verdiği bir kolektif tasarlama yöntemine adamış. gerçekten binayı katılımcılarla birlikte tasarlıyor, katılımcıları biçimsel tasarım aşamalarına da olabildiğince katıyor ve ilginç ürünler veriyor. ancak ürünler tüm işlerde aynı üslubu takip ediyor. zira yöntem üslubu da belirliyor. bu örnekte de tasarım durumunun sınırlandığını ve bir tür basitleşmenin en baştan kabul edildiğini görüyoruz. yöntem, durumdan ne yönde bir problem tarifine hatta nasıl bir ürüne gidileceğini büyük ölçüde tarifliyor...
buna karşılık 'kendin-yap'çı (DIY) tavır ürünlerin sorunlu, basit, basmakalıp, özetle amatör halini baştan kabul ediyor, hatta böylesi bir durumu ve karşılık gelen estetiği yüceltiyor. ayrıca, en azından yazılım tasarımı alanında, insanların kendileri için ürün vermeleri durumunun çeşitli açılardan daha iyi sonuç vereceğini savunanlar da var. bunun örnekleri vizyoner-mimarlık-tarihinde de bulunuyor, misal Yona Friedman. ve gecekondu tipi konut modelleri de bir dönem önemli bir alternatif olarak yüceltilmiş belli çevrelerde. (benim görüşüm, mimarlık güzel ve hayatı zenginleştiren bir uzmanlık ama kimsenin temel ihtiyacı değil. ve mimarla çalışmak zor ve pahalı. mimarı ve devlet regülasyonlarını sırtlarından atan işgalci ve kendin-yapçı gruplar hayatlarından pek bişey kaybediyor gibi görünmüyorlar.)
son olarak, tasarım durumunu basitleştirmeye yönelik benzer yaklaşımların gönüllü biçimde kabullenildiği bir alan da işte tasarımda hesaplamalı ve üretken pratikler. hele de insan tasarımcının rolünü azaltmayı hedefleyen çalışmalarda efenim, bazı örneklerde, hesaplamalı tekniklerle uyuşturulabilsin diye, tasarım durumu son derece sade problem tarifleri içine baştan yerleştiriliyor (bu da bir tür çerçeveleme aşaması sayılabilir), ya da gerçek dışı oyuncak tasarım problemleri icat edilerek şu ya da bu yöntemi geliştirmeye yönelik deneysel uygulamalar yapılıyor (ki benim doktorada takip ettiği yol bu ikincisiydi).
tasarımda ilginç olan ise...
bahsettiğim stk ile ilgili bir iki de logo denemesi yaptım. verdiğim denemelerle ilgili eleştiriler eleştiriden çok öneri formuna girmeye başlayınca durum üzerine biraz düşündüm. logo, bir bina ya da mutfak robotu gibi tasarım ürünlerine kıyasla daha basit bir sistem. ama basit de olsa o da bir makine. parçaların birini şurdan alıp şuraya koyunca ya da rengini değiştirince ya da döndürünce ya da oraya bir grafik öğe ekleyince tüm bütünü etkileyecek şekilde makine dönüşüyor ve işlememeye başlayabiliyor. zira hem biçimsel olarak hem işlevsel olarak, sıkı biçimde entegre edilmiş özlü bir mekanizması var.. bi de her logo temsil ettiği kurumla ilişkili bir kavramsal çerçeveye oturuyor. ve o çerçeve tasarımcı tarafından oluşturuluyor, tasarımcının duruma getirdiği yorumu içeriyor ve nihai ürünü mümkün kılan da bu çerçeveleme zaten. problem böylece tanımlanmış oluyor ve ürüne doğru gidilebiliyor... taslak kullanıcıya iletildiğinde değişiklik önerileri gelebiliyor: şöyle olsun böyle olsun şurasını sevmedim... ve ama basit görünen bir değişiklik kavramsal çerçeveyi ortadan kaldırmaya kastedebiliyor... o yüzden bu tip öneriler karşısında bazen diretmek gerekebiliyor. bu durum bana önemli bir kuralı hatırlatıyor elbet: tüm istekleri uzlaştırmak iyi tasarımla sonuçlanmaz (referans istenirse, Dorst, 2006. Undertanding design. bu hususa bir bölüm ayrılmış).
e peki, bunun sonucu olarak, mesela, katılımcı tasarım, ya da daha ötesi, konsensüs tasarımı, o zaman, kötü tasarım ürünleriyle sonuçlanmaya mahkum mudur? böyle bir tehlike bulunduğu kesin ve katılımcı pratiklere yönelik en sert eleştirilerden biri bu (komite tasarımı, her görüşü uzlaştırmaya çalışırken sonuçta hiç bir şeye benzemeyen tasarımlar için kullanılan bir tabir...) konsensüs arayışı iyi bir yönetim tavrı ama ideal bir tasarım örgütlenmesi ortaya çıkarmıyor...
ve ama katılımcı tasarım tavırları da tasarımcı olmayan kişilerin sürece nasıl katılacağını genelde önceden iyicene tariflenmiş yöntemler üzerinden sınırlayarak bu tehlikeyi bertaraf etmeye çalışıyorlar. sonuçta temel kararlar alındıktan sonra iş büyük ölçüde meslekten tasarımcılara bırakılıyor (bu paragraf için kaynak, Sanoff, 1990. Participatory design: theory and techniques). ancak tasarım süreci diyelim ki tek müşteriyle iletişim halinde tasarlama durumundan yine de farklı... zira bu iyi kurgulanmış yöntemler, diyelim ki farklı üsluplardan cephelerin katılımcılara gösterilmesi gibi prosedürler içerebiliyor: "post-modernist mi istersiniz, modernist mi, high tech mi?" gibilerinden.. ya da katılımcılara sınırlı sayıda alternatif sunmak ve tartışmaları en aza indirgemek için 'problemin ufku' daraltılabiliyor... insanda tasarım durumunun fazla basitleştirilip rutin hale getirildiği izlenimi uyandıran teknikler göze çarpıyor... Bir de Christopher Day diye bir mimar var (Consensus Design diye bir kitabı var). meslek pratiğini (Daydream Design) konsensüs tasarımı adını verdiği bir kolektif tasarlama yöntemine adamış. gerçekten binayı katılımcılarla birlikte tasarlıyor, katılımcıları biçimsel tasarım aşamalarına da olabildiğince katıyor ve ilginç ürünler veriyor. ancak ürünler tüm işlerde aynı üslubu takip ediyor. zira yöntem üslubu da belirliyor. bu örnekte de tasarım durumunun sınırlandığını ve bir tür basitleşmenin en baştan kabul edildiğini görüyoruz. yöntem, durumdan ne yönde bir problem tarifine hatta nasıl bir ürüne gidileceğini büyük ölçüde tarifliyor...
buna karşılık 'kendin-yap'çı (DIY) tavır ürünlerin sorunlu, basit, basmakalıp, özetle amatör halini baştan kabul ediyor, hatta böylesi bir durumu ve karşılık gelen estetiği yüceltiyor. ayrıca, en azından yazılım tasarımı alanında, insanların kendileri için ürün vermeleri durumunun çeşitli açılardan daha iyi sonuç vereceğini savunanlar da var. bunun örnekleri vizyoner-mimarlık-tarihinde de bulunuyor, misal Yona Friedman. ve gecekondu tipi konut modelleri de bir dönem önemli bir alternatif olarak yüceltilmiş belli çevrelerde. (benim görüşüm, mimarlık güzel ve hayatı zenginleştiren bir uzmanlık ama kimsenin temel ihtiyacı değil. ve mimarla çalışmak zor ve pahalı. mimarı ve devlet regülasyonlarını sırtlarından atan işgalci ve kendin-yapçı gruplar hayatlarından pek bişey kaybediyor gibi görünmüyorlar.)
son olarak, tasarım durumunu basitleştirmeye yönelik benzer yaklaşımların gönüllü biçimde kabullenildiği bir alan da işte tasarımda hesaplamalı ve üretken pratikler. hele de insan tasarımcının rolünü azaltmayı hedefleyen çalışmalarda efenim, bazı örneklerde, hesaplamalı tekniklerle uyuşturulabilsin diye, tasarım durumu son derece sade problem tarifleri içine baştan yerleştiriliyor (bu da bir tür çerçeveleme aşaması sayılabilir), ya da gerçek dışı oyuncak tasarım problemleri icat edilerek şu ya da bu yöntemi geliştirmeye yönelik deneysel uygulamalar yapılıyor (ki benim doktorada takip ettiği yol bu ikincisiydi).
tasarımda ilginç olan ise...
15 Mayıs 2012 Salı
iş yapmak
bir grafik tasarım ajansına gittik. bir tür stk için bir rapor tasarlanacak. bizimle ajansın bu işe atadığı tasarımcı değil bir proje yöneticisi görüştü. brief'i o oluşturdu yani ve tasarımcıya o verecek... bu proje yöneticisi müşteriyle görüşme esnasında yapılacak işi ve iş programını net biçimde tarifliyor ve yazılı hale getiriyor... ajans bunu özellikle böyle yapıyor. rapor denen şeyin sınırlarını çizmişler. geçmişte de bu işi çok yapmışlar ve bir takım rapor şablonları oluşmuş. problemi o sınırlar dahilinde daha tasarımcıya gelmeden önce olabildiğince tarifliyorlar. içerik ve tasarım da büyük ölçüde ayrılıyor. içeriğin uygulamadan önce netleşmesi ve bir daha değişmemesi bekleniyor. bu da problemi net biçimde çözündürmeyi (decomposition) ve zamansal olarak aşamalandırmayı sağlıyor.
ideal bir durumda, bu yaklaşımla, tasarım durumunu o kadar net biçimde ayrıştırıp o kadar tarifliyorlar ki, aslında bu noktadan sonrası yapay ajanlara devredilebilirdi. problem 'iyi tanımlanmış' bir hale geliyor da denebilir. teknik tabiriyle 'rutin tasarım'a dönüşüyor. problem bu kadar tarifli bir hale geldiğinde tasarımcının kafa yoracağı çok da fazla bir şey kalmıyor. içeriği tasarımdan ayrıştıran ve şablonlar üzerinden otomatik uygulama sağlayan içerik yönetim sistemleri ve hatta otomatik veb sayfası üreten sistemler mevcut malumunuz. ama mesela iş akışı içinde iki kere müşteriden geri besleme alınıyor. düzeltmelerin anlaşılmasını ve uygulanmasını otomatize etmek zor olabilir. ama bu toplam işin küçük bir kısmını oluşturuyor.
belirli bir sürede, belirli bir maliyette ve belirli bir kalitede, yani güvenilir biçimde, müşteriye hizmeti sunabilmek, kendi ofislerinin ortaya koyduğu mesaiyi de ücretlendirmek ve bu ücreti aşan işlere girişmemek... iş yapmayı ve karşılığını doğru biçimde almayı bilmek... öte yandan tasarımda heyecanlı olan ne varsa onu işin içinden çekip almak...
proje yöneticisinin tavrı bir tasarımcıdan çok farklı. ben şu kadar kalem işi şöyle teslim ederim şu sürede veriririm diyebiliyor mesela.. acaba bir tasarımcı bunu diyebilir miydi? çünkü, müşteri tam olarak neler istediğini bilmiyor ve hep daha fazlasını istiyor, bir iş için anlaşıyor, 5 farklı iş istemeye başlıyor, kendi üstüne düşeni, yani içeriğin oluşturulmasını bir takvime koyamıyor, biçimsel olarak talepleri var onların pazarlığına girmeye başlıyor vd. tasarımcı bu noktalarda daha esnek bir tavır sergilerdi, zira öyle yetişmiş, her bir duruma çözümler aramaya başlayabilirdi oracıkta müşteriyle birlikte.. böylece iş asla bitirilemez ve deadline'a gelindiğinde apar topar yetiştirilen iş istenen kaliteye getirilemezdi ya da deadline'lar sürekli ertelenirdi.. iş yapmayı bilmekle tasarımcılık iki farklı uçta yer alıyormuş gibi geliyor bana hep...
şimdi, bir grup insanla bir ürün oluşturulmaya çalışıldığında, asla yeteri kadar zaman yok, taraflar ara aşamalardaki taahhütlerini zamanında yerine getiremiyorlar, kaynaklar doğru tahmin edilemiyor (kaynakları aşan taahhütler verilebiliyor), program sarkıyor ve kalite beklentileri çok yüksek ve ayrıca herkes de sonuçlar kendi zevkine göre olsun istiyor.. zevkleri uyuşturmak zaten sözkonusu değil... iş yapmayı bilmek, olurunu bulmak, sonuca ulaşmayı becermek, tasarımın yaratıcı yönünü belli aşamalarda askıya almayı gerektiriyor. öyle ki, bu durumda olduğu gibi, sonucu garantiye almak için o alan iyice daraltıla-da-biliyor. yani ajansın tasarımcısı sadece rapor için uygun renkleri seçecek ve metnin ve spotların düzenlenmesi için oldukça dar bir repertuvardan seçimler yapacak. sonra da bunu uygulayacak. bunu ne zamana yetiştireceği de belli. ama sonuçta ortaya düzgün bir iş çıkacak, zamanında basılacak, maliyetleri makul düzeyde kalacak ve hem ajansı hem de o stk'yı gerektiği gibi temsil edecek.
bir de logo tasarımı işi vardı... stk'nın bunun için bütçesi yok. ajans bu işi gönüllü olarak üstlenebileceğini söylüyor. ancak, işin ilginç yanı, bunu ücretsiz yaparsak bir ay süre isteriz diyorlar. tüm raporun tasarım ve basımı için bir ay isteyen ajans logo tasarımı için de bir ay süre istiyor, daha kısa sürede yapamayız diyor, çok net. gerekçe şu: bunu ücretsiz yapacağımız için biz bunu yarışmalara göndereceğimiz, portfolyomuza koyacağımız bir prestij işi olarak yapabiliriz ancak diyorlar. ve logoyu ajansın senyör tasarımcılarından biri üstlenecek. keyfe yapacak yani. onun için de yeteri kadar zamana ihtiyacı var. doğru düzgün bir iş çıkarabilmesi için... ama para verilse hemen uygun bişey yapıp verecekler yani :)
ben de bir şekilde işin içindeyim ve keyfim için yapıyorum tabii. bir takım verileri görselleştiren bir iki grafik yapmayı üstlendim.. alanımı biraz geniş tutmaya çalışıyorum. bunu yaparken iş yükümü yapabileceğimin üstünde artırmamaya çalışıyorum. stk ile doğrudan bağlantıdayım. içeriğin elime ulaşmasını beklediğim kadar o içeriğin seçilmesine de katılmak durumunda kalıyorum, aslında bu alanımı genişletiyor ama bir yandan üstüme vazife olmayan kısımlara karışmamam ve verilerin elime zamanında geçmesi için talepkar olabilmem gerekiyor.. ve yapacağım işin türü ve niteliği değişip durduğu için fazla da bişey üretemeden beklemek durumunda kalıyorum uzun uzun... tabii bu ajans gibi net bir kurumsal yüz sunmam mümkün değil... ajans karşısındaki tarafı da düzgün bir şablona oturtuyor, yoksa müşterisi darmadağın.. zor dengeler... belki ilginçliği de burdadır..
bu toplantıdan önce de okulda bir komisyon toplantımız vardı. iş yapma konusunu orda da düşündüm epiy. orda baya iş çıkardık. biraz sevimsiz olmuşumdur belki toplantı esnasında. ama iş çıkardık. kararlar verildi. sanıyorum pratik sayılabilecek çözümler bulduk. ve tuhaf ama bu okulda, bugün, bir toplantıda, üstelik zor ve karışık bir konuda ve vaktimizi verimli biçimde kullanarak, işleri, görünürde, bir programa oturttuk. sorun nerede çıkacak diye bekliyorum şimdi :)
ideal bir durumda, bu yaklaşımla, tasarım durumunu o kadar net biçimde ayrıştırıp o kadar tarifliyorlar ki, aslında bu noktadan sonrası yapay ajanlara devredilebilirdi. problem 'iyi tanımlanmış' bir hale geliyor da denebilir. teknik tabiriyle 'rutin tasarım'a dönüşüyor. problem bu kadar tarifli bir hale geldiğinde tasarımcının kafa yoracağı çok da fazla bir şey kalmıyor. içeriği tasarımdan ayrıştıran ve şablonlar üzerinden otomatik uygulama sağlayan içerik yönetim sistemleri ve hatta otomatik veb sayfası üreten sistemler mevcut malumunuz. ama mesela iş akışı içinde iki kere müşteriden geri besleme alınıyor. düzeltmelerin anlaşılmasını ve uygulanmasını otomatize etmek zor olabilir. ama bu toplam işin küçük bir kısmını oluşturuyor.
belirli bir sürede, belirli bir maliyette ve belirli bir kalitede, yani güvenilir biçimde, müşteriye hizmeti sunabilmek, kendi ofislerinin ortaya koyduğu mesaiyi de ücretlendirmek ve bu ücreti aşan işlere girişmemek... iş yapmayı ve karşılığını doğru biçimde almayı bilmek... öte yandan tasarımda heyecanlı olan ne varsa onu işin içinden çekip almak...
proje yöneticisinin tavrı bir tasarımcıdan çok farklı. ben şu kadar kalem işi şöyle teslim ederim şu sürede veriririm diyebiliyor mesela.. acaba bir tasarımcı bunu diyebilir miydi? çünkü, müşteri tam olarak neler istediğini bilmiyor ve hep daha fazlasını istiyor, bir iş için anlaşıyor, 5 farklı iş istemeye başlıyor, kendi üstüne düşeni, yani içeriğin oluşturulmasını bir takvime koyamıyor, biçimsel olarak talepleri var onların pazarlığına girmeye başlıyor vd. tasarımcı bu noktalarda daha esnek bir tavır sergilerdi, zira öyle yetişmiş, her bir duruma çözümler aramaya başlayabilirdi oracıkta müşteriyle birlikte.. böylece iş asla bitirilemez ve deadline'a gelindiğinde apar topar yetiştirilen iş istenen kaliteye getirilemezdi ya da deadline'lar sürekli ertelenirdi.. iş yapmayı bilmekle tasarımcılık iki farklı uçta yer alıyormuş gibi geliyor bana hep...
şimdi, bir grup insanla bir ürün oluşturulmaya çalışıldığında, asla yeteri kadar zaman yok, taraflar ara aşamalardaki taahhütlerini zamanında yerine getiremiyorlar, kaynaklar doğru tahmin edilemiyor (kaynakları aşan taahhütler verilebiliyor), program sarkıyor ve kalite beklentileri çok yüksek ve ayrıca herkes de sonuçlar kendi zevkine göre olsun istiyor.. zevkleri uyuşturmak zaten sözkonusu değil... iş yapmayı bilmek, olurunu bulmak, sonuca ulaşmayı becermek, tasarımın yaratıcı yönünü belli aşamalarda askıya almayı gerektiriyor. öyle ki, bu durumda olduğu gibi, sonucu garantiye almak için o alan iyice daraltıla-da-biliyor. yani ajansın tasarımcısı sadece rapor için uygun renkleri seçecek ve metnin ve spotların düzenlenmesi için oldukça dar bir repertuvardan seçimler yapacak. sonra da bunu uygulayacak. bunu ne zamana yetiştireceği de belli. ama sonuçta ortaya düzgün bir iş çıkacak, zamanında basılacak, maliyetleri makul düzeyde kalacak ve hem ajansı hem de o stk'yı gerektiği gibi temsil edecek.
bir de logo tasarımı işi vardı... stk'nın bunun için bütçesi yok. ajans bu işi gönüllü olarak üstlenebileceğini söylüyor. ancak, işin ilginç yanı, bunu ücretsiz yaparsak bir ay süre isteriz diyorlar. tüm raporun tasarım ve basımı için bir ay isteyen ajans logo tasarımı için de bir ay süre istiyor, daha kısa sürede yapamayız diyor, çok net. gerekçe şu: bunu ücretsiz yapacağımız için biz bunu yarışmalara göndereceğimiz, portfolyomuza koyacağımız bir prestij işi olarak yapabiliriz ancak diyorlar. ve logoyu ajansın senyör tasarımcılarından biri üstlenecek. keyfe yapacak yani. onun için de yeteri kadar zamana ihtiyacı var. doğru düzgün bir iş çıkarabilmesi için... ama para verilse hemen uygun bişey yapıp verecekler yani :)
ben de bir şekilde işin içindeyim ve keyfim için yapıyorum tabii. bir takım verileri görselleştiren bir iki grafik yapmayı üstlendim.. alanımı biraz geniş tutmaya çalışıyorum. bunu yaparken iş yükümü yapabileceğimin üstünde artırmamaya çalışıyorum. stk ile doğrudan bağlantıdayım. içeriğin elime ulaşmasını beklediğim kadar o içeriğin seçilmesine de katılmak durumunda kalıyorum, aslında bu alanımı genişletiyor ama bir yandan üstüme vazife olmayan kısımlara karışmamam ve verilerin elime zamanında geçmesi için talepkar olabilmem gerekiyor.. ve yapacağım işin türü ve niteliği değişip durduğu için fazla da bişey üretemeden beklemek durumunda kalıyorum uzun uzun... tabii bu ajans gibi net bir kurumsal yüz sunmam mümkün değil... ajans karşısındaki tarafı da düzgün bir şablona oturtuyor, yoksa müşterisi darmadağın.. zor dengeler... belki ilginçliği de burdadır..
bu toplantıdan önce de okulda bir komisyon toplantımız vardı. iş yapma konusunu orda da düşündüm epiy. orda baya iş çıkardık. biraz sevimsiz olmuşumdur belki toplantı esnasında. ama iş çıkardık. kararlar verildi. sanıyorum pratik sayılabilecek çözümler bulduk. ve tuhaf ama bu okulda, bugün, bir toplantıda, üstelik zor ve karışık bir konuda ve vaktimizi verimli biçimde kullanarak, işleri, görünürde, bir programa oturttuk. sorun nerede çıkacak diye bekliyorum şimdi :)
11 Mayıs 2012 Cuma
ama dünya karışık
bir süredir buraya bir takım konuları yazmak istiyordum. ama buraya uymadı o konular.. fakat bir takım okumalar yığılmakta, doktoranın hafiflemesini sabırla bekleyen bir takım temalar yeniden el atılmayı beklemekteydi. kenarlar'a demin şunu yazdım:
"bir takım konularda ve bir takım referanslar üzerinden yazmak ve not almak istiyordum bir süredir. bir takım yeni okumalar var, onlarla ilgili notlar birikmekte ve bazı eski konulara dönmek istiyorum ve sonra yazdığım(ız) bir takım metinler var, orlarda ortaya atılan ve daha öte tartışılması gereken fikirler oluyor ve metnin ortamı ve gerekleri yüzünden kısaca geçilmiş noktaların başka üsluplarla yeniden işlenmesi de lüzumlu olabiliyor... ve bir takım referansları ve okumaları zaman zaman kısa notlar ekleyerek duyurasım geliyor.. bunları araştırma günlüğünde yapayım diyordum ama bir türlü yaraştıramıyordum. buraya da uymuyor. o yüzden kafam karışık değil'e yeniden el attım. bi parça düzenledim ama daha elden geçmesi gerekiyor.. eskiden alınmış notların yeniden paketlenmesi gerek... yeni paketlerin bir bir açılması gerek.. yavaş yavaş yapacağım sanıyorum... şu anda aklımdaki temalar şunlar: ütopik anlatılar ve ütopyacılık zanaatı, kurgucu bakış ve öykücü, bireysel özdeşlik ve nihilizm, zihin ve felsefesi, yapay zeka ve tasarımda yapay ajanlar, tasarımın pratiğine ve ürününe yönelik alternatif arayışlar, yatay örgütlenme ve karar alma tavırları ve katılım..."
bazı temaları yine buraya yazarım diye düşünüyorum. tasarım (ve kuramları) üzerine, metodoloji üzerine, eğitim üzerine... zamanla kendi başına paketlenmeyi gerektiren bir konu olursa onu da ka.ka.değil'e kaydırabilirim.. burda biraz karalama kabilinden yazmak daha uygun oluyor... geçen bikaç yıl boyunca bir takım akademik okuma ve yazma faaliyetlerim oldu.. buraya pek de yansımadılar.. oysaki geçen yıllarda buraya karaladıklarım o metinlere şöyle ya da böyle yansıdı.. biraz bu paralellikler falan da görünür olsun istiyorum.. onu tam nası yaparım onu da bilmiyorum.. bu blog her zaman biraz kan revan içinde kalacak ama sonuçta içeriği biraz daha yoğunlaştırmak istediğim kesin. hep magazin olmaz... buralarda olup bitenler ilk olarak KYNIK için yazmakta olduğum son yazılara yansıyacak. sonra belki başka türlü bir aperiyodik yayın çıkarırmışım gibi geliyor. o da ilginç bir fikir.
"bir takım konularda ve bir takım referanslar üzerinden yazmak ve not almak istiyordum bir süredir. bir takım yeni okumalar var, onlarla ilgili notlar birikmekte ve bazı eski konulara dönmek istiyorum ve sonra yazdığım(ız) bir takım metinler var, orlarda ortaya atılan ve daha öte tartışılması gereken fikirler oluyor ve metnin ortamı ve gerekleri yüzünden kısaca geçilmiş noktaların başka üsluplarla yeniden işlenmesi de lüzumlu olabiliyor... ve bir takım referansları ve okumaları zaman zaman kısa notlar ekleyerek duyurasım geliyor.. bunları araştırma günlüğünde yapayım diyordum ama bir türlü yaraştıramıyordum. buraya da uymuyor. o yüzden kafam karışık değil'e yeniden el attım. bi parça düzenledim ama daha elden geçmesi gerekiyor.. eskiden alınmış notların yeniden paketlenmesi gerek... yeni paketlerin bir bir açılması gerek.. yavaş yavaş yapacağım sanıyorum... şu anda aklımdaki temalar şunlar: ütopik anlatılar ve ütopyacılık zanaatı, kurgucu bakış ve öykücü, bireysel özdeşlik ve nihilizm, zihin ve felsefesi, yapay zeka ve tasarımda yapay ajanlar, tasarımın pratiğine ve ürününe yönelik alternatif arayışlar, yatay örgütlenme ve karar alma tavırları ve katılım..."
bazı temaları yine buraya yazarım diye düşünüyorum. tasarım (ve kuramları) üzerine, metodoloji üzerine, eğitim üzerine... zamanla kendi başına paketlenmeyi gerektiren bir konu olursa onu da ka.ka.değil'e kaydırabilirim.. burda biraz karalama kabilinden yazmak daha uygun oluyor... geçen bikaç yıl boyunca bir takım akademik okuma ve yazma faaliyetlerim oldu.. buraya pek de yansımadılar.. oysaki geçen yıllarda buraya karaladıklarım o metinlere şöyle ya da böyle yansıdı.. biraz bu paralellikler falan da görünür olsun istiyorum.. onu tam nası yaparım onu da bilmiyorum.. bu blog her zaman biraz kan revan içinde kalacak ama sonuçta içeriği biraz daha yoğunlaştırmak istediğim kesin. hep magazin olmaz... buralarda olup bitenler ilk olarak KYNIK için yazmakta olduğum son yazılara yansıyacak. sonra belki başka türlü bir aperiyodik yayın çıkarırmışım gibi geliyor. o da ilginç bir fikir.
9 Mayıs 2012 Çarşamba
şiir, öykü, uzun öykü, roman, bildiri, makale, tez
zihnin dibi delinerek akademik metin yazılagelmesi. ya da esasında halihazırda yazılmış şeylerin parça parça farklı akademik formatlara dökülürken yeniden elden geçirilmesi. bir tür post-prodüksiyon. ve iyi oluyor. insan hızlıca yazıp geçtiği bir takım meseleleri tekrar, daha derinlikli, daha bir kavrayışla ve çaprazlama ilişkiler üzerinden yeniden düşünebiliyor. ama bunlar bir bitsin, önümüzdeki yıllarda akademik metinler yazı faaliyetimin minimal bir porsiyonunu işgal edecek. yılda bir iki metin.. en paylaşmaya değer konularda... çünkü hani akademik özeni ve tutumluluğu, bunların karşılık geldiği bildiri, makale ve tez formatlarının şekillenişini anlıyor ve takdir ediyorum da, bu akademik edebi türler beni kuruttu yordu sıktı. akademik tür ve üslupları meydana getiren etkenler bütününün bir yüzünde gereksiz laf kalabalığı yapmamak, birbirinin vaktini çalmamak, anlaşılır olmak gibi hedefler bulunmakla beraber, öbür yüzünde de yazı yazmakta (ve belki okumakta da) fazla usta olmayan kişilerin dahi akademik iletişime katılabilmesini sağlama arayışı yatıyor. ben de yani hayatında kalemi eline sadece tez yazmak ya da bildiri yazmak için almış kişilerle aynı üslupta, benzer içeriklerle ve aynı kısıtlar altında yazıyor olmaktan sıkılıyorum artık (hele bir de türkçe'de akademik metin yazmak bildiğin çirkin bir iş, takip etmen beklenen akademik üslup biçimsel açıdan bildiğin çirkin). tek tesellim başına oturduktan sonra hızlı yazıyor olmak. ama genelde ortalamadan daha kaliteli ürünler veriyorum diyemem. çünkü bunlar akademik faaliyetler üzerinden üretilmiş içeriğe odaklı yazılar. içerik ise sırf iyi yazmakla oluşturulamıyor. okuduğunla, alıntıladığınla, tartıştığınla ve saha çalışmaların ve projelerinle gelişiyor. bunlar oluşturuldukça bunları açık, anlaşılır ve özlü biçimde yazmak gerekiyor. bu alemde iyi yazmak bu anlama geliyor. şimdi yeni içerik üretmiyorum. üretecek halim yok. bir post-prodüksiyon dönemi bu. en fazla bir iki yeni referans ekliyorum, bir iki yeni bağlantı kuruyorum ya da bazı hususları daha iyi ifade etmeye çalışıyorum. ama iyi bir yazı yazmak gibi bir arayışım yok. bir akademik metni hazırlayıp yerine postalamak bir tatmin duygusu yaratıyor yine de. epiydir ertelenmiş bir işi bitirmek türünden... ve somut yani. hakem değerlendirmesinden geçip de yayınlanırsa somut bir çıktı kabul ediliyor. iyi bir yazı olması gerekmiyor. somut bir çıktı olması gerekiyor. o zaman bişey yapmış sayılıyorsun. temizlik, boya, ya da alışveriş gibi... ama işte bir yazı yazmaktan alınan hazzı da vermiyor. ayrıca kasıtlı biçimde bir edebi tür içinde yazmak da bana göre değil. hiç öykü yazmadım mesela, hep yazı yazdım. şimdi özet, giriş, ana metin, sonuçlar ve referanslar yazıp duruyorum. kafayı rahatlatıyor tabii de, tahta rahatlığı... 2,5 yıl önce hiç bildirim yoktu. çünkü hiç meyletmemiştim öyle fakir bir ifade aracına. akademik etkinlikler de hiç ilgimi çekmemişti. konuları öylesine sınırlanmış... katılımcıların çoğu alanlarının dar sınırlarının dışına taşan bir entelektüel donanımdan yoksun... şimdi bir sürü bildirimiz oldu. ve konferanslara büyük ölçüde benim gibi genç araştırmacılar katılıyormuş.. onlar hem entelektüel donanımdan yoksun hem de alanlarına ait birikimleri sınırlı. yine de konferanslar önceden düşündüğüm kadar sıkıcı değil. tabii o konu üzerine çalışıyorsan... belki makaleler falan da yayınlayacağım şimdi... sorarlarsa göstereceğim bak böyle böyle benim de akademik olduğumun somut belgesi bunlar. ve tamam tekrar söyleyeyim, anlıyorum, akademik dünyanın kuralları öyle boşa gelişmiş değil, hepsi verimlilik ve özen için yazılmış. ama bunları yayınladım diye kendimi anlamlı bir iş yapmış gibi hissetmiyorum işte.
28 Nisan 2012 Cumartesi
stimülasyon
makalesi, tezi, halısahası, dersi, partisi, görüşmesi, bildirisi, bürokrasisi, gezisi, yazışması, konferansı, maaşı, meyhanesi, semineri, okuması, projesi, molası, muhabbeti, yemeği, hiyerarşisi, jürisi, üretimi, raporu, sigortası, değerlendirmesi, şezlongu, kırtasiyesi, sergisi ve her türden insani ilişkisi ve karşılık gelen ruh durumları ile tam teşekküllü bir hayat paketiymiş. akademik. hani bu noktadan herhangi başka bir beyaz yaka işine dönmek, epey bir fakirleştirirdi hayatı?
20 Nisan 2012 Cuma
tatil kafası
aslında bu yıl da bir stüdyoya katılıyorum. yazacak hiç bişey olmamakta mı acaba. ama stüdyo artık bu dünyada bu zamanda öğrencinin işte bir öğrenci projesi daha yaptığı bir yer olmakla yetinebilir mi? öğrencinin bir proje daha yapması çok önemli. ve bu projenin zorluğu da düzeyine göre artırılmalı. o da önemli. zorlanınca öğreniyorsun. zorlanmayınca öğrenmiyorsun. ama stüdyo, ya da öğrenci bununla yetinebilir mi? öğrenci araçlarını tekniklerini okumalarını yazmalarını ve mimari dağarcığını zenginleştirmeden o stüdyodan çıkıp gidecekse o hoca işini yapmış sayılabilir mi?
16 Nisan 2012 Pazartesi
mekana dair alternatif pozisyonlar?
2003-2004 kışı boyunca yüksek lisans tezim için çalıştım. sonra son bir ay oturup metni yazdım ve koşa koşa teslim ettim. 2004 baharının sonundaydı bu. geçenlerde baktım, 2004 kışında bir stüdyo için bir sunum hazırlamışım durumcularla ilgili. sonra tezin kapağını kapattım. benim tezim durumcularla ilgiliydi:
"Sönmez, N. O., 2004. Durumcular: Muhalefet için bir mimarlık".
aslında daha geniş bir 'ütopya / vizyoner / avant-garde' başlığı altında konuyla ilgili okumaya devam ettim. mimarlık alanında 60-75 arası dönem bu açıdan çok zengin. ve ayrıca edebiyatta da ütopya janrı oldum olası ilgimi çekmiştir. sonuç olarak 2009'da bir ADT dersi kapsamında konuya geri dönmüşüm. mimarın politik konumu gibi bir izlek üzerinden bir sunum yapmışım... şimdi o sunuma bakıyorum da.. ne anlatmışım acaba bu tuhaf slide'ların önünde.. ilginç bir dersmiş yalnız o kesin... neyse, sonuç olarak, o dersi hazırlarken düşündüklerim bana yl tezimi nası yeniden ele alabileceğimle ve o konuda çalışmaya nası devam edebileceğimle ilgili bir takım ipuçları sunmuştu...
bu yaz o konuya yeniden giriştim ve bir bildiri yazdım:
Sönmez, N. O., 2011. An Architecture for Dissent: A Critical Reading of the New Babylon. Theory for the sake of theory, ARCHTHEO '11 Conference Proceedings, 23-26 Nov 2011, İstanbul, pp. 292-304.
ve geçen gün de hocamın CTA dersi için yeni bir durumcular sunumu hazırlarken bu bildirinin izleğini takip ettim bir ölçüde...
mesele sadece durumcularla ilgili değil, mimarlığın politik konumu / ortamı, ütopyalar (mimari ve edebi), eleştirel ve naratif mimarlıklar (superstudio, archizoom ve yeni örnekler), mimarsız ve alternatif mekansallıklar (DIY, işgal evleri, kolektifler ve TAZ) vb. konular üzerine ve bol bol referanslar ve örneklerle konuşmayı mümkün kılıyor. tarihsel açıdan romantiklere kadar geri gidiyor ve pek çok kanaldan bugüne bağlanıyor... ve popülerliği hiç azalmıyor bu konuların. heyecanlı, zengin ve derinlemesine bir konu... bu konuda bir ders hazırlayacağım diye düşünüyorum.
"Sönmez, N. O., 2004. Durumcular: Muhalefet için bir mimarlık".
aslında daha geniş bir 'ütopya / vizyoner / avant-garde' başlığı altında konuyla ilgili okumaya devam ettim. mimarlık alanında 60-75 arası dönem bu açıdan çok zengin. ve ayrıca edebiyatta da ütopya janrı oldum olası ilgimi çekmiştir. sonuç olarak 2009'da bir ADT dersi kapsamında konuya geri dönmüşüm. mimarın politik konumu gibi bir izlek üzerinden bir sunum yapmışım... şimdi o sunuma bakıyorum da.. ne anlatmışım acaba bu tuhaf slide'ların önünde.. ilginç bir dersmiş yalnız o kesin... neyse, sonuç olarak, o dersi hazırlarken düşündüklerim bana yl tezimi nası yeniden ele alabileceğimle ve o konuda çalışmaya nası devam edebileceğimle ilgili bir takım ipuçları sunmuştu...
bu yaz o konuya yeniden giriştim ve bir bildiri yazdım:
Sönmez, N. O., 2011. An Architecture for Dissent: A Critical Reading of the New Babylon. Theory for the sake of theory, ARCHTHEO '11 Conference Proceedings, 23-26 Nov 2011, İstanbul, pp. 292-304.
ve geçen gün de hocamın CTA dersi için yeni bir durumcular sunumu hazırlarken bu bildirinin izleğini takip ettim bir ölçüde...
mesele sadece durumcularla ilgili değil, mimarlığın politik konumu / ortamı, ütopyalar (mimari ve edebi), eleştirel ve naratif mimarlıklar (superstudio, archizoom ve yeni örnekler), mimarsız ve alternatif mekansallıklar (DIY, işgal evleri, kolektifler ve TAZ) vb. konular üzerine ve bol bol referanslar ve örneklerle konuşmayı mümkün kılıyor. tarihsel açıdan romantiklere kadar geri gidiyor ve pek çok kanaldan bugüne bağlanıyor... ve popülerliği hiç azalmıyor bu konuların. heyecanlı, zengin ve derinlemesine bir konu... bu konuda bir ders hazırlayacağım diye düşünüyorum.
14 Nisan 2012 Cumartesi
el çizimi
[ mimarlık eğitimine dair ciddi notlar serisi x: ]
bir süre el çiziminin mimarlık eğitiminde artık yeri olmadığını savundum. sonra dünyadaki iyi okulların hala uzun uzun el çizimi üzerinde durduklarını öğrenince bu konu üzerine yeniden düşünmeye başladım. stüdyoda önümüze gelen otoket çizimlerindeki tuhaflıklara da başka gözle bakmaya başladım. tamam artık kimse el çizimiyle üretim yapmıyordu da, 1. plan çözmenin geleneksel yolları (eskiz üstüne eskiz yığıp mekan ve çizgi aramak) tasarımı otokette yapmaya çalışma pratiğine hala üstün geliyordu [bunu geçen yılki yarışma süreçlerimizde gözlemledim], 2. el ile çizim yapabilmek eskiz yoluyla tasarım ve iletişim yetisini artırıyordu. 3. el çiziminin ölçeği vardı, otoketin yoktu, ölçek hissini önce bir edinmek gerekiyordu. 4. otoket, el ile çizgi arama deneyimi olmayan öğrencilere hiç uygun olmayan bağlamlarda bile ortogonal sınırlar çizdiriyordu
[ve hala yanıtlayamadığım bir soru: kağıt üzerinde çalışmak, kağıda dokunmak, karalamak, silmek, taramak, noktalamak ve boyamak hayal ettiğimiz mekanı algılamaya daha bir yaklaştırıyor mu bizi?]
bir süre el çiziminin mimarlık eğitiminde artık yeri olmadığını savundum. sonra dünyadaki iyi okulların hala uzun uzun el çizimi üzerinde durduklarını öğrenince bu konu üzerine yeniden düşünmeye başladım. stüdyoda önümüze gelen otoket çizimlerindeki tuhaflıklara da başka gözle bakmaya başladım. tamam artık kimse el çizimiyle üretim yapmıyordu da, 1. plan çözmenin geleneksel yolları (eskiz üstüne eskiz yığıp mekan ve çizgi aramak) tasarımı otokette yapmaya çalışma pratiğine hala üstün geliyordu [bunu geçen yılki yarışma süreçlerimizde gözlemledim], 2. el ile çizim yapabilmek eskiz yoluyla tasarım ve iletişim yetisini artırıyordu. 3. el çiziminin ölçeği vardı, otoketin yoktu, ölçek hissini önce bir edinmek gerekiyordu. 4. otoket, el ile çizgi arama deneyimi olmayan öğrencilere hiç uygun olmayan bağlamlarda bile ortogonal sınırlar çizdiriyordu
[ve hala yanıtlayamadığım bir soru: kağıt üzerinde çalışmak, kağıda dokunmak, karalamak, silmek, taramak, noktalamak ve boyamak hayal ettiğimiz mekanı algılamaya daha bir yaklaştırıyor mu bizi?]
yaşasın blender!
dün birinci sınıflara blender çalıştırdım. benim için bu ders 'açık kaynaklı uygulamalar üzerinden tasarım ve ifade yaklaşımları' gibilerinden olası bir ders için bir girizgah niteliğinde.. o olası dersin içeriğine, işleyişine, hızına ve teknolojisine dair denemeler yapmış oldum... geçen yıl da birinci sınıflara blender çalıştırmıştım, ordan edindiğim tecrübe uyarınca daha derli toplu ve en ufak adımına kadar ince ince yazılmış bir ders hazırladım bu sefer. çünkü bir yandan da ugulama yapıldığı için ders detay atlamaya ya da o an için önemli olmayan detaylara dağılmaya çok müsait.
dersi freemind'da hazırlayıp sundum. (bu fikri aslı'dan almıştım.) zihnimin çalışma biçimine powerpoint'ten daha iyi uyuyor bu zihin haritaları.. önce biraz 'açık kaynak - özgür yazılım' ikilisi üzerinden niye modellemeyi blender ile çalıştığımdan ve mesela neden rhino değil de blender anlatmak istediğimden bahsediyorum. aslında birinin gelip bir grup insana bir seri beceri ve bilgi kazandırmaya çalıştığı bir pratik ile (üniversite) açık kaynak (ya da özgür yazılım) tavrı arasında doğrudan bağlantılar var gibi geliyor bana. birini seven öbürüne sıcak bakarmış gibi geliyor [bkz. creative commons'un kısa tarihi ilgili bağlantıları kuruyor: cc].
sonra spesifik bir programın işakışı ile görece genel iş yapma yolları arasında bir ayrım olduğunu öne sürüyorum.. sonra da işte blender arayüzü, mesh modelleme, ufak bir modelleme uygulaması, ışık hızında render... dersin materyali de, ders notları, altlık çizimler, blender başlangıç tutoriallarının ve blender.org'un linkleri...
3 saati geçti sanıyorum, ilgilenen öğrenciler de oldu gibi, ama galiba bi o kadar daha zaman lazımdı.. tabii dersi nasıl hızlandıracağımla ilgili de düşünmeye başladım.. arayüzü ve en temel komut ve işlevleri öğrenmek çok zaman alıyor. o kısmını öğrencilerin ders öncesi tutoriallarla deneyimlemesi şart gibi görünüyor. yoksa ilerlemek mümkün değil.
belki de en önemlisi böyle bir programı iyi öğrenmenin onlara tasarım faaliyetinde neler katacağını deneyimletmek. şimdilik sadece sözle ifade edebildim. şiddetle vurguladım da denebilir.
dersi freemind'da hazırlayıp sundum. (bu fikri aslı'dan almıştım.) zihnimin çalışma biçimine powerpoint'ten daha iyi uyuyor bu zihin haritaları.. önce biraz 'açık kaynak - özgür yazılım' ikilisi üzerinden niye modellemeyi blender ile çalıştığımdan ve mesela neden rhino değil de blender anlatmak istediğimden bahsediyorum. aslında birinin gelip bir grup insana bir seri beceri ve bilgi kazandırmaya çalıştığı bir pratik ile (üniversite) açık kaynak (ya da özgür yazılım) tavrı arasında doğrudan bağlantılar var gibi geliyor bana. birini seven öbürüne sıcak bakarmış gibi geliyor [bkz. creative commons'un kısa tarihi ilgili bağlantıları kuruyor: cc].
sonra spesifik bir programın işakışı ile görece genel iş yapma yolları arasında bir ayrım olduğunu öne sürüyorum.. sonra da işte blender arayüzü, mesh modelleme, ufak bir modelleme uygulaması, ışık hızında render... dersin materyali de, ders notları, altlık çizimler, blender başlangıç tutoriallarının ve blender.org'un linkleri...
3 saati geçti sanıyorum, ilgilenen öğrenciler de oldu gibi, ama galiba bi o kadar daha zaman lazımdı.. tabii dersi nasıl hızlandıracağımla ilgili de düşünmeye başladım.. arayüzü ve en temel komut ve işlevleri öğrenmek çok zaman alıyor. o kısmını öğrencilerin ders öncesi tutoriallarla deneyimlemesi şart gibi görünüyor. yoksa ilerlemek mümkün değil.
belki de en önemlisi böyle bir programı iyi öğrenmenin onlara tasarım faaliyetinde neler katacağını deneyimletmek. şimdilik sadece sözle ifade edebildim. şiddetle vurguladım da denebilir.
12 Nisan 2012 Perşembe
hiyerarşisi azaltılmış stüdyo
bugün biz yürekli-falay-aydemir stüdyosunda bir tür stüdyoda-konsensüs süreci deneyimledik. [kendi dahil olduğum stüdyonun hızı kesildi. ben de sonraki yıllarda çalışmayı umduğum konular için giriş oluşturacak ders ve deneyimler sunmak üzere başka ortamlara gidiyorum bu aralar.]
yürütücüler ve öğrenciler, 15-20 kişi... ~17:15-20:30 arasında yaklaşık 3 saat kadar sürdü... ve biraz yorulduysak da sonuna kadar ilgi yerinde kaldı sanıyorum. 3 saat böyle bir toplantı tarzı için kısa sayılmaz. ama konsensüs-üzerinden-karar-alma konusuna, özel olarak da tasarım süreçlerinde konsensüs ve katılımın olası rolleri gibi konulara bu grupla ilk defa giriş yapıldığı düşünülürse, ve önerilen işin niteliği düşünülürse süre kısa tabii.
süreci, deneyimin kendisini aktaran bir tür yayının üretimi etrafında şekillendirmeyi önerdim. sonuçta üretim ve deneyim üzerinden öğrenmek stüdyoda biraraya gelmenin temel motivasyonları. ve tabii tartışmalar beklenenden daha zengin oldu. ve ilk başta hiç çıkmayan veya kısık çıkan sesler gittikçe daha fazla duyulmaya başlandı (postere "benim bir sözüm var" yazmış biri :] ). ve yani öyle ya da böyle süreç kendi kendine organize oldu, zaman kısıtları, pratik kısıtlar ve çatışan fikirler bir şekilde uzlaştırıldı. herkes yeterince katılımcı ve esnekti.
konsensüs sürecinin üretimleri 1. deneyimin kendisi, 2. katılımcıların birlikte ürettiği ve üzerinde anlaştığı ortak kararlar. ve herkes büyük ölçüde benimsemiş görünüyordu bu kararları.
3 adet üretim kararlaştırdık. biri hızlıca yaptığımız ve herkesin kendine ait bir cümleyi kendine ait bir tasarım ile bir paftaya yapıştırmasından oluşan bir ortak poster. bunu bu akşam yaptık. daha sonra bu posterin olduğu haliyle internete konması ve herkesin istediği ekleme ve çıkarmaları ortak dosya üzerinde yapması ile bir hafta içinde yeni bir poster ortaya çıkacak diye konuştuk. ve gelecek hafta bugün, bir kolektif üretim deneyi gerçekleştirmeyi kararlaştırdık. konusu "boşluğu hapsetmek". malzemeleri katılımcılar getiriyor. ve herkes sıra ile ortak bir nesne üzerinde bir ekleme-eksiltme yapıyor. süreç, umuldu ki, kimsenin daha fazla ekleme ya da eksiltme yapmadığı bir tam tur atılana kadar devam ediyor. haftaya perşembe 12:30-14:30 arasında, kırtasiyenin orda, izlemek isteyenler gelsin. daha sonra bu ürün sergi alanında kalacak ve okuldaki diğer insanların müdahalelerine açılacak (müdahale etmek isteyen gelsin). bu kolektif üretim sürecinin de bir tür konsensüs tasarımı olduğu savunuldu. bu fikir bana da ilginç geldi. tartışılabilir.. üzerinde düşünmek lazım.
işin deneyim boyutunda, yataylık, hiyerarşilerin zayıflaması ve aşağıdan yukarı örgütlenmeler, bizim organizasyon kültürümüzde artık daha fazla yer bulması gereken pratikler diye düşünüyorum ben. bu, öğrenciye kazandırmak istediğimiz özgüveni, onlara pek de kazandıramadığımız sorumluluk duygusu ile birleştirmemizi sağlayabilir. ayrıca katılımın ve şeffaflığın yöntemlerini öğrenmeli ve benimsemeliyiz diye de düşünüyorum.
yürütücüler ve öğrenciler, 15-20 kişi... ~17:15-20:30 arasında yaklaşık 3 saat kadar sürdü... ve biraz yorulduysak da sonuna kadar ilgi yerinde kaldı sanıyorum. 3 saat böyle bir toplantı tarzı için kısa sayılmaz. ama konsensüs-üzerinden-karar-alma konusuna, özel olarak da tasarım süreçlerinde konsensüs ve katılımın olası rolleri gibi konulara bu grupla ilk defa giriş yapıldığı düşünülürse, ve önerilen işin niteliği düşünülürse süre kısa tabii.
süreci, deneyimin kendisini aktaran bir tür yayının üretimi etrafında şekillendirmeyi önerdim. sonuçta üretim ve deneyim üzerinden öğrenmek stüdyoda biraraya gelmenin temel motivasyonları. ve tabii tartışmalar beklenenden daha zengin oldu. ve ilk başta hiç çıkmayan veya kısık çıkan sesler gittikçe daha fazla duyulmaya başlandı (postere "benim bir sözüm var" yazmış biri :] ). ve yani öyle ya da böyle süreç kendi kendine organize oldu, zaman kısıtları, pratik kısıtlar ve çatışan fikirler bir şekilde uzlaştırıldı. herkes yeterince katılımcı ve esnekti.
konsensüs sürecinin üretimleri 1. deneyimin kendisi, 2. katılımcıların birlikte ürettiği ve üzerinde anlaştığı ortak kararlar. ve herkes büyük ölçüde benimsemiş görünüyordu bu kararları.
3 adet üretim kararlaştırdık. biri hızlıca yaptığımız ve herkesin kendine ait bir cümleyi kendine ait bir tasarım ile bir paftaya yapıştırmasından oluşan bir ortak poster. bunu bu akşam yaptık. daha sonra bu posterin olduğu haliyle internete konması ve herkesin istediği ekleme ve çıkarmaları ortak dosya üzerinde yapması ile bir hafta içinde yeni bir poster ortaya çıkacak diye konuştuk. ve gelecek hafta bugün, bir kolektif üretim deneyi gerçekleştirmeyi kararlaştırdık. konusu "boşluğu hapsetmek". malzemeleri katılımcılar getiriyor. ve herkes sıra ile ortak bir nesne üzerinde bir ekleme-eksiltme yapıyor. süreç, umuldu ki, kimsenin daha fazla ekleme ya da eksiltme yapmadığı bir tam tur atılana kadar devam ediyor. haftaya perşembe 12:30-14:30 arasında, kırtasiyenin orda, izlemek isteyenler gelsin. daha sonra bu ürün sergi alanında kalacak ve okuldaki diğer insanların müdahalelerine açılacak (müdahale etmek isteyen gelsin). bu kolektif üretim sürecinin de bir tür konsensüs tasarımı olduğu savunuldu. bu fikir bana da ilginç geldi. tartışılabilir.. üzerinde düşünmek lazım.
işin deneyim boyutunda, yataylık, hiyerarşilerin zayıflaması ve aşağıdan yukarı örgütlenmeler, bizim organizasyon kültürümüzde artık daha fazla yer bulması gereken pratikler diye düşünüyorum ben. bu, öğrenciye kazandırmak istediğimiz özgüveni, onlara pek de kazandıramadığımız sorumluluk duygusu ile birleştirmemizi sağlayabilir. ayrıca katılımın ve şeffaflığın yöntemlerini öğrenmeli ve benimsemeliyiz diye de düşünüyorum.
10 Nisan 2012 Salı
makale sıkıntısı
20 martta şöyle yazmışım:
"""doktorasını bitirmiş gibi görünen arkadaşlar görüyordum. hala görüyorum. bu arkadaşlar doktora bitiyor diye sevinmiyorlar, daha ziyade daha yapılacak bir takım belirsiz işler kaldığından sözedip yakınıyorlardı: savunmalar, kırtasiye, düzeltmeler ve makaleler. yani o kadar tez yazılmış, projeler yapılmış, yayınlar yapılmış, tüm bunların ardından bir iki sayfa tutacak kadar düzeltme, 3-5 sayfa kırtasiye ve 10-15 sayfalık bir makale niye böyle sıkıntı veriyor onu, hah onu o noktalara yaklaşınca anlıyorsun. 3 aydır bir makale yazayım diye konsantre olmaya çalışıyorum. başına oturunca içim sıkılıyor. yazılmış kısımlardan kesip biçeyim diyorum. daha da içim sıkılıyor. hiç bir parçayı hiç bir parçaya uyuşturamıyorum. metni olduğu gibi kullanamıyorum. yeni metin de yazamıyorum. hangi dergiye yollayacağıma da karar veremiyorum. sorarlarsa geçiştiriyorum. doktora metnim bütün halinde baya anlamlı geliyor. 3-4 ay sonra yeniden göz attım. hala anlamlı geliyor. ama şurasından burasından çıkacak bir makale halinde anlamsız geliyor. yeni projelere geçmek istiyorum. doktora ölsün istiyorum.
(neyse, en azından hava çok güzel, çıkıp yürümek ya da şezlonga uzanmak mümkün.)"""
şimdi şöyle ekleyebilirim:
bir takım taslaklar çıkardım. bazı dergiler seçtim. vaktim olsa galiba yazıp göndereceğim.
"""doktorasını bitirmiş gibi görünen arkadaşlar görüyordum. hala görüyorum. bu arkadaşlar doktora bitiyor diye sevinmiyorlar, daha ziyade daha yapılacak bir takım belirsiz işler kaldığından sözedip yakınıyorlardı: savunmalar, kırtasiye, düzeltmeler ve makaleler. yani o kadar tez yazılmış, projeler yapılmış, yayınlar yapılmış, tüm bunların ardından bir iki sayfa tutacak kadar düzeltme, 3-5 sayfa kırtasiye ve 10-15 sayfalık bir makale niye böyle sıkıntı veriyor onu, hah onu o noktalara yaklaşınca anlıyorsun. 3 aydır bir makale yazayım diye konsantre olmaya çalışıyorum. başına oturunca içim sıkılıyor. yazılmış kısımlardan kesip biçeyim diyorum. daha da içim sıkılıyor. hiç bir parçayı hiç bir parçaya uyuşturamıyorum. metni olduğu gibi kullanamıyorum. yeni metin de yazamıyorum. hangi dergiye yollayacağıma da karar veremiyorum. sorarlarsa geçiştiriyorum. doktora metnim bütün halinde baya anlamlı geliyor. 3-4 ay sonra yeniden göz attım. hala anlamlı geliyor. ama şurasından burasından çıkacak bir makale halinde anlamsız geliyor. yeni projelere geçmek istiyorum. doktora ölsün istiyorum.
(neyse, en azından hava çok güzel, çıkıp yürümek ya da şezlonga uzanmak mümkün.)"""
şimdi şöyle ekleyebilirim:
bir takım taslaklar çıkardım. bazı dergiler seçtim. vaktim olsa galiba yazıp göndereceğim.
okumayan entelektüel
AA'den bir doktora öğrencisiyle sohbet ettik kısaca. tezini tasarım üzerinden yapıyormuş: research-by-design. böyle bir yaklaşımda insan araştırmacılığı kendi tasarımcı tavrı ve becerilerinin doğal bir uzantısı olarak kurgulayabilir diye konuştuk. öbür yanda, biz, tasarımcılıktan çok farklı kafa yapılarına ve yöntemler ailelerine adapte olmak durumunda kaldık tezlerimizi yaparken. buraya kadar herşey research-by-design'ı haklı çıkarıyor gibi. ama o noktada dedi ki, konuştuğumuz kişi, lisansta fazla metin okumuyorsun, yüksek lisansta da okumuyorsun, ondan sonra birden böyle doktorada okumaya başlamak da olmuyor, o yüzden de iyi research-by-design. hmm, orda bir durdum işte içimden.
bu aralar entelektüellik üzerine düşündüm ve acaba bazı insanların mesleği mi entelektüellik? entelektüel disiplinler mi var, mesela felsefe, siyaset bilimi, tarih gibi? ve bazı disiplinlerin entelektüellik gerektiren alt alanları mı var, mimarlıktaki history-theory-criticism alanı gibi? ve onun dışındaki çalışma alanları, mesela mimarlık, mimari tasarım yani, o da ayrı bi iş ve orda entelektüel olunması hem pratikte mümkün değil hem gerekli değil? ve mimarlık ortamındaki entelektüeller ya bu alt alanlarda çalışmaktalar ya da istisna teşkil etmekteler? yani gündelik faaliyetin mi seni entelektüel yapıyor? öyle bir alanda çalıştığın için mi entelektüel oluyorsun? öyle bir alanda tez yapmasan aslında derinlemesine okumayacak mısın mesela? mesleğin tez yapmak ya da puan toplamak olmasa?
ve ama bir alanın dar çerçevesi dahilinde, derinlemesine de okusaydın, entelektüel sayılabilecek miydin? farklı alanları kateden kapsamlı bir zihinsel birikim akla gelmiyor mu entelektüel denince?
öte tarafta yürekli'nin entelektüalizmi... ordaki zihinsel aktivite de son derece tasarıma has ve biçimsel olabiliyor, yazılıp çizilen bişey olmaktan uzakta ve yoğun bir okuma faaliyeti barındırmak durumunda değil. bir bakışla oldukça yüzeysel. kendine has, özensiz ve sığ bir tür entelektüellik: M-entelektüel (mimarın m'si) (ve tabi sanki-dikdörtgen günlerimiz. onu paketledim aslında koyayım kenarlar'a yakında.)
ve eskiden kitap okumak değerli idi. kendinden değerli görülürdü. şimdi mimarlığın akademik ortamında okumayı değerli ya da gerekli görmeyen insanlarla karşılaşıyorum. ama bir yandan da, mimarlığın aynı akademik ortamında, yoğun biçimde okuyan değerli arkadaşlarla da karşılaşıyorum. oh neyse.
bu aralar entelektüellik üzerine düşündüm ve acaba bazı insanların mesleği mi entelektüellik? entelektüel disiplinler mi var, mesela felsefe, siyaset bilimi, tarih gibi? ve bazı disiplinlerin entelektüellik gerektiren alt alanları mı var, mimarlıktaki history-theory-criticism alanı gibi? ve onun dışındaki çalışma alanları, mesela mimarlık, mimari tasarım yani, o da ayrı bi iş ve orda entelektüel olunması hem pratikte mümkün değil hem gerekli değil? ve mimarlık ortamındaki entelektüeller ya bu alt alanlarda çalışmaktalar ya da istisna teşkil etmekteler? yani gündelik faaliyetin mi seni entelektüel yapıyor? öyle bir alanda çalıştığın için mi entelektüel oluyorsun? öyle bir alanda tez yapmasan aslında derinlemesine okumayacak mısın mesela? mesleğin tez yapmak ya da puan toplamak olmasa?
ve ama bir alanın dar çerçevesi dahilinde, derinlemesine de okusaydın, entelektüel sayılabilecek miydin? farklı alanları kateden kapsamlı bir zihinsel birikim akla gelmiyor mu entelektüel denince?
öte tarafta yürekli'nin entelektüalizmi... ordaki zihinsel aktivite de son derece tasarıma has ve biçimsel olabiliyor, yazılıp çizilen bişey olmaktan uzakta ve yoğun bir okuma faaliyeti barındırmak durumunda değil. bir bakışla oldukça yüzeysel. kendine has, özensiz ve sığ bir tür entelektüellik: M-entelektüel (mimarın m'si) (ve tabi sanki-dikdörtgen günlerimiz. onu paketledim aslında koyayım kenarlar'a yakında.)
ve eskiden kitap okumak değerli idi. kendinden değerli görülürdü. şimdi mimarlığın akademik ortamında okumayı değerli ya da gerekli görmeyen insanlarla karşılaşıyorum. ama bir yandan da, mimarlığın aynı akademik ortamında, yoğun biçimde okuyan değerli arkadaşlarla da karşılaşıyorum. oh neyse.
8 Nisan 2012 Pazar
sıkıldım ama ilginç de bi yandan
aslında buraya pek bişey yazmak istemiyorum. içimden gelmiyor. ama enteresan şeyler de oluyor yani. kısaca p. diye andığımız protokol metninin fotokopileri gelmişti. sonra singapur'dan hollanda'ya erişmeye çalışan rudi sekreterlikten asıl asıl belgelerin kargoya teslim edildiği haberini aldı ise de bunun ikinci bir kargo mu yoksa içinde asılların bulunduğu sanılan ilk kargo mu olduğu konusundaki araştırmalarından sonuç alamayarak konunun kendisi için belirsiz kaldığını bana bildirdi. sağolsun sonuçta vakit ayırıp uğraşıyor. bence az şey değil. öte yandan holanda'daki danışman hocam asılların kargoya verildiğini düşünüyor ama asıllar buraya erişmiş değil. bu esnada kargo takip bilgileri mevcut olmadığından ya da bana henüz bildirilmediğinden bu kargonun o kargo mu olduğu, o kargo değilse şimdi nerde olduğu, protokolün bir kere daha belirsizliğe uçup uçmadığı da belirsiz. a! aslında protokol belirsizliğe düşmüş bile. ve her hocam benden tekrar tekrar tez taslağını istemeye devam ediyorlar. tekrar tekrar gönderiyorum. okuyacaklarmış. bir daha okuyacaklarında tekrar göndermek üzere gönderiyorum ben de yine.
17 Mart 2012 Cumartesi
açık kaynak
bir takım endüstri standardı programlar dururken ve aslında öğrencisinden profesyoneline, çoğunluk, bu programları, platformları, donanımları ve uygulamaları tercih etmekteyken ve aslında kendim de tüm bu program ve platformları kullanmayı bildiğim ve zaman zaman kullandığım halde.. peki neden açık kaynaklı program ve projelere öncelik veriyorum? neden onları çalışmak ve öğretmek bana daha heyecanlı geliyor?
bence bu politik ve ahlaki bir konu. açık kaynak sistemi paylaşma ve tamamlayıcılık ahlakının* büyük ölçeklerde uygulanmış ve işlerliği kanıtlanmış hali. rekabetçi ve eşitlikçi bir ekonominin yerini alabilecek bir tamamlayıcılık ekonomisinin mümkün olduğunu gösteriyor. insanlar paylaşmayı ve yararlı olmayı seviyorlar. bunun için büyük zahmetlere girmekten kaçınmıyorlar. başka bir dünya mümkün. başka bir dünya mevcut.
bence bu politik ve ahlaki bir konu. açık kaynak sistemi paylaşma ve tamamlayıcılık ahlakının* büyük ölçeklerde uygulanmış ve işlerliği kanıtlanmış hali. rekabetçi ve eşitlikçi bir ekonominin yerini alabilecek bir tamamlayıcılık ekonomisinin mümkün olduğunu gösteriyor. insanlar paylaşmayı ve yararlı olmayı seviyorlar. bunun için büyük zahmetlere girmekten kaçınmıyorlar. başka bir dünya mümkün. başka bir dünya mevcut.
* tamamlayıcılık etiği başlığı için bkz. murray bookchin, özgürlüğün ekolojisi
15 Mart 2012 Perşembe
haber
rudi protokolü buldurmuş. bana postalatmış. bugün dekan sekreterine gelmiş. kutusunu açtım. sayfalar karton bir kap içindeydi. iki adet kopya, bir türkçe, bir ingilizce. kopyalar fotokopiydi. fotokopi. renkli ama... !!!??? ... hayır belgeler fotokopiydi ve öbür üniversitenin rektörü protokolü imzalamamıştı (ünlem) (nokta)
etkilenmedim.
(doktoranın içeriğiyle ve diğer projeler ve çalışmalarla ve bütün diğer konularla ilgili yazmaya başlasam artık.)
etkilenmedim.
(doktoranın içeriğiyle ve diğer projeler ve çalışmalarla ve bütün diğer konularla ilgili yazmaya başlasam artık.)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)