5 Kasım 2013 Salı

sütü de hiç sevmem

dünkü mimed ödül töreninin en ilginç yanı itü'lülerin ilk iki yılın ödüllerini silip süpürmesi değildi. bu zaten önceki yıllarda da böyleydi. zaten ilk yıl için itü dışında çok fazla katılım olmuyor. ilk andan itibaren tasarıma atıp bırakan ve özgüven vermeye çalışan eğitim tarzı prematüre bir üretkenliği mümkün kılıyor, bu da yarışmaya katılım miktarını artırıyor. zaten mevcudumuz da kalabalık. yatkın ve çalışkan öğrenciler de var. ama şu da var, ilk yıl işlerinin kavramsal kurgusu zaten öğrenciye hocalar tarafından veriliyor. ve genelde bu kurgu ince ince düşünülmüş kuvvetli bir kurgu oluyor (doğrusu bu işleri kurgulamak için her yıl yeniden tam kapasite çalışıyoruz). işler biraz da bu hazır kavramsal kurgu üzerine inşa ediliyor. ikinci yıl da bu zemin üstüne az daha zor işlere girişip altından kalkmayı beceriyorlar. ama esasında kendilerini mimarlığın temel meseleleri açısından ne kadar geliştirmişler onu ölçen yok.. bu temel meselelerin hazır bir bağlamdan-bağımsız listesi bulunmamakla birlikte, belirli bir problemin oluşturduğu arka plan önünde bunlar birer birer beliriyor, işlendilerse de boşlandılarsa da..

neyse sonuçta ilk iki yılın ödülleri açısından sonuç pek de şaşırtıcı değildi... fakat tabi 3. ve 4. yıllarda itü'lülerin aynı başarıyı sürdürememesi de yeni bir durum değildi. önceki yıllarda da bu eğilim gözleniyordu. mimarlık kültürünü içselleştirmeyen, mimarlığı kendi ölçeğinde işlemeyi sığlık sayan, entegre problem-çözüm depoları olan 'iyi-bina'ları incelemeyen, görmeyen (daha ziyade sürekli kente bakmayı, kent ölçeğindeki işleyişleri düşünmeyi--ama fiziksel bağlama karşı hassasiyet göstermemeyi--marifet bilen), alışılageldik tipoloji ve programları ya da en acil ve güncel problemleri (AVM, kapalı site, ofis vd.) küçümseyen, ele aldığında da mevcut uygulamalardan feyz almayı düşüklük addeden, yani bilgi ile beslenmeyi aşılamayan (sadece bir negatif yaratıcılık--belirlenmeme, spontanlık, yoktan-yaratıcılık--anlayışını içselleştiren), en yatkın ve ilgili öğrencilerine mimarlık sevgisinden çok mimarlık düşmanlığı aşılayan bir stüdyo tavrı daha zor ve karmaşık mimarlık problemlerinde çuvallıyor ve yeterli mimari olgulukta ve hassasiyette ürünler verilmesini zorlaştırıyor ya da geciktiriyor ya da iş hayatına erteliyor (bu da o öğrencileri hayatta rakipleri--evet rakipleri--karşısında dezavantajlı konuma koyuyor).. mimarlık eğitimini pratiğe erteliyor... öte tarafta, daha az yatkın, düz, boş, kuru öğrenciler de fazla derinlikli--çok katmanlı--olmayan, kuru ve teknik bir bakışa sahip bir takım stüdyolardan geçip gidiyorlar ve onlardan da "iyi-mimar" çıkmıyor. yine istisnai öğrencilere dönüp bakıyoruz, arada iyi proje çıksın diye.. olursa oluyor..

yani üst sınıflara çıktıkça alınan ödüllerin toplam katılıma oranı gittikçe düşüyor ama bizim buna pek şaşmamamız lazım. mesele ne tam olarak tenik beceride ne de tam olarak entelektüel düzeyde. hepsi daha iyi olabilirdi ama tabi ne adına? ilgili öğrencileri mimar olmamak, başka kariyerler kovalamak üzere yetiştiriyorsak ve ilgisiz öğrenciler de boş kalan alanı dolduracaksa, zaten biz hiç bir şey yapmasak da kendini geliştirmeyi beceren %5-10 arası öğrenciye bakarak iyi bir iş çıkardığımızı iddia edebilir miydik, soru bu. peki tasarım eğitimi tasarım eğitimi olduğundan beri tasarım eğitimi tasarım eğitimi olmasın sakın? sanıyorum mimarlık eğitiminin mimarlık eğitimi olmasında fayda var. ülkemizde mimarlığın zamanı geliyor. mimarlara ihtiyaç var. mimarlığın temel meselelerini ve ölçeğini kavramış iyi ve hassas mimarlara ihtiyaç var. işte bir cevap. mimarlığın fenalıklarının mimarlık içinden aşılmasına yönelik olarak...

mimarlıktan ne kadar tiksinsek de bizim meslek alanımız bu, ve esasında mimarlığın pek çok güzel ve faydalı yanı var. kendin-yapçılık mimarlık değil. gecekondu mimarlık değil. kent mekanındaki spontane oluşumlar mimarlık değil. bunları kabul etmenin vakti geldi. mimarlık kendi üretim alanı, konusu, ölçeği bulunan, kendi içinden gelişim hatlarını seren, kendi içinden üreyen, otopoetik bir meslek. otonom bir meslek alanı. salt "entelektüel bir enerji alanı" değil; bu sadece mimarlık kültürünü anlatan bir tabir, mesleği değil. ve mimarlık kültürü denen alanın bir sınırı yoksa da odağı var: meslek olarak mimarlık, içinde bulunulan mekanların tasarlanması ve uygulanması. ve bu önemli bir meslek.

özetle, bitimsiz mimarlık düşmanlığımızdan çıkışımız amor fati'de yatıyor. sinik tavırlar mimarlığın genel kuralına dönüşmüşse mimarın üstlenmesi gereken çelişik toplumsal konumları önümüze serip bakarız. emre arolat'ın her konuşmasında mimarın bir türlü uzlaştıramadığı çelişik pozisyonların ve kimliklerin yanyana gelişini izleriz. kamusal entelektüel ile meslek adamını, hırslı ile ahlaklıyı, çirkin ile güzeli, sığ ile derini yanyana görürürüz. bunu sinik bir alay konusu etmekten çok karşımıza alıp düşünmemiz gerekir. zira bu incelenebilir bir haldir, bir gizem değil. mesleğimizin tatsız ve tatlı yanlarını karşımıza alıp inceleyebiliriz. bu bizi olsa olsa mimarlığa yaklaştırır. mimarlığı içindeki bileşenlerin sürekli çatıştığı bir dostoyevski karakterine çevirir. mimarlık teorisinin de bu çatışmayı yansıtması beklenir. bu önerilerin hiçbiri mimarlığı topyekün reddedip yerlerin dibine gömmeyi ya da mimarlık olmayana varan olumsuzlamalarda yitirmeyi içermiyor. eğitimi de bu çerçevede günahıyla sevabıyla ve çelişen pozisyonlarıyla kabul etmek durumundayız. evet mimarlık eğitimi pratiğinden kopamaz, en azından lisans düzeyinde, bildiğimiz binaları tasarlamaktan kopamaz (çünkü hala böyle bir ihtiyaç var). ayrıca mimarlık eğitimi için, belirli bir dönemde özsel ve ikincil olan konuları tartışabiliriz, burda da bir muamma yok, bu tartışma mümkün ve böyle bir tartışma herhangi bir multak öz tariflediğimiz anlamına da gelmez. değişen koşullara göre güncellenecek geçici kararlara varabiliriz. şunu kabul edebiliriz: herşey herşeye gitmez. her şey olmaz.

böylece iç döktükten sonra, konuya dönersek, evet, ödül töreninde doğan tekeli'nin yarışmaların sadece olumlu yanlarına odaklanan konuşması keyifliydi ama sonuçta iyi bilinen argümanları sıraladı. yalnız bazı cümlelerinin başına "bazı", "nadir", "çok nadir durumlarda" türünden ifadeler de eklemeliydi. çok nadir durumlarda bazı çok önemli yarışmalar mimarlık kültürünü derinden dönüştüren etkiler yaratmışlardır. ve ama şu kesinlikle doğruydu, yarışmalar çalışmak ve gelişmek için önemli bir fırsat yaratıyor. ve belki daha iyi bir bahane de yok. ama sonuçta ödül töreninin en ilginç yanı bu da değildi. bunlar değildi. taşkışla'nın hollerini ve koridorlarını katlar boyunca dolduran yoğun sütlü neskafe kokusuydu ilginç olan. kültürel gelişimlerini kahvede tamamlayıp rafa kaldıranlar üniversiteyi kahvehaneye çevirmişti. gazoz, çay ve sütlü neskafe. ve söylemeye gerek yok, ödül töreni sönüktü. okul bir akademik kaynaşma ortamı olmaktan çıkıyor. artık adını düzünden koyalım, bunun adına yobazlık denir.

Hiç yorum yok: