26 Şubat 2014 Çarşamba
en azından eğlenelim
bana bir gevşeme geldi. iyi de oldu. evet herşey yıllardır nasıl oluyorduysa öyle olmaya devam ediyordu ve ekpyrosis bir hakikatti. tabii ki geri sara sara çekilecektik ve olan biteni bu gözle seyretmek pek ferahtı. insana evet gülme gelip duruyordu, geçmişte ölesiye derdedilen konularla bilmemkaçıncı kere karşılaşıldığında.. hayatta bir kere yaşanan her vaka ondan sonra tekrar tekrar insanın karşısına çıkıp durmaya devam ediyordu ve ilkinde trajedi, ikincisinde trajedi, üçüncüsünde ilginç, dördüncüsünde anlaşılır, beşincisinde kahırlı, altıncısında düzünden gevşek ve gülünç oluyordu. farsa hemen varılmıyordu ama gülme er ya da geç geliyordu. 5 yıl önce yapılmış kadük çalışmalar yeniden yazılıyor ve bir şekilde makul biçimde savunulabiliyordu, insan kendisi bile inanıyordu bu yaptıklarına.. geri kalan tüm çalışmalar, tüm çatışmalar, tüm kırgınlıklar, tüm iç sıkıntıları, hepsi olup bitecekti, kurumlar bir kasılıp yeniden gevşeyecekti, yine kokular çıkacaktı ve yeni bir şey de olmayacaktı, olup bitmeyi adet edinenler bir daha olup bitecekti. insanı güldüren ise kendini olup bitenin dışında kurgulamanın gevşekliğiydi. ya da anlık bir gevşeklik yüzünden kendini olup bitenin dışında buluvermek. personalar bu yüzden yeniden işe koşulmalıydı. reveranslarla çekilir ve arka kapıdan çıkar. ekpyrosis.
20 Şubat 2014 Perşembe
ne iç sıkıntısıymış
tüm bu feryat figanın ardından--ve esasında tam da bu yüzleşmeler sayesinde--4 yıl önce yapılmış bir çalışmanın iki yıl önce teslim edilmiş makalesinin yeni gelebilen review'unda hakem tarafından istenen düzeltmeleri yapmaya oturabildim. zira bu blürlü ve güzel istanbul akşamında, aslında o çalışmada anlamlı ne vardıysa ve eksikler ne idiyse, şimdi 2 [4] yıl sonra üzerinden tekrar geçip, bunları daha doğru biçimde ve samimiyetle yeniden yazıp tartışabileceğime kendimi ikna ettim. evet metin akademik ve kuru olacaktı, evet çalışmanın sınırları belliydi (ve hakemin eleştirilerinden ziyade kendi eleştirilerim içimi sıkıyordu, sonuçta hakem çalışmayı tam olarak da anlamamıştı ve kendi çalışma alanı içinden değerlendirmişti (çünkü iyi kurgulayamamıştım (çünkü konuya bakışım olgunlaşmamıştı))) ama bugün ortada ne vardıysa açıklıkla ifade edebilirdim. öyle ya da böyle yapılacaktı bu... o zaman olabildiğince içe sinecek bir yola gireyim dedim (ve zaten belki elinin ucuyla iş yapmak daha zormuştur?) tabii ki makalenin amacı ve içeriği yeniden tarifleniyor, abstract'lar, introduction'lar, review'lar, conclusion'lar baştan sona değişiyor. bikaç bin kelimelik ifade gereksiz, bulanık, dayanaksız, ya da ham oldukları için siliniyor, vd., sorun değil. taslağı yazıldıktan sonra gerisi kolay iş.
ama iyi geldi. oturup çalışabilmek.. hafifledim. sis evime kadar gelmiş durumda. terasa çıkıp sisin içinde duruyorum..
ama iyi geldi. oturup çalışabilmek.. hafifledim. sis evime kadar gelmiş durumda. terasa çıkıp sisin içinde duruyorum..
18 Şubat 2014 Salı
o yüzden de herkes kendi yerine
[yine uzun uzun yazıldıktan sonra neredeyse tümüyle sansür edilen bir metnin ardından geriye kalan yumuşatılmış bir versiyonu buraya yerleştiriyorum. kimse kusura bakmasın, anca bu kadar sansürleniyor]
daha önce bu bloga ara verdiğim oldu. sonra kaçınılmaz olarak yeniden yazmaya başladım. çünkü akademinin içinde kalmaya devam ediyordum ve yaşadıklarımı yazmak karşı koyamadığım bir zorunluluktu. ve bunların en azından bir kısmı yazılmaya değer şeylerdi. şimdi bir yön değişimi arıyorum, çünkü fena halde bunalmış durumdayım... 5 ay kadar önce kendi önüme açtığım bwo projesinde düzen-dağılma eşiğine eriştiğime inanıyorum bir süredir... geçen yıllarda bu blogun yayılma alanı dahilinde tasarım kuramları, hesaplamalı tasarım, tasarımda yapay zeka ve bunların yanında akademide kurumsal işleyişler,doktora öğrenciliğinin saçmasapan yanları ve mimarlık eğitimciliğinin gündelik sorunları gibi konularda yazmaya çalışıyordum. ya da bunlarla ilgili yazmak zorunda kalıyordum. burda hepsinin çok da hakkını veremedim doğru. (doktoramda hepsi var, bi bitsin, şeyedicem.) şimdi dönüp dolaşıp 2009 dolaylarına, yani bu blogu ilk açtığım zamanlardaki gündemime dönmüşüm gibi görünüyor. evet benzer bir gündeme döndüm ve bu son derece yorucu... doğru, o zamanki gündemimizle ve dertlerimizle bugünküler arasında önemli farklar yok. ancak, bugün daha çok cevabım var. dolayısıyla büyük bir yorgunluk ve yılgınlık da mevcut... o zaman sorguladığım konularla ilgili olarak vardığım yanıtlar da tüm bu sorunların alanın doğasına içkin olduğunu gösteriyor. bir bakışla, sorulara yanıt bulmak iyidir ama bulunan yanıtlar pek de keyifli değil. ve evet, idealler gerçekten iyi eylem kuralları vermiyorlar. ve evet, hocalarımız bizlere yol göstermeden önce konuları derinlemesine incelemiş değillerdi; çoğunlukla boş umutlar ve havada yüzen fikirler sunuyorlardı. eleştirdikleri her ne idiyise, ne onu iyicene anlamışlardı, ne de bize miras bıraktıkları yeniyi gerçekten denemişlerdi...
birbiri ardına yumuşakça yığılan yorganlar gibi, bu hususların onlarcası üzerime teker teker çökmüş. hiçbiri büyük bir darbe vurmadıysa da sonuçta artık üzerime yığılan yumuşak yükün altında kolumu bile kaldıramaz haldeyim. gündelik işimin gereğini bile hakkıyla yerine getiremiyorum. araştırmacı şahsiyetim için uzun zamandır akademik bitiyor. aslında başladığı günden beri uzatmaları, formaliteleri ve bürokratik işlemleri kovalıyorum. şimdi de yazamamakta olduğum makaleleri bir tür izin ya da istifa formu gibi düşünüyorum. en nihayetinde tüm bu dalgalanmadan geriye kalacak olanla ilgili kehanetim ise şu: tasarım kuramları ve hesaplamalı tasarımın ittire-kaktıra-kuramsılaşabilmiş-üç-beş-metninin bileşkesinde kalan alanı yeterince taradım. esasında bu alan çok heyecanlıydı.. zira işleyişlerle ilgiliydi.. evet bu çok öğretici bir süreçti ama... tabii ki bu alandaki önemli gelişmeleri de takip etmeye devam edeceğim ama.. ama o şimdilik bitti. belki tekrar mimarlık kuramı alanına döneceğim. belki... ama ondan da önce bana heyecan veren konularla bir süre uğraşmam lazım. dahası, biraz gerçekten yazmak zorundayım. ama onun yerine makale yazmak durumunda kalmışım. akademik yazmakla yazmak aynı şey değil. kapsamlı bir yabancılaşma içindeyim. kolumu kaldıramıyorsam bunun sebebi var. akademik yazmak bir üretim bandının kenarında durup, belirli bir vidayı önüne geldikçe teşhis edip tekrar tekrar sıkmak kadar öznellikten uzak ve sıkıcı bir iş (bkz. metropolis). sen bir kelimecik ilginç, farklı, gülünç, tuhaf, yahu (yahut değil yahu) bir tek kelimecik yeni, keyfî, sana has tat katmaya çalış, akademinin döpiyesli ve kıravatlı hakemleri üzerlerine bir yorgan gibi yığılmış eleştiriyi senin üzerine aktarma fırsatını yakalamanın ferahlığıyla "orayı törpüle de öyle yayınlayalım" diyerek yüklerini sana yığıveriyorlar. [sansür.] at ile eşeğin öyküsü... eşeğin de derdini anlıyorum ama bi bırakın ben de kafama göre koşturacağım çayırlarda. herkes kendi yeteneğine göre değil mi efenim? doğrusu şu: akademi eşeğin sanatı, eşeğin saltanatıdır. herşeyden önce bu sebeple eşeğin gözleri bu kadar övülmüştür. eşeğin en büyük zanaati olan akademik ifade ortaktır. araştırmacının malı değildir. oysaki gözleri ne kadar iri olursa olsun, ne kadar çok kişiyi hızlıca kapsıyor olursa olsun ortak metin çirkindir. çirkin metin sıkıcıdır... sıkıcı metin üstüste yığılmış yorganlarla açıklanırmış gibi oldu ama o da doğru değil. bazen öyle açıklanır, bazen sadece ortalama ve renksiz olma zorunluluğuyla. ve ortalama ve renksiz olmak bir zorunluluktur. akademide... gerçekten. söyleyince inandırıcı değil. yaşanınca anlaşılıyor. bu işin kuralı bu diyorum. suçlama değil. sebebi var. akademinin tüm çirkinlikleri akademinin kuralları. bunları akademiden söküp atamazsın.
daha önce bu bloga ara verdiğim oldu. sonra kaçınılmaz olarak yeniden yazmaya başladım. çünkü akademinin içinde kalmaya devam ediyordum ve yaşadıklarımı yazmak karşı koyamadığım bir zorunluluktu. ve bunların en azından bir kısmı yazılmaya değer şeylerdi. şimdi bir yön değişimi arıyorum, çünkü fena halde bunalmış durumdayım... 5 ay kadar önce kendi önüme açtığım bwo projesinde düzen-dağılma eşiğine eriştiğime inanıyorum bir süredir... geçen yıllarda bu blogun yayılma alanı dahilinde tasarım kuramları, hesaplamalı tasarım, tasarımda yapay zeka ve bunların yanında akademide kurumsal işleyişler,doktora öğrenciliğinin saçmasapan yanları ve mimarlık eğitimciliğinin gündelik sorunları gibi konularda yazmaya çalışıyordum. ya da bunlarla ilgili yazmak zorunda kalıyordum. burda hepsinin çok da hakkını veremedim doğru. (doktoramda hepsi var, bi bitsin, şeyedicem.) şimdi dönüp dolaşıp 2009 dolaylarına, yani bu blogu ilk açtığım zamanlardaki gündemime dönmüşüm gibi görünüyor. evet benzer bir gündeme döndüm ve bu son derece yorucu... doğru, o zamanki gündemimizle ve dertlerimizle bugünküler arasında önemli farklar yok. ancak, bugün daha çok cevabım var. dolayısıyla büyük bir yorgunluk ve yılgınlık da mevcut... o zaman sorguladığım konularla ilgili olarak vardığım yanıtlar da tüm bu sorunların alanın doğasına içkin olduğunu gösteriyor. bir bakışla, sorulara yanıt bulmak iyidir ama bulunan yanıtlar pek de keyifli değil. ve evet, idealler gerçekten iyi eylem kuralları vermiyorlar. ve evet, hocalarımız bizlere yol göstermeden önce konuları derinlemesine incelemiş değillerdi; çoğunlukla boş umutlar ve havada yüzen fikirler sunuyorlardı. eleştirdikleri her ne idiyise, ne onu iyicene anlamışlardı, ne de bize miras bıraktıkları yeniyi gerçekten denemişlerdi...
birbiri ardına yumuşakça yığılan yorganlar gibi, bu hususların onlarcası üzerime teker teker çökmüş. hiçbiri büyük bir darbe vurmadıysa da sonuçta artık üzerime yığılan yumuşak yükün altında kolumu bile kaldıramaz haldeyim. gündelik işimin gereğini bile hakkıyla yerine getiremiyorum. araştırmacı şahsiyetim için uzun zamandır akademik bitiyor. aslında başladığı günden beri uzatmaları, formaliteleri ve bürokratik işlemleri kovalıyorum. şimdi de yazamamakta olduğum makaleleri bir tür izin ya da istifa formu gibi düşünüyorum. en nihayetinde tüm bu dalgalanmadan geriye kalacak olanla ilgili kehanetim ise şu: tasarım kuramları ve hesaplamalı tasarımın ittire-kaktıra-kuramsılaşabilmiş-üç-beş-metninin bileşkesinde kalan alanı yeterince taradım. esasında bu alan çok heyecanlıydı.. zira işleyişlerle ilgiliydi.. evet bu çok öğretici bir süreçti ama... tabii ki bu alandaki önemli gelişmeleri de takip etmeye devam edeceğim ama.. ama o şimdilik bitti. belki tekrar mimarlık kuramı alanına döneceğim. belki... ama ondan da önce bana heyecan veren konularla bir süre uğraşmam lazım. dahası, biraz gerçekten yazmak zorundayım. ama onun yerine makale yazmak durumunda kalmışım. akademik yazmakla yazmak aynı şey değil. kapsamlı bir yabancılaşma içindeyim. kolumu kaldıramıyorsam bunun sebebi var. akademik yazmak bir üretim bandının kenarında durup, belirli bir vidayı önüne geldikçe teşhis edip tekrar tekrar sıkmak kadar öznellikten uzak ve sıkıcı bir iş (bkz. metropolis). sen bir kelimecik ilginç, farklı, gülünç, tuhaf, yahu (yahut değil yahu) bir tek kelimecik yeni, keyfî, sana has tat katmaya çalış, akademinin döpiyesli ve kıravatlı hakemleri üzerlerine bir yorgan gibi yığılmış eleştiriyi senin üzerine aktarma fırsatını yakalamanın ferahlığıyla "orayı törpüle de öyle yayınlayalım" diyerek yüklerini sana yığıveriyorlar. [sansür.] at ile eşeğin öyküsü... eşeğin de derdini anlıyorum ama bi bırakın ben de kafama göre koşturacağım çayırlarda. herkes kendi yeteneğine göre değil mi efenim? doğrusu şu: akademi eşeğin sanatı, eşeğin saltanatıdır. herşeyden önce bu sebeple eşeğin gözleri bu kadar övülmüştür. eşeğin en büyük zanaati olan akademik ifade ortaktır. araştırmacının malı değildir. oysaki gözleri ne kadar iri olursa olsun, ne kadar çok kişiyi hızlıca kapsıyor olursa olsun ortak metin çirkindir. çirkin metin sıkıcıdır... sıkıcı metin üstüste yığılmış yorganlarla açıklanırmış gibi oldu ama o da doğru değil. bazen öyle açıklanır, bazen sadece ortalama ve renksiz olma zorunluluğuyla. ve ortalama ve renksiz olmak bir zorunluluktur. akademide... gerçekten. söyleyince inandırıcı değil. yaşanınca anlaşılıyor. bu işin kuralı bu diyorum. suçlama değil. sebebi var. akademinin tüm çirkinlikleri akademinin kuralları. bunları akademiden söküp atamazsın.
9 Şubat 2014 Pazar
simetri
kimseye çok da önemli gelmeyen konulara odaklanmaktan gocunmamışızdır, ya da pek çok kişiye mühim görünen pek çok arayış benbize zerre ilginç gelmemiştir. bunun bir aklî yönü vardır bir de hissî yönü. akıl zaten olup biten her şeyi büyük bir anlamsızlığa gömüp bir kenara bırakmıştır. sonuçta, yaşam saçmadan başka türlü yaşanamaz, zira ruh her an devreye girecektir. olup bitenler ve bunların ruhtaki karşılıkları bünyeyi aşağı yukarı çekiştirecektir (ve akıl şaşkın bir seyircidir). bunu böyle kabul ediyoruz. bu durum yaşamda kendini bazen kendine-sabotaj olarak, bazen de önem verilen ve verilmeyen hususlar haritasının geri kalan herkese biraz saçma gelecek ölçüde çoğunluktan farklılaşması üzerinden ifade eder. bunlar böyle olmakla beraber, yine de saçmalığın yoğunluğu bir yerde ruhta bir tepki yaratmaya başladığında, bünye daha makul bir saçmalık yörüngesine geçebilmek için hareketleniyor. tabii herkesin kaldırabildiği saçmalık düzeyi farklı olmalı. hayat kurguları bütüncül olduğu için sadece günü kurtaracak hamlelerle saçmalık yörüngenizi gerçekten değiştiremezsiniz. diyorum ya, bu araştırmacılık iyi güzel ama çevresi kötü. eğitimcilik de ilginç (ve doyurucu bir yanı var) ama hayatın merkezine alınması tuhaf oluyor. ordan beslenmek doğru değil. orayı beslemek lazım daha ziyade. evet buralarda dolandığın sürece işleri yürütme tarzını ve arayışlarını bir tür aktivizm gibi ele alma isteği de kaçınılmaz ama işlerin ve kurumların doğası ve üstlenilen rollerin ölçeği sebebiyle saçmalık yoğunluğu bazen kaldırılamaz hale geliyor. ve yani, akademiği hobi olarak yapmalı insan. iş olarak değil. işlerimi bitireceğim. doktorayı noktalayacağım. makalelerimi yayınlayacağım. ve akademik bitince en "hakiki" işime döneceğim. burdaki saçmalığı da olduğu gibi kabul etmekten başka şey elden gelmez. sonuçta saçmalığın en yoğun işlendiği felsefelerde ortaya çıkmıştır otantiklik kavramı.
bilindiği gibi büyük yıl bitip dünya yanıp yokolduğunda, evren yeniden ve tersten yaşanırken, her şey aynı şekilde tezahür etmeyecektir. çünkü mesela çıkış ve iniş simetrik olsa da anlamları çok farklıdır bunların. üç aşağı beş yukarı aynı şeyler yaşanmaya devam edilecektir ama bozulan simetri her şeyin rengini değiştirir.
bilindiği gibi büyük yıl bitip dünya yanıp yokolduğunda, evren yeniden ve tersten yaşanırken, her şey aynı şekilde tezahür etmeyecektir. çünkü mesela çıkış ve iniş simetrik olsa da anlamları çok farklıdır bunların. üç aşağı beş yukarı aynı şeyler yaşanmaya devam edilecektir ama bozulan simetri her şeyin rengini değiştirir.
28 Ocak 2014 Salı
safları gönderin yiyeceğiz
tüm dünyanın çirkinlik ve bulanıklığa gömüldüğü dönemlerde akademik alanın bir tür kurtarılmış vaha gibi algılandığını sıklıkla görmüşüzdür. ders, stüdyo, araştırma şu rutin ve sıkıcı hayat düzenimizde bazen en önemli renk ve motivasyon kaynağı olmuştur ve bu sanki doğalmıştır. bu bakış esasında tuhaftır. akademikleri sürekli gelmeye devam eden genç bünyelerin saflık enerjisinden beslenenen vampirler olarak resmetmeye varır. daha fazla saf, daha fazla umutlu, daha fazla enerjik gönderin. çünkü bu dolaylarda saflık, enerji ve umut hızlı tüketilmektedir. tüm mekanizmanın ortalama bir seviyede işler halde tutulabilmesi için toplumun henüz paylaşım savaşından pay almamış kesimlerinin enerji kaynağı olarak sisteme beslenmesi gerekmektedir.
26 Ocak 2014 Pazar
akademik sinisizm
yakın zamanda yayınlanmış bir makalenin review'undan mimarî layout çalışmalarıyla ilgili daha önce incelemediğim 15-20 kadar makale fırladı. demek ki tam zihinsel mesaini bir işe vermek ve vermemek arasında fark var. tam zamanlı veren, yarı zamanlı veren [araştırmacı]. neyseki, akademik dünya paylaşım üzerine kurulu, hatta biraz aşırı-paylaşım üzerine kurulu, hatta paylaşımın çoğu da önceki gereksiz paylaşımlarla ilgili. neyse, şimdi o makalelerin hepsinden ve çok kısaca da olsa ne yaptıklarından haberdar oldum. akademide sabrın ve tembelliğin önemi. ha yok ben de yaptım tüm o literatür araştırmalarını ama demek ki herkesin eleğinin kudreti farklı.
teknik konular sözkonusu olduğunda 15-20 makale sıkıntı değil. giderken gelirken, vapurda, hatta fünikülerde okuyarak insan 3-5 günde hepsini elden geçirebilir. gayet de güzel okur yani, çünkü bu tip makaleler evrenin en kuru, en açık, en düz metinleridir sonuçta. makale zanaati hız ve açıklığı hedefliyor. çünkü kimse bu makaleleri uzun uzadıya okumak, bunlara vakit harcamak falan istemez, iş işte. dolayısıyla bunları yazmak da çok sıkıcı hale gelebiliyor. ilk bir kaç denemenin hevesi geçtikten sonra motivasyonun hiç bir bileşeni ortada kalmıyor. ustalık dense, yani kuru kuru, açık ve özet halinde yazmaya dair ustalık pek az insanı heyecanlandırır. ha, bazıları bu işi iyi beceriyorlar doğrusu ama yani işte becerdikleri, teknik jargonu iyi kullanan, olabildiğince basit ve anlaşılır metinler yazmak. otonomi dense, eh araştırmada insan sanki kendinin patronu gibidir ama bu teknik disiplinler yöntem, alan ve ifadelerini o kadar sıkı sıkıya kontrol ediyor ve o kadar sıkıcı bir ortalamaya doğru çekiyorlar ki, kişisel ve bağımsız arayışlara ve ifadelere dair neredeyse hiç bir şey bu çalışmalara ve metinlerine sızamıyor. ve geliyoruz amaç duygusuna. neden yani, neden? insanlığa fayda evet, bu doğru, ama her bir makale her bir çalışma o kadar minimal bir katkı ki.. yapmasan da insanlık farketmezdi. yaptığında da farketmeyecek. farketse de çok bir şey değişmeyecek. onca emek, onca sıkıntı, onca çaba... gerçekten de ortaya çıkan somut katkı bu emekle kıyaslanır gibi değil. araştırma ve öğrenme tutkusu? üretme tutkusu? evet, araştırmayı yaparken. ama makalesini yazarken artık ortaya yeni bir şey koymaktan ziyade zaten yapılmış olanı yazmak sözkonusu. ve o çalışmadan artık kusacak hale gelmişsin yıllardır her detayını çalışa çalışa ve tekrar tekrar düzelte düzelte... eh, geriye kariyer hedefleri, kendini kanıtlama, gurur, sorumluluk duygusu, ünvanlar, pozisyonlar, performans / değerlendirme kriterleri vb. çok da heyecanlı olmayan motivasyon araçları kalıyor. tabii, tüm bunların ardından insan soruyor, yahu bu makalelerin asıl amacı, önemli bilimsel çalışmaların camiaya duyurulması ve bilginin paylaşılması değil miydi?
belli ki bir zamanlar öyleydi. ama şu anda hala öyle olsaydı toplam yayınlanan makale sayısı herhalde şu ankinin onda birine falan düşerdi... yazılması gerektiği için yazılıyor. 15-20 adet yeni makale. alanın dolaşılabileceği zaten en baştan görülen bölgelerini, alanın zaten önümüzde görülebilir biçimde duran haritasının daha önce gezilmemiş her köşesini bir robot-elektrik-süpürgesi (bkz. roomba) keyfekederliğiyle ziyaret etmek anlamına gelen 15-20 adet makale. bir keşif ve öğrenme heyecanıyla değil de, ben de artık alanın uzmanı olacağım için, halihazırda yapılmış ve yapılmamış çalışmaların güncel bir haritasına sahip olmam gerektiği için okuyacağım bir yığın önemsiz makale.
neyse, bir ara veriyorum. geçen yıl bir çalışma çılgınlığı dönemine girmiştim tam bu dönemlerde. 3-4 ay kadar önce işin asıl yoğun kısmını bitirip makale yazmak için nafile bir çabaya giriştim. ama verimli olmuyor. makaleden başka herşeyle uğraştım. en iyisi kafası rahat bir tatil yapmak. boşluğun keyfini vicdan serinliğiyle sürmek. sonra sevgisiz makalelerin başına dönülür. zamanı geldiğinde. herşeyin zamanı.
edit: kaynakçayı çalışırken 3-5 makaleye kadar düştüm. ikilemeler (aynı yazarların aynı çalışmayı farklı "audience"lara sundukları, sayısal olarak özdeş olmayan ama içerik olarak nerdeyse özdeş olan paperlar), ingilizce dışı dillerdeki yayınlar (ki muhakkak bir ingilizce kopyaları da yayınlanmış oluyor), yl. tezleri, kurum içi raporlar derken review'lar da şişirilebiliyormuş (benim review'culuğum da fena değilmiş hani).
teknik konular sözkonusu olduğunda 15-20 makale sıkıntı değil. giderken gelirken, vapurda, hatta fünikülerde okuyarak insan 3-5 günde hepsini elden geçirebilir. gayet de güzel okur yani, çünkü bu tip makaleler evrenin en kuru, en açık, en düz metinleridir sonuçta. makale zanaati hız ve açıklığı hedefliyor. çünkü kimse bu makaleleri uzun uzadıya okumak, bunlara vakit harcamak falan istemez, iş işte. dolayısıyla bunları yazmak da çok sıkıcı hale gelebiliyor. ilk bir kaç denemenin hevesi geçtikten sonra motivasyonun hiç bir bileşeni ortada kalmıyor. ustalık dense, yani kuru kuru, açık ve özet halinde yazmaya dair ustalık pek az insanı heyecanlandırır. ha, bazıları bu işi iyi beceriyorlar doğrusu ama yani işte becerdikleri, teknik jargonu iyi kullanan, olabildiğince basit ve anlaşılır metinler yazmak. otonomi dense, eh araştırmada insan sanki kendinin patronu gibidir ama bu teknik disiplinler yöntem, alan ve ifadelerini o kadar sıkı sıkıya kontrol ediyor ve o kadar sıkıcı bir ortalamaya doğru çekiyorlar ki, kişisel ve bağımsız arayışlara ve ifadelere dair neredeyse hiç bir şey bu çalışmalara ve metinlerine sızamıyor. ve geliyoruz amaç duygusuna. neden yani, neden? insanlığa fayda evet, bu doğru, ama her bir makale her bir çalışma o kadar minimal bir katkı ki.. yapmasan da insanlık farketmezdi. yaptığında da farketmeyecek. farketse de çok bir şey değişmeyecek. onca emek, onca sıkıntı, onca çaba... gerçekten de ortaya çıkan somut katkı bu emekle kıyaslanır gibi değil. araştırma ve öğrenme tutkusu? üretme tutkusu? evet, araştırmayı yaparken. ama makalesini yazarken artık ortaya yeni bir şey koymaktan ziyade zaten yapılmış olanı yazmak sözkonusu. ve o çalışmadan artık kusacak hale gelmişsin yıllardır her detayını çalışa çalışa ve tekrar tekrar düzelte düzelte... eh, geriye kariyer hedefleri, kendini kanıtlama, gurur, sorumluluk duygusu, ünvanlar, pozisyonlar, performans / değerlendirme kriterleri vb. çok da heyecanlı olmayan motivasyon araçları kalıyor. tabii, tüm bunların ardından insan soruyor, yahu bu makalelerin asıl amacı, önemli bilimsel çalışmaların camiaya duyurulması ve bilginin paylaşılması değil miydi?
belli ki bir zamanlar öyleydi. ama şu anda hala öyle olsaydı toplam yayınlanan makale sayısı herhalde şu ankinin onda birine falan düşerdi... yazılması gerektiği için yazılıyor. 15-20 adet yeni makale. alanın dolaşılabileceği zaten en baştan görülen bölgelerini, alanın zaten önümüzde görülebilir biçimde duran haritasının daha önce gezilmemiş her köşesini bir robot-elektrik-süpürgesi (bkz. roomba) keyfekederliğiyle ziyaret etmek anlamına gelen 15-20 adet makale. bir keşif ve öğrenme heyecanıyla değil de, ben de artık alanın uzmanı olacağım için, halihazırda yapılmış ve yapılmamış çalışmaların güncel bir haritasına sahip olmam gerektiği için okuyacağım bir yığın önemsiz makale.
neyse, bir ara veriyorum. geçen yıl bir çalışma çılgınlığı dönemine girmiştim tam bu dönemlerde. 3-4 ay kadar önce işin asıl yoğun kısmını bitirip makale yazmak için nafile bir çabaya giriştim. ama verimli olmuyor. makaleden başka herşeyle uğraştım. en iyisi kafası rahat bir tatil yapmak. boşluğun keyfini vicdan serinliğiyle sürmek. sonra sevgisiz makalelerin başına dönülür. zamanı geldiğinde. herşeyin zamanı.
edit: kaynakçayı çalışırken 3-5 makaleye kadar düştüm. ikilemeler (aynı yazarların aynı çalışmayı farklı "audience"lara sundukları, sayısal olarak özdeş olmayan ama içerik olarak nerdeyse özdeş olan paperlar), ingilizce dışı dillerdeki yayınlar (ki muhakkak bir ingilizce kopyaları da yayınlanmış oluyor), yl. tezleri, kurum içi raporlar derken review'lar da şişirilebiliyormuş (benim review'culuğum da fena değilmiş hani).
18 Ocak 2014 Cumartesi
gölge
bir sürü şey yazdım. ama sonuçta kendisini gerçekten tanımadığımı teslim ederek hepsini sildim. bir akademisyen öldü. belki bir araba hızla geliyordu, belki araba çarpsın dedi, demezdi herhalde. kendi halinde sessiz sakin yaşayıp gitmeyi başaran son kişiydi belki o. binamız bir gölgesini daha kaybetti. suç binada değildi, bina gölgeleri saklamayı iyi becermiştir her zaman. belki bir araba gelsin, çarpsındır belki.
15 Ocak 2014 Çarşamba
bi kussam
sırada bekleyen 4 adet tez. detaylı okuma. sadece akşamları. mübalağa olsa.. biri benim tezim olsa. biri a.'nın tezi olsa. sırada bekleyen ve akşamları detaylı okunacak iki tez.. sonra akşamları detaylı okunacak benim tezim. 300 sayfa kadar. bol resimli ama. ı-ıh. düzeltme istenecek. düzeltmeler minör olsa ve düzeltmeler yapılmadan tarih almak mümkün olsa.. ı-ıh. beadle'la randevu, pasaport vd.. haziran başına tarih alınsa. ı-ıh. mayıs gibi gidip eylül gibi.. resmen yüzüm karardı. gözkapaklarım indi, gözlerim yarıya kadar kapandı. hocamdan beklediğim e-mail geldi. kaç ay ve kaç ek e-mail sonra onu hatırlamıyorum. sırada bekleyen 4 tez. en az iki tez. yoğun ama titiz bir hoca. umarım bu aralar kimse bana "doktora ne zaman bitiyor?" ya da "bitti ama artık" gibi şeyler söylemez.
[şimdi uzuuun ve yavaş bir tarkovsky filminin başına yatayım. bitmeden uyuyakalacağımı umuyorum. ya da biri kafama yastık koyup çekiçle vursun.]
[şimdi uzuuun ve yavaş bir tarkovsky filminin başına yatayım. bitmeden uyuyakalacağımı umuyorum. ya da biri kafama yastık koyup çekiçle vursun.]
27 Aralık 2013 Cuma
çok çirkin ve pek âlâ
bir yıl daha biterken çanlar akademik muhasebeler için çalıyor. ama akademik muhasebe böyle bir yılda önüne geleni akıntısına katan bir sel gibi uğuldamakta. öyle bir yıl idi ki her ölçekte ve her yönde ve her katmanda ve her sistemde işleyen her şey birbiriyle bağlantılı idi. ülke okulu, okul ruhu, ruh stüdyoyu, stüdyo zihni, zihin atölyeyi, atölye bünyeyi, bünye metni, metin projeleri, projeler sokağı, sokak isyanı, isyan tezi, tez tatili, tatil ilişkileri, ilişkiler komisyonları, komisyonlar jürileri, jüriler alkolü, alkol hissiyatı, hissiyat dostluğu, dostluk köpeği, köpek kediyi, kedi giysileri, giysiler tavırları, tavırlar blogları, bloglar makaleleri, makaleler yazışmaları, yazışmalar okumaları, okumalar grafikleri, grafikler eh. hepsi hepsini üstelik de böyle lineer dizilmiş ikililer olarak değil her yönden her yöne bağlantıların eriştiği çok boyutlu bir network üretecek şekilde etkiliyordu. sonuç olarak çirkinliklerle güzelliklerin mikrodan makro ölçeklere kadar en aşırılarının yaşandığı bir yıl oldu, en azından benim açımdan. yeni kavrayışlar, hatalar, birikimler, sorunlar, ürünler, hayaller, yılgınlık, dostluklar, geçimsizlikler, uyum, umutsuzluk, keyifler, ukalalık, anlayış, asabiyet, girişimler, çiğlikler ve olgunluklar hepsi en aşırı miktardaydı ve içiçe geçmişlerdi. çalışma da çok yoğundu, tatil de çok yoğundu. dinginlik de çok kıvamlıydı, gerginlik de... isyan ve heyecan da çok samimiydi, yılgınlık ve çöküntü de.. böyle zamanlarda zorba'nın sonu akla gelir. hayat beladır. hayatın bela kısmından ve çirkinliklerinden muaf olmak, mükemmel olmak istenir. mümkün olmaz. yoğun çalışma ve stresten dolayı yılın önemli kısmı sırt ağrısıyla geçti.sırt ağrım hafifledikçe, bedenim ve ruhum gıcırdamayı azalttıkça, ünlemlerim daha yüzeyden ve yüksüz çıkmaya başladıkça bu yılı kapatabileceğime ve geride bırakabileceğime inandım. 013, burdan geriye bakılınca inanılması zor bir yıl oldun. bu nasıl oldu yani? bu kadar çirkin ve güzel şeyi biraraya kim getirdi? yılbaşları ve yılsonları önemli fırsatlardır diye düşünürüm. yapaydır falan filandır ama bir eşiktir yine de. bir durup soluklanmayı ilham eder. bir geri dönüp düşünmeyi, belirli, sınırlı bir periyodu değerlendirmeyi akla getirir.
24 Aralık 2013 Salı
21 Aralık 2013 Cumartesi
tezler uyurken
doğrusu bu ya, o günden sonra bilgisayar bir kere bile çökmedi. bikaç dakkada bir çöken flash player bile hiç çökmedi. bilgisayar yağ gibi çalışıyor. üzülmedim. aygıtla ilişkilerime bir keyif geldi. makale yazmak yerine yeni evrimsel projeme girişiyorum sanki. aslında çok tasarım yapasım var ama ortalıkta hiç yarışma yok. machine learning derslerimin son programlama ödevini de başarıyla teslim ettim. gururluyum. aslında makaleye de başladım. sadece 20bin kelimeden 6bin kelimeye düşecek. aslında oldukça verimli bir dönemdi. yığın yığın kitap okudum. hepsi dijitaldi tabi. yığını gözlerimizle göremedik. stüdyoda yaptığımız işler uzun uzun konuşmaya değer bir düzeye geldikçe aslında stüdyonun harala gürelesi dışında daha derin ve katman katman bir keyfi olduğu hususunda daha bir ikna oldum. işimiz derin ve zengin bir iş. onu heyecanlı kılmak için çok karışık, çok kalabalık, çok yeni, çok bilmemne bahaneler ithal edip durmamıza gerek yok. en basit işin bile belirli bir bağlam içinde ele alınması, bir olgunluğa eriştirilmesi ve bu olgunluğa yaraşır bir ifadeye kavuşturulması yeterince derin, epiyce hassas ve ciddi biçimde zorlu bir görev. özetle, yıl biterken, muhasebe sonuçlarına + yazıyorum.
11 Aralık 2013 Çarşamba
lütfen hata bul.
kar yağınca ertelediğim gündelik işlere ve "machine learning" ödevlerime (bkz. coursera) el attım. her şeyin zamanı bir ara gelecek ve her şey zamanı geldiğinde yapılacak, bu böyle. bir yandan da desktop'un verdiği bir erör sayesinde memtest86 diye bir araç olduğunu öğrendim. desktop zaten stabilitesini iyicene yitirmişti. ikide bir çöküp durmaktaydı ama kapanıp-açılma düzeyine de gelmediğinden geçinip gidiyor idik. bilindiği gibi bu aygıt ilk gününden beri sorunluydu ve projelerimde bana büyük sıkıntı çektirmişti. her neyse bu memtest86 RAM'de bulunan hataları tespit ediyor. bir seri test yaptıktan sonra RAM'de biraz fazla sayıda hata bulunduğunu tespit ettim. normalde RAM'i değiştirmek gerekirmiş ama hatalı bitleri maskelemek de mümkün olduğu için bu bitlerin yerini tespit edeyim diye bir kaç kere daha memtest attım. her seferinde farklı mevkîlerden hata geldiği için bu sefer kasayı açıp şööyle bir güzel süpürdüm ve RAM'leri çıkarıp boş duran alternatif slot'lara taktım. şu anda memtest devam ediyor ve hiç hata çıkmıyor. bunun anlamı şu: eğer 1-2 gün boyunca sürecek ardışık pass'lerde herhangi bir hata çıkmazsa bunca yıl canıma okuyan hatanın esasında bir RAM slot'u hatası olduğunu anlamış olacağız (anakartta başka hata yoksa yani). bu anlamın anlamı şu: aygıtı ilk ele geçirdiğimde durumu google'layıp slotları değiştirmeyi denemiş olsaydım tüm bunlar başıma gelmeyecekti. basit. 4-5 yıl önce demek istiyorum bu problemin peşine düşmüş olsaydım hayatım daha keyifli, daha güzel geçmiş olacaktı. programlarımda tuhaf erörler görmeyecektim. tabii debugging tekniklerine de girmiş olmayacaktım o zaman ama razıyım buna. hani seçme şansım olsaydı.. neyse. salak salak şeyler sonuçta. tezi bir kere daha belirsizliğe düşmüş bir insan olarak bunları da derdedecek halim kalmadı. atılma da geri geliyormuş ki geleneksel atılma dönemim de yaklaşmıştı. tüm bunlar olurken okulda bir ağartma çılgınlığı sürmekteydi. okulun kameralarla zapturapt altına alınamamış son köşeleri olan merdiven kulelerinde geçenlerde hüseyin bey'i gördük. elinde bir parça alçıyla son kalan siyah benekleri kapatmaya çalışıyordu. eskiden olsa çok gülerdim de şimdi az güldüm (bkz. sakura paketi //hüseyin'e güzelleme için linke gidip "ldrsy aşk!"ı açınız) bazen dünya topaç gibi tersine öylesine sarılıyor ki, zemberek iyicene geriliyor. ordan sonra yanıp kül oluyor zaten ve yavaş yavaş tersine dönmeye başlıyor işte.
5 Kasım 2013 Salı
sütü de hiç sevmem
dünkü mimed ödül töreninin en ilginç yanı itü'lülerin ilk iki yılın ödüllerini silip süpürmesi değildi. bu zaten önceki yıllarda da böyleydi. zaten ilk yıl için itü dışında çok fazla katılım olmuyor. ilk andan itibaren tasarıma atıp bırakan ve özgüven vermeye çalışan eğitim tarzı prematüre bir üretkenliği mümkün kılıyor, bu da yarışmaya katılım miktarını artırıyor. zaten mevcudumuz da kalabalık. yatkın ve çalışkan öğrenciler de var. ama şu da var, ilk yıl işlerinin kavramsal kurgusu zaten öğrenciye hocalar tarafından veriliyor. ve genelde bu kurgu ince ince düşünülmüş kuvvetli bir kurgu oluyor (doğrusu bu işleri kurgulamak için her yıl yeniden tam kapasite çalışıyoruz). işler biraz da bu hazır kavramsal kurgu üzerine inşa ediliyor. ikinci yıl da bu zemin üstüne az daha zor işlere girişip altından kalkmayı beceriyorlar. ama esasında kendilerini mimarlığın temel meseleleri açısından ne kadar geliştirmişler onu ölçen yok.. bu temel meselelerin hazır bir bağlamdan-bağımsız listesi bulunmamakla birlikte, belirli bir problemin oluşturduğu arka plan önünde bunlar birer birer beliriyor, işlendilerse de boşlandılarsa da..
neyse sonuçta ilk iki yılın ödülleri açısından sonuç pek de şaşırtıcı değildi... fakat tabi 3. ve 4. yıllarda itü'lülerin aynı başarıyı sürdürememesi de yeni bir durum değildi. önceki yıllarda da bu eğilim gözleniyordu. mimarlık kültürünü içselleştirmeyen, mimarlığı kendi ölçeğinde işlemeyi sığlık sayan, entegre problem-çözüm depoları olan 'iyi-bina'ları incelemeyen, görmeyen (daha ziyade sürekli kente bakmayı, kent ölçeğindeki işleyişleri düşünmeyi--ama fiziksel bağlama karşı hassasiyet göstermemeyi--marifet bilen), alışılageldik tipoloji ve programları ya da en acil ve güncel problemleri (AVM, kapalı site, ofis vd.) küçümseyen, ele aldığında da mevcut uygulamalardan feyz almayı düşüklük addeden, yani bilgi ile beslenmeyi aşılamayan (sadece bir negatif yaratıcılık--belirlenmeme, spontanlık, yoktan-yaratıcılık--anlayışını içselleştiren), en yatkın ve ilgili öğrencilerine mimarlık sevgisinden çok mimarlık düşmanlığı aşılayan bir stüdyo tavrı daha zor ve karmaşık mimarlık problemlerinde çuvallıyor ve yeterli mimari olgulukta ve hassasiyette ürünler verilmesini zorlaştırıyor ya da geciktiriyor ya da iş hayatına erteliyor (bu da o öğrencileri hayatta rakipleri--evet rakipleri--karşısında dezavantajlı konuma koyuyor).. mimarlık eğitimini pratiğe erteliyor... öte tarafta, daha az yatkın, düz, boş, kuru öğrenciler de fazla derinlikli--çok katmanlı--olmayan, kuru ve teknik bir bakışa sahip bir takım stüdyolardan geçip gidiyorlar ve onlardan da "iyi-mimar" çıkmıyor. yine istisnai öğrencilere dönüp bakıyoruz, arada iyi proje çıksın diye.. olursa oluyor..
yani üst sınıflara çıktıkça alınan ödüllerin toplam katılıma oranı gittikçe düşüyor ama bizim buna pek şaşmamamız lazım. mesele ne tam olarak tenik beceride ne de tam olarak entelektüel düzeyde. hepsi daha iyi olabilirdi ama tabi ne adına? ilgili öğrencileri mimar olmamak, başka kariyerler kovalamak üzere yetiştiriyorsak ve ilgisiz öğrenciler de boş kalan alanı dolduracaksa, zaten biz hiç bir şey yapmasak da kendini geliştirmeyi beceren %5-10 arası öğrenciye bakarak iyi bir iş çıkardığımızı iddia edebilir miydik, soru bu. peki tasarım eğitimi tasarım eğitimi olduğundan beri tasarım eğitimi tasarım eğitimi olmasın sakın? sanıyorum mimarlık eğitiminin mimarlık eğitimi olmasında fayda var. ülkemizde mimarlığın zamanı geliyor. mimarlara ihtiyaç var. mimarlığın temel meselelerini ve ölçeğini kavramış iyi ve hassas mimarlara ihtiyaç var. işte bir cevap. mimarlığın fenalıklarının mimarlık içinden aşılmasına yönelik olarak...
mimarlıktan ne kadar tiksinsek de bizim meslek alanımız bu, ve esasında mimarlığın pek çok güzel ve faydalı yanı var. kendin-yapçılık mimarlık değil. gecekondu mimarlık değil. kent mekanındaki spontane oluşumlar mimarlık değil. bunları kabul etmenin vakti geldi. mimarlık kendi üretim alanı, konusu, ölçeği bulunan, kendi içinden gelişim hatlarını seren, kendi içinden üreyen, otopoetik bir meslek. otonom bir meslek alanı. salt "entelektüel bir enerji alanı" değil; bu sadece mimarlık kültürünü anlatan bir tabir, mesleği değil. ve mimarlık kültürü denen alanın bir sınırı yoksa da odağı var: meslek olarak mimarlık, içinde bulunulan mekanların tasarlanması ve uygulanması. ve bu önemli bir meslek.
özetle, bitimsiz mimarlık düşmanlığımızdan çıkışımız amor fati'de yatıyor. sinik tavırlar mimarlığın genel kuralına dönüşmüşse mimarın üstlenmesi gereken çelişik toplumsal konumları önümüze serip bakarız. emre arolat'ın her konuşmasında mimarın bir türlü uzlaştıramadığı çelişik pozisyonların ve kimliklerin yanyana gelişini izleriz. kamusal entelektüel ile meslek adamını, hırslı ile ahlaklıyı, çirkin ile güzeli, sığ ile derini yanyana görürürüz. bunu sinik bir alay konusu etmekten çok karşımıza alıp düşünmemiz gerekir. zira bu incelenebilir bir haldir, bir gizem değil. mesleğimizin tatsız ve tatlı yanlarını karşımıza alıp inceleyebiliriz. bu bizi olsa olsa mimarlığa yaklaştırır. mimarlığı içindeki bileşenlerin sürekli çatıştığı bir dostoyevski karakterine çevirir. mimarlık teorisinin de bu çatışmayı yansıtması beklenir. bu önerilerin hiçbiri mimarlığı topyekün reddedip yerlerin dibine gömmeyi ya da mimarlık olmayana varan olumsuzlamalarda yitirmeyi içermiyor. eğitimi de bu çerçevede günahıyla sevabıyla ve çelişen pozisyonlarıyla kabul etmek durumundayız. evet mimarlık eğitimi pratiğinden kopamaz, en azından lisans düzeyinde, bildiğimiz binaları tasarlamaktan kopamaz (çünkü hala böyle bir ihtiyaç var). ayrıca mimarlık eğitimi için, belirli bir dönemde özsel ve ikincil olan konuları tartışabiliriz, burda da bir muamma yok, bu tartışma mümkün ve böyle bir tartışma herhangi bir multak öz tariflediğimiz anlamına da gelmez. değişen koşullara göre güncellenecek geçici kararlara varabiliriz. şunu kabul edebiliriz: herşey herşeye gitmez. her şey olmaz.
böylece iç döktükten sonra, konuya dönersek, evet, ödül töreninde doğan tekeli'nin yarışmaların sadece olumlu yanlarına odaklanan konuşması keyifliydi ama sonuçta iyi bilinen argümanları sıraladı. yalnız bazı cümlelerinin başına "bazı", "nadir", "çok nadir durumlarda" türünden ifadeler de eklemeliydi. çok nadir durumlarda bazı çok önemli yarışmalar mimarlık kültürünü derinden dönüştüren etkiler yaratmışlardır. ve ama şu kesinlikle doğruydu, yarışmalar çalışmak ve gelişmek için önemli bir fırsat yaratıyor. ve belki daha iyi bir bahane de yok. ama sonuçta ödül töreninin en ilginç yanı bu da değildi. bunlar değildi. taşkışla'nın hollerini ve koridorlarını katlar boyunca dolduran yoğun sütlü neskafe kokusuydu ilginç olan. kültürel gelişimlerini kahvede tamamlayıp rafa kaldıranlar üniversiteyi kahvehaneye çevirmişti. gazoz, çay ve sütlü neskafe. ve söylemeye gerek yok, ödül töreni sönüktü. okul bir akademik kaynaşma ortamı olmaktan çıkıyor. artık adını düzünden koyalım, bunun adına yobazlık denir.
neyse sonuçta ilk iki yılın ödülleri açısından sonuç pek de şaşırtıcı değildi... fakat tabi 3. ve 4. yıllarda itü'lülerin aynı başarıyı sürdürememesi de yeni bir durum değildi. önceki yıllarda da bu eğilim gözleniyordu. mimarlık kültürünü içselleştirmeyen, mimarlığı kendi ölçeğinde işlemeyi sığlık sayan, entegre problem-çözüm depoları olan 'iyi-bina'ları incelemeyen, görmeyen (daha ziyade sürekli kente bakmayı, kent ölçeğindeki işleyişleri düşünmeyi--ama fiziksel bağlama karşı hassasiyet göstermemeyi--marifet bilen), alışılageldik tipoloji ve programları ya da en acil ve güncel problemleri (AVM, kapalı site, ofis vd.) küçümseyen, ele aldığında da mevcut uygulamalardan feyz almayı düşüklük addeden, yani bilgi ile beslenmeyi aşılamayan (sadece bir negatif yaratıcılık--belirlenmeme, spontanlık, yoktan-yaratıcılık--anlayışını içselleştiren), en yatkın ve ilgili öğrencilerine mimarlık sevgisinden çok mimarlık düşmanlığı aşılayan bir stüdyo tavrı daha zor ve karmaşık mimarlık problemlerinde çuvallıyor ve yeterli mimari olgulukta ve hassasiyette ürünler verilmesini zorlaştırıyor ya da geciktiriyor ya da iş hayatına erteliyor (bu da o öğrencileri hayatta rakipleri--evet rakipleri--karşısında dezavantajlı konuma koyuyor).. mimarlık eğitimini pratiğe erteliyor... öte tarafta, daha az yatkın, düz, boş, kuru öğrenciler de fazla derinlikli--çok katmanlı--olmayan, kuru ve teknik bir bakışa sahip bir takım stüdyolardan geçip gidiyorlar ve onlardan da "iyi-mimar" çıkmıyor. yine istisnai öğrencilere dönüp bakıyoruz, arada iyi proje çıksın diye.. olursa oluyor..
yani üst sınıflara çıktıkça alınan ödüllerin toplam katılıma oranı gittikçe düşüyor ama bizim buna pek şaşmamamız lazım. mesele ne tam olarak tenik beceride ne de tam olarak entelektüel düzeyde. hepsi daha iyi olabilirdi ama tabi ne adına? ilgili öğrencileri mimar olmamak, başka kariyerler kovalamak üzere yetiştiriyorsak ve ilgisiz öğrenciler de boş kalan alanı dolduracaksa, zaten biz hiç bir şey yapmasak da kendini geliştirmeyi beceren %5-10 arası öğrenciye bakarak iyi bir iş çıkardığımızı iddia edebilir miydik, soru bu. peki tasarım eğitimi tasarım eğitimi olduğundan beri tasarım eğitimi tasarım eğitimi olmasın sakın? sanıyorum mimarlık eğitiminin mimarlık eğitimi olmasında fayda var. ülkemizde mimarlığın zamanı geliyor. mimarlara ihtiyaç var. mimarlığın temel meselelerini ve ölçeğini kavramış iyi ve hassas mimarlara ihtiyaç var. işte bir cevap. mimarlığın fenalıklarının mimarlık içinden aşılmasına yönelik olarak...
mimarlıktan ne kadar tiksinsek de bizim meslek alanımız bu, ve esasında mimarlığın pek çok güzel ve faydalı yanı var. kendin-yapçılık mimarlık değil. gecekondu mimarlık değil. kent mekanındaki spontane oluşumlar mimarlık değil. bunları kabul etmenin vakti geldi. mimarlık kendi üretim alanı, konusu, ölçeği bulunan, kendi içinden gelişim hatlarını seren, kendi içinden üreyen, otopoetik bir meslek. otonom bir meslek alanı. salt "entelektüel bir enerji alanı" değil; bu sadece mimarlık kültürünü anlatan bir tabir, mesleği değil. ve mimarlık kültürü denen alanın bir sınırı yoksa da odağı var: meslek olarak mimarlık, içinde bulunulan mekanların tasarlanması ve uygulanması. ve bu önemli bir meslek.
özetle, bitimsiz mimarlık düşmanlığımızdan çıkışımız amor fati'de yatıyor. sinik tavırlar mimarlığın genel kuralına dönüşmüşse mimarın üstlenmesi gereken çelişik toplumsal konumları önümüze serip bakarız. emre arolat'ın her konuşmasında mimarın bir türlü uzlaştıramadığı çelişik pozisyonların ve kimliklerin yanyana gelişini izleriz. kamusal entelektüel ile meslek adamını, hırslı ile ahlaklıyı, çirkin ile güzeli, sığ ile derini yanyana görürürüz. bunu sinik bir alay konusu etmekten çok karşımıza alıp düşünmemiz gerekir. zira bu incelenebilir bir haldir, bir gizem değil. mesleğimizin tatsız ve tatlı yanlarını karşımıza alıp inceleyebiliriz. bu bizi olsa olsa mimarlığa yaklaştırır. mimarlığı içindeki bileşenlerin sürekli çatıştığı bir dostoyevski karakterine çevirir. mimarlık teorisinin de bu çatışmayı yansıtması beklenir. bu önerilerin hiçbiri mimarlığı topyekün reddedip yerlerin dibine gömmeyi ya da mimarlık olmayana varan olumsuzlamalarda yitirmeyi içermiyor. eğitimi de bu çerçevede günahıyla sevabıyla ve çelişen pozisyonlarıyla kabul etmek durumundayız. evet mimarlık eğitimi pratiğinden kopamaz, en azından lisans düzeyinde, bildiğimiz binaları tasarlamaktan kopamaz (çünkü hala böyle bir ihtiyaç var). ayrıca mimarlık eğitimi için, belirli bir dönemde özsel ve ikincil olan konuları tartışabiliriz, burda da bir muamma yok, bu tartışma mümkün ve böyle bir tartışma herhangi bir multak öz tariflediğimiz anlamına da gelmez. değişen koşullara göre güncellenecek geçici kararlara varabiliriz. şunu kabul edebiliriz: herşey herşeye gitmez. her şey olmaz.
böylece iç döktükten sonra, konuya dönersek, evet, ödül töreninde doğan tekeli'nin yarışmaların sadece olumlu yanlarına odaklanan konuşması keyifliydi ama sonuçta iyi bilinen argümanları sıraladı. yalnız bazı cümlelerinin başına "bazı", "nadir", "çok nadir durumlarda" türünden ifadeler de eklemeliydi. çok nadir durumlarda bazı çok önemli yarışmalar mimarlık kültürünü derinden dönüştüren etkiler yaratmışlardır. ve ama şu kesinlikle doğruydu, yarışmalar çalışmak ve gelişmek için önemli bir fırsat yaratıyor. ve belki daha iyi bir bahane de yok. ama sonuçta ödül töreninin en ilginç yanı bu da değildi. bunlar değildi. taşkışla'nın hollerini ve koridorlarını katlar boyunca dolduran yoğun sütlü neskafe kokusuydu ilginç olan. kültürel gelişimlerini kahvede tamamlayıp rafa kaldıranlar üniversiteyi kahvehaneye çevirmişti. gazoz, çay ve sütlü neskafe. ve söylemeye gerek yok, ödül töreni sönüktü. okul bir akademik kaynaşma ortamı olmaktan çıkıyor. artık adını düzünden koyalım, bunun adına yobazlık denir.
26 Ekim 2013 Cumartesi
bwo
doktoram yaklaşık bir aydır yeni bir uykuya daha dalmışken ben boş durmadığım halde, hatta tam bir süreklilik içinde projelerimi ve akıntılarımı takip etmekte olduğum halde, aklıma organsız bir beden düşüyor. organsız bedenin kendisinden çok düşü. ya da organsız bedene uygun bir halden çok ona yönelik bir arzu. çünkü ob demek ob demek değil de kaçış çizgilerinin mümkün kılındığı bir 0 kotu demek. en sonunda mevcut mutluluğumu benzer bir atalet, benzer bir uyku, benzer bir otomatik süreklilik hali olan geçmiş bir dönemle kıyaslamayı akıl ettim. çünkü bu mutlulukta kıstıran bir yan vardı. öte yandan veriler mevsim etkilerinden arındırıldığında hesaplar aynı sonucu verecek miydi? daha uygun metaforlar bulunabileceğini sanıyorum. kavramların metaforlar üzerinden analiz edilebileceğini görüyorum (Lakoff and Johnson 1999). bu son derece heyecanlı atılımı tatsız tatsız kovalarken kendimi izliyorum.
28 Eylül 2013 Cumartesi
bir takım şeyleri açıktan yazmaya başlayacağım
ey peki araştırmacı, neden sabotaj?
- emh. bunun cevabını burda vermek zor.
peki araştırmacı, bu kadar çalışmaya rağmen yani gerçekten hayatta belirli bir pozisyon edinmek ya da hayatta ilerlemek ya da akranların arasında öne çıkmak için değil miydi bu? yani neden mesela parçası olduğun networkler içinde pozisyonunu güçlendirecek ve ilerletecek işleri yazıvermek ve yayınlamak bu kadar can sıkıcıydı da kimsenin okumayacağı yerlere kimsenin ilgilenmeyeceğini bildiğin konuları kimsenin pek öyle deşifre etmeyeceği türden yazmak önemliydi?
- emh. yani bu da anlat anlat anatılamayacak kadar karışık. ama hayır.
e peki araştırmacı senin yani bir tür üretimin var mı ve neden ürettin yani ve ne anlamı var insanlığın bakış açısından?
- emh. insanlığın ta üç nokta, bakış açısının ta üç nokta, siz takılınız diyorum, üç nokta, benim de bir bildiğim var ve öyle anlasanız ne böyle anlasanız ne. hani bir fotokopiciye gitmiştim ve orda "asla yaptığınız işi ehli olmayan biriyle tartışmayın" diyordu. haklıydı.
özetle, evet ama benim de bir düşündüğüm var. boşa olan tüm bu şeylerin bu şekilde akıtılmasının sebepleri vardı. ve tabii ki burada sadece en heyecanlı akıntılar fırtınayı atlatacaktı. doktoramı onu anlamlı gören tek insan grubuna adayacağım biterse (çekirdek aileme), ben ise bir zaman öleceğim. sizi bilmem.
- emh. bunun cevabını burda vermek zor.
peki araştırmacı, bu kadar çalışmaya rağmen yani gerçekten hayatta belirli bir pozisyon edinmek ya da hayatta ilerlemek ya da akranların arasında öne çıkmak için değil miydi bu? yani neden mesela parçası olduğun networkler içinde pozisyonunu güçlendirecek ve ilerletecek işleri yazıvermek ve yayınlamak bu kadar can sıkıcıydı da kimsenin okumayacağı yerlere kimsenin ilgilenmeyeceğini bildiğin konuları kimsenin pek öyle deşifre etmeyeceği türden yazmak önemliydi?
- emh. yani bu da anlat anlat anatılamayacak kadar karışık. ama hayır.
e peki araştırmacı senin yani bir tür üretimin var mı ve neden ürettin yani ve ne anlamı var insanlığın bakış açısından?
- emh. insanlığın ta üç nokta, bakış açısının ta üç nokta, siz takılınız diyorum, üç nokta, benim de bir bildiğim var ve öyle anlasanız ne böyle anlasanız ne. hani bir fotokopiciye gitmiştim ve orda "asla yaptığınız işi ehli olmayan biriyle tartışmayın" diyordu. haklıydı.
özetle, evet ama benim de bir düşündüğüm var. boşa olan tüm bu şeylerin bu şekilde akıtılmasının sebepleri vardı. ve tabii ki burada sadece en heyecanlı akıntılar fırtınayı atlatacaktı. doktoramı onu anlamlı gören tek insan grubuna adayacağım biterse (çekirdek aileme), ben ise bir zaman öleceğim. sizi bilmem.
25 Eylül 2013 Çarşamba
3. yazışıma kadar
geçmiş olsun.
artık bir noktası bile düzeltilmesin.
her şeyi tamam varsayılsın.
pışpışlansın gönderilsin.
bitsin.
artık bir noktası bile düzeltilmesin.
her şeyi tamam varsayılsın.
pışpışlansın gönderilsin.
bitsin.
19 Eylül 2013 Perşembe
hafif.
pöf.
küçük bir kutlama zamanı.
(her nasılsa evimde bulunan bir parça rokfor peyniri ve bir bardak dimitrakopulo eşliğinde terasımdaki şezlonga tüy gibi düşecim.)
iç sıkıcı kısmı bitti.
şimdi hepsinin üzerinden geçilecek.
dikkatle.
tamam, dert değil.
bu iç sıkıntısı geçti ya.
puf.
yük kalktı.
ha bitti mi, bitmedi.
ama yükü kalktı.
küçük bir kutlama zamanı.
(her nasılsa evimde bulunan bir parça rokfor peyniri ve bir bardak dimitrakopulo eşliğinde terasımdaki şezlonga tüy gibi düşecim.)
iç sıkıcı kısmı bitti.
şimdi hepsinin üzerinden geçilecek.
dikkatle.
tamam, dert değil.
bu iç sıkıntısı geçti ya.
puf.
yük kalktı.
ha bitti mi, bitmedi.
ama yükü kalktı.
11 Eylül 2013 Çarşamba
tez darbesi
tam usturuplu bir conclusion'la işi bağlamak üzereydim ki kapımın önünden dünyayı kurtaran adamlar akmaya başladı. yahu arkadaşlar, çapulcular, ayyaşlar, TCler, ali ismailler ve diğerleri, günlerdir bekliyorum bu çalışmak halini, gelsin de başlayayım ve bitireyim diye. geldi. ama isyanlar da kapıma dayandı. hayır ben isyana gitmiyordum, ruhum karışmasın diye, isyan kapıma geldi. gazı ciğerlerimi yaktı, gözyaşları döktürttü. bu faiz lobisi değil, bu tez lobisi. tezimi bana bitirtmeyecekler. beni bu akademyada doktor etmemeye kararlı güçler var.
5 Eylül 2013 Perşembe
o esnada işbaşı yapılması
tam da samimi (ve biraz iddialı) bir giriş ve bir de özet yazmıştım... hazır enternasyonel workshop'umu iptal etmişken ben işi gücü de bırakayım. ben emekli olayım. isyan da çıkmasa hiç tatil yapacağım yoktu. ve tatil yoksunu bir yazın ardından hiç işbaşı yapacak halim de yoktu. bir conclusions yazayım ve emekli olayım.
3 Eylül 2013 Salı
iptal
bu olabildiğince samimi introduction'ıma bir son verirken, kağıtları tanımları prosedürleri katlayıp eğip bükmeye ya da bunlar için eğilip bükülmeye de veda etmek isterim. bir yerlere bir algılara bir bakışlara bir eşiklere uyum sağlamak için koşuşturup yetişip durmalara son. çalışmayacağım asla demek istememiştim, sabote edeceğim her zaman demek istemiştim. başarılı olmayacağım asla. başarı da o başarı yani, bu başarı değil. bu başarı ise, berideki, bizim başarımız, insanın akıntılarınla uyumlu olarak kurgulayıp algıladığı başarıları. onlar beriki başarılar. bir de öteki başarılar, diğerlerinin, dayatılan başarısı var. başarılı olmayacağım asla. bu amaçla küçüklüğümüzden itibaren yapmakta olduğumuz gibi benbiz gerektiği anda derelere barajlar kurup akıntıları durduracağız. hayasızca bir hayat idi araştırma hayatı. tarihe karışacak. içe sinmeyen paper'ları, iş olsun diye yazılan projeleri, kavrayışsız kriterleri ile akademik hayatı yeniden geride bıraksam bir.
akademik bitince akademik, akademik bitince de akademik başlıyor. bu inandırıcılıktan uzak ve hırslı akademide durma demiyorum, kendine göre yine dur.
akademik bitince akademik, akademik bitince de akademik başlıyor. bu inandırıcılıktan uzak ve hırslı akademide durma demiyorum, kendine göre yine dur.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)