haftasonu var dediler, tatildir, bayram vardır, izin, seyahat, dinlence vardır. ayrıca mesai, iş günü, gece, gündüz vardır. bunun kışı, baharı falan olmalıdır. oysa benim işim zamanı bir bütün kabul etmekte. zamanda ayrım yoktur. ya zamanın tamamı aynı türdendir ya da sadece bir an vardır.
27 Ağustos 2011 Cumartesi
26 Ağustos 2011 Cuma
hiçbirşeyolmuyor
gerçekten azimle çalıştım. bildirileri hale yola koydum. şimdi tez kafasına dönmem lazım. acaba kaç gün sürecek. bu esnada bir akademik çalışmayı yönlendiren hayal kırıklığı, azim, mücadele, beklenti, üzüntü, yorgunluk, keyif, hırs, yılgınlık, güven, korku, kalabalık, yalnızlık, sırt ağrısı, yürek burkuntusu, iç sıkıntısı, umutsuzluk yazmış mıydım, direngenlik, savsaklayıcılık, üşengeçlik, inanç, kalp ağrısı, geçmişin üzüntüsü, gelecek belirsizliği, müjde sevinci, kötü haber karamsarlığı, aşk sevgi tutku kin, tüm duygular bildirilerden ve tezlerden ve raporlardan ve makalelerden ve posterlerden bile uzakta kalmaya devam ediyor. duygular akademik'e karışırsa diskur oluyor ya da spekülasyon? çünkü herşey illa bir şey oluyor. everything is something happened.
23 Ağustos 2011 Salı
akademik özenle bağdaşmayan
oturduğum yerden mevsimin dönüşünü izliyorum. güneş her gün daha soldan batıyor. günbatımı daha kırmızı. terasa hergün daha erken çıkıyorum. geceler serinliyor. uzun kollular giyiyorum. sabah, öğlen, akşam bildiri yazmaktayım. sıkıntılı bir iş. biri bitince diğerine başlamak gerekiyor. teslim edilecek beş tane bildiri var. teslim edilecek 3 tane kitap var, ceza yekunu her gün artmakta. yazıdan yazıya, konudan konuya, o kafadan bu kafaya geçmek zaman alıyor. iş bir gün bile kolayca yol vermiyor, her seferinde direniyor. tüm gün direniyor. akmıyor. paragraf paragraf kenti ele geçirmeye çalışıyorum. sürekli bir mücadele bu. çöpler, maydanozlar ve roka. güneş ve su. yoğurt ve soda. zafere inancım tam. duygular bildirilere aksetmiyor. yasak.
bkz. hayku formunda:
1.
öğlen ve akşam
kente saldırıyorum
akmıyor yazmak
2.
renkler değişti
her gün daha geriden
batıyor güneş
bkz. hayku formunda:
1.
öğlen ve akşam
kente saldırıyorum
akmıyor yazmak
2.
renkler değişti
her gün daha geriden
batıyor güneş
15 Ağustos 2011 Pazartesi
hayku
hızla geçiyor
yaz her gün azalmakta
ne çok yazı var.
(tezimi de hayku formatında kabul ederlerse yetişecek bkz.:)
"tasarım işi
ai complete diyeler
doğru diyeler."
yaz her gün azalmakta
ne çok yazı var.
(tezimi de hayku formatında kabul ederlerse yetişecek bkz.:)
"tasarım işi
ai complete diyeler
doğru diyeler."
9 Ağustos 2011 Salı
yazılması
ite kaka derleye toparlaya tez sayfasıyla 8 sayfaya ulaştım. ve fazla duraklama olmadan 5-10 sayfam daha gelecek. çünkü oraya kadar olan kısmın çerçevesi alıntıları notları hazır. aşamalı olarak parçalara bölüp hiyerarşik biçimde kademe kademe haritalıyorum bölümleri. yazının bileşenleri olarak küçük küçük paketler kalıyor. sonra her bir paketi alıp kafa yorup toparlamak gerekiyor. belki de en az kafa yoran kısım okumaları derleyip toparlamak. yani, o konuya yeni başlanmışsa o da zor, ama uzun zamandır o alanda okumalar yapılmaktaysa roman okumak gibi oluyor. 3-4 aşamalı bir yazma süreci.. ve her aşamaya kafa yormak gerekiyor. yani taslağın taslağı yazılana kadar 3-4 aşama. sonrası da var. bir bölümün tamamı yazıldıktan sonra hepsi tekrar elden geçirilecek, tüm tez yazıldıktan sonra tüm metin yeniden elden geçirilecek, sonra yazım denetimi olacak ve taslak dağıtılacak. sonra yeni projeler eklendikçe ve jüri düzeltmeler istedikçe değişiklikler yapılacak. hepsi bittikten sonra tamamı yeniden elden geçip son bir yazım denetimine girecek. metne tekrar tekrar geri dönüleceği halde, özellikle metin uzarsa pek çok noktaya aynı yoğunlukta kafa yormak mümkün olmayacak. sonraki incelemelerde bir çok bölüm biraz üstünkörü geçilecek, dolayısıyla insanın geride kalan sayfaları olabildiğince derli toplu bırakması gerekiyor. yani olup da tezde öylece kalırsa o ifadeler, kabul edilebilir durumda olmalılar. aslında yazmak çok karmaşık bir iş. yani en başta bir tez yazma sürecinin strüktürü karmaşık. ayrıca o düşünce akışını kurgulamak, referansları organize etmek, bunları düzgün bir dille ifade etmek... zor iş. kafa yoruyor. o yüzden olacak, kafa o işi yapmamak için direniyor. oturmayayım, yapmayayım, düşünmeyeyim diyor. yalvarıyor. ve genelde dediğini yaptırıyor. oturtmuyor, yaptırmıyor, düşünmüyor. böylece günler ağır aksak geçmekte. n'apalım, işin temposu bu. bereket versin.
neyle ilgili?
tez metni
6 Ağustos 2011 Cumartesi
emin olun bunu yazmak kolay olmadı.
"The term 'design', is the common name of a series of professional fields. It denotes the core activities of the professionals that are active in these fields, and also the products of these activities. However, to some extent, design is a general everyday practice, that is shared by all human beings."
bunu yazmadan önce yeni kompostumu karıştırıp başlatmam, bir güzel içip kafamı düzlemem, yoğurduma soda sıkıp ayılmam, eski kompostumu ufalayıp saksılara dağıtmam, terasa 117 kere çıkıp geri girmem, marul tohumlarımı tülbente ıslatmam, bostanımı ve çiçeklerimi düdüklü tencere marifetiyle sulamam, maydanozları serpip tek tek toprağa itelemem, can'in 'ege bamyası'nı rapidsharelemem ve tüm diğer gündelik işlerle birlikte internette yüzbin tıklık dolanmam gerekti. insan yazmamak için nasıl direniyor. yazmaya geçmemek için aralıksız okumak var bi de. oku oku haritala... o daha kolay her nasılsa. ama ilk bölümümün haritası ve alıntıları fazlasıyla hazır. daha hazır olamaz. artık yaz.
[bi de, tasarımın kısa bir tanımını aramak boşa. bu konuda da tasarım kuramı anlaşmış gibi. herkes yanından dolanıyor. hatta lawson açıkça "ya şart mı yani tasarımın kısa bi tanımının olması?" diyor.]
bunu yazmadan önce yeni kompostumu karıştırıp başlatmam, bir güzel içip kafamı düzlemem, yoğurduma soda sıkıp ayılmam, eski kompostumu ufalayıp saksılara dağıtmam, terasa 117 kere çıkıp geri girmem, marul tohumlarımı tülbente ıslatmam, bostanımı ve çiçeklerimi düdüklü tencere marifetiyle sulamam, maydanozları serpip tek tek toprağa itelemem, can'in 'ege bamyası'nı rapidsharelemem ve tüm diğer gündelik işlerle birlikte internette yüzbin tıklık dolanmam gerekti. insan yazmamak için nasıl direniyor. yazmaya geçmemek için aralıksız okumak var bi de. oku oku haritala... o daha kolay her nasılsa. ama ilk bölümümün haritası ve alıntıları fazlasıyla hazır. daha hazır olamaz. artık yaz.
[bi de, tasarımın kısa bir tanımını aramak boşa. bu konuda da tasarım kuramı anlaşmış gibi. herkes yanından dolanıyor. hatta lawson açıkça "ya şart mı yani tasarımın kısa bi tanımının olması?" diyor.]
4 Ağustos 2011 Perşembe
mimarlık eğitimi mimarlık eğitimi olduğundan beri mimarlık eğitimi mimarlık eğitimi olmasın sakın?
bir takım eski sorularım vardı. [bkz.] mesela acaba mimarlık eğitimini 4 yıllık bir birinci sınıf stüdyosu olarak kurgulayabilir miydik? mimarlık eğitiminin ağırlığı sözel-entelektüel bir içeriğe kayabilir miydi? mimarlıkla uğraşmayan, ağırlıklı olarak diğer ortam, alan, disiplinlerde dolaşıp genel bir tasarımcı tavrı geliştiren bir mimarlık okulu olabilir miydi?
[lawson and dorst, design expertise, p44:] "Designers are convinced that 'design' is a special way of thinking, and in their battle for recognition, they spend a lot of time trying to convince the rest of the world of this. But surprisingly seventeen or eighteen-year-old students, new to design school, seem to just start designing. At a simple, basic level of course, but they manage. It does not seem as if they first have to learn an alien, fundamentally different thought process. This tells us that, no matter what designers may claim, apparently there is a certain level of design that can be approached by common sense."
lawson ve dorst'un gözlemine katılmamak zor. öğrenciler okula geldikleri anda başlangıç düzeyinde de olsa tasarlamayı becerebilir halde oluyorlar. [yeter ki engelleme.] daha ilk günden tasarlatıyoruz. tasarlıyorlar. eğer mimarlığın zorlu problemlerine dalmazsan, mutlu mesut ve "işler iyi gidiyor" diyerek dolanabiliyorsun. ama iş bir bina tasarlamaya gelince öğrencinin üst aşamalara atlaması gerekiyor. farklı bir takım beceriler ve daha yoğun bir bilgi birikiminin nasıl işe yarayacağını anlamaya başlıyorsun. bu beceriler hem üretim ve temsil tekniklerini içeriyor hem de zihinsel becerileri. bir takım jenerik çalışma-tasarlama-temsil yollarını mimarlığa hiç bulaşmadan aktarabiliyorsun da, mesela mimari temsilin kendine has bir dili, belki bazı konvansiyonları olduğunu görmeye başlıyorsun. ondan sonra bir takım işleri daha verimli, hızlı ve etkili yürütmenin her tasarım disiplinine has farklı yolları olduğunu da görüyorsun. bilgi birikimi hem çok örnek görüp incelemiş olmayı, hem alana has pek çok problemle boğuşmuş olmayı, hem de derslerde öğretilen türde teorik bilgileri içeriyor. bu teorik bilgileri uygulamaya geçirmek de ayrı bir beceri ve onu öğrenmek de pek kolay değil.
eğitimi jenerik bir tasarım eğitimi olarak kurguladığında disiplin dışından referanslar kullanabilecek, daha sonra çalışacağı spesifik alanın mevcut konvansiyonları karşısından daha şüpheci ve yenilikçi kalabilecek, değişimlere kolay adapte olacak, hatta isterlerse farklı tasarım alanlarına geçiş yapabilecek tasarımcılar yetiştirmek peşindesin. ama bunu yaparken o alanda çalışmanın yollarını öğrenmesini geciktiriyorsun. çünkü tasarım becerileri, bir düzeye kadar, belli bir jeneriklik barındırdığı halde, tasarım bilgisi çalışılan her spesifik alan için farklı. ve o bilgi o spesifik alanda, o alanın problemleri üzerine çalışılarak elde ediliyor.
[lawson and dorst, design expertise, p46:] "The real difficulty in design is not in reaching that very first level of apparent competence; it is in attaining the higher levels. And that is where the design profession sits. Most expert designers certainly employ many more sophisticated cognitive skills ..."
3 tabaka ayırdedelim:
1. tüm insanların taşıdığı ortak tasarım becerisi.
2. hemen tüm tasarım alanlarının bir ölçüde barındırdığı ortak beceriler.
3. spesifik tasarım alanına has bilgi ve beceriler.
birinci sınıf eğitimi ağırlıklı olarak 2. maddeye eğilebilir. (ve 1. maddeden ötürü övünecek bir durum yok). ama sanıyorum, mimarlık eğitiminin ilerki yılları, 3. maddeye odaklanmak durumunda.
bizim okulumuzun bir eksiği de burada ortaya çıkıyor. alan gezileri. yurtdışında alan gezileri stüdyonun standart bir parçası. bizde alan gezisi deyince güncel ve iyi örnekleri gezmek anlaşılmıyor. alan gezileri bizde büyük ölçüde, tarihi önemi olan binalara, ya da geleneksel mimarlığa, ya da son derece sorunlu olan, ya da sadece uzakta bir yerde olan alanlara yöneliyor. ve mimarlık ölçeğinden çok kent ölçeğiyle dertleniyoruz. yeni ve iyi 'bina'ları gezmek konusunda eksiğimiz var. oysa usta işi bir binayı gezmek, ona internetten bakmaktan çok farklı bir deneyim. ülkenin de yeni, iyi ya da ilginç örnek sunmak konusunda eksiği var elbet.
[lawson and dorst, design expertise, p44:] "Designers are convinced that 'design' is a special way of thinking, and in their battle for recognition, they spend a lot of time trying to convince the rest of the world of this. But surprisingly seventeen or eighteen-year-old students, new to design school, seem to just start designing. At a simple, basic level of course, but they manage. It does not seem as if they first have to learn an alien, fundamentally different thought process. This tells us that, no matter what designers may claim, apparently there is a certain level of design that can be approached by common sense."
lawson ve dorst'un gözlemine katılmamak zor. öğrenciler okula geldikleri anda başlangıç düzeyinde de olsa tasarlamayı becerebilir halde oluyorlar. [yeter ki engelleme.] daha ilk günden tasarlatıyoruz. tasarlıyorlar. eğer mimarlığın zorlu problemlerine dalmazsan, mutlu mesut ve "işler iyi gidiyor" diyerek dolanabiliyorsun. ama iş bir bina tasarlamaya gelince öğrencinin üst aşamalara atlaması gerekiyor. farklı bir takım beceriler ve daha yoğun bir bilgi birikiminin nasıl işe yarayacağını anlamaya başlıyorsun. bu beceriler hem üretim ve temsil tekniklerini içeriyor hem de zihinsel becerileri. bir takım jenerik çalışma-tasarlama-temsil yollarını mimarlığa hiç bulaşmadan aktarabiliyorsun da, mesela mimari temsilin kendine has bir dili, belki bazı konvansiyonları olduğunu görmeye başlıyorsun. ondan sonra bir takım işleri daha verimli, hızlı ve etkili yürütmenin her tasarım disiplinine has farklı yolları olduğunu da görüyorsun. bilgi birikimi hem çok örnek görüp incelemiş olmayı, hem alana has pek çok problemle boğuşmuş olmayı, hem de derslerde öğretilen türde teorik bilgileri içeriyor. bu teorik bilgileri uygulamaya geçirmek de ayrı bir beceri ve onu öğrenmek de pek kolay değil.
eğitimi jenerik bir tasarım eğitimi olarak kurguladığında disiplin dışından referanslar kullanabilecek, daha sonra çalışacağı spesifik alanın mevcut konvansiyonları karşısından daha şüpheci ve yenilikçi kalabilecek, değişimlere kolay adapte olacak, hatta isterlerse farklı tasarım alanlarına geçiş yapabilecek tasarımcılar yetiştirmek peşindesin. ama bunu yaparken o alanda çalışmanın yollarını öğrenmesini geciktiriyorsun. çünkü tasarım becerileri, bir düzeye kadar, belli bir jeneriklik barındırdığı halde, tasarım bilgisi çalışılan her spesifik alan için farklı. ve o bilgi o spesifik alanda, o alanın problemleri üzerine çalışılarak elde ediliyor.
[lawson and dorst, design expertise, p46:] "The real difficulty in design is not in reaching that very first level of apparent competence; it is in attaining the higher levels. And that is where the design profession sits. Most expert designers certainly employ many more sophisticated cognitive skills ..."
3 tabaka ayırdedelim:
1. tüm insanların taşıdığı ortak tasarım becerisi.
2. hemen tüm tasarım alanlarının bir ölçüde barındırdığı ortak beceriler.
3. spesifik tasarım alanına has bilgi ve beceriler.
birinci sınıf eğitimi ağırlıklı olarak 2. maddeye eğilebilir. (ve 1. maddeden ötürü övünecek bir durum yok). ama sanıyorum, mimarlık eğitiminin ilerki yılları, 3. maddeye odaklanmak durumunda.
bizim okulumuzun bir eksiği de burada ortaya çıkıyor. alan gezileri. yurtdışında alan gezileri stüdyonun standart bir parçası. bizde alan gezisi deyince güncel ve iyi örnekleri gezmek anlaşılmıyor. alan gezileri bizde büyük ölçüde, tarihi önemi olan binalara, ya da geleneksel mimarlığa, ya da son derece sorunlu olan, ya da sadece uzakta bir yerde olan alanlara yöneliyor. ve mimarlık ölçeğinden çok kent ölçeğiyle dertleniyoruz. yeni ve iyi 'bina'ları gezmek konusunda eksiğimiz var. oysa usta işi bir binayı gezmek, ona internetten bakmaktan çok farklı bir deneyim. ülkenin de yeni, iyi ya da ilginç örnek sunmak konusunda eksiği var elbet.
3 Ağustos 2011 Çarşamba
tasarım araştırmaları, tasarım kuramları
son aylarda tasarım araştırmalarıyla ilgili önemli metinleri okudum, yeniden okudum, daha önce okumuş olduklarımı bir daha elden geçirdim, olabildiğince haritaladım. dolayısıyla tasarımla ilgili ne bilip ne bilmediğimiz üzerine yazacım biraz.
en başta, tasarımın faaliyet, süreç, problem-çözüm, meslek, zihinsel etkinlik, ürün vd. çeşitli yönleriyle ilgili ortak görüşler var. tasarım evreninin ana hatları çizilmiş. pek çok konuda ortak kabuller var. 'tasarım durum'unun karakteristikleri, problem ve çözümün birarada evrimi, reflection-in-action ve çok yönlü reflective conversation [çeviresim gelmedi], tasarımcıların stratejilerindeki bağlamsal ve kişisel çeşitliliğin özselliği vd.. pek çok başlık var fazla tartışılmadan kabul gören.
sonra tasarım araştırmalarının empirik metodolojisiyle ilgili belirli bir birikim var. psikoloji araştırmalarından ilham alan laboratuvar deneyleri ve içebakıştan başlayıp, bilişsel bilimlerin yine laboratuvarda yürüyen protokol çalışmalarına, oradan yerinde [ofiste] gözlemlere ve en sonunda görüşme ve derin görüşmelere varan bir ilerleme takip edilebiliyor. tüm araştırma yöntemlerinden bir parça veri elde edilmiş gibi görünüyorsa da derin görüşmelerin tasarım araştırmaları için vazgeçilmez olduğu ve bundan sonra tasarıma has görüşme+gözlem yöntemlerinin geliştirilmesinin gerektiği de görülebiliyor. kağıt üstünde üretilen hipotetik modellerin [eksik veya hatalı da çıksalar] ve CAD-CAM ve AI araştırmalarının geliştirdiği yaklaşımların genelinde tasarım sürecine yönelik bakışı zenginleştirdiği de ifade ediliyor.
ve tüm bunlara rağmen, belki de alanın doğası gereği, tasarım üzerine 'belirtik kılınabilmiş' bilgi aslında 'seyrek dokulu' ve gevşek. mesela tasarım sürecinin bazı genel hatları ve stratejileri biliniyorsa da, bu bilgi tasarımcıların daha iyi tasarım yapabilmelerini sağlayacak pratik önerilere dönüştürülemiyor. yani tasarım daha iyi anlaşıldıkça spesifik tasarlama metotları tariflemekten uzaklaşıyoruz. işin ilginç yanı, tasarımcılar bu tür bilgiyi/beceriyi zaten eğitimlerinde ve pratiklerinde, tasarım kuramının ifade edebildiğinden çok daha yoğun biçimde edinip geliştiriyorlar. tasarımcılar nasıl tasarlayacaklarını biliyorlar. sorun, bu bilginin örtük doğası.
aslında iyi tasarımcıların bir seri ortak şahsiyet özelliği sergilediği iddia edilmiş. ve bir takım ortak stratejilerin çoğu tarafından uygulandığı da anlatılıyor. ancak bu özellik ve stratejilerin oluşturduğu ağ da epey geniş gözenekli. zaten konunun normatif karakteri gereği iyi tasarımın ne olduğu konusunda bir uzlaşma olmayacağı da kabul ediliyor.
tasarımcılığımızı nasıl geliştireceğiz? genç bir tasarımcı o konuda ne biliyorsa, 40. yılındaki tasarım araştırmacısı da yaklaşık aynı şeyi biliyor. nasıl bir eğitimin daha iyi olduğu konusunda söylenecekler var, ama genelde bir altın orta formülü düzeyinde: a ve b'nin hassas bir dengesi. o denge hangi durumda nasıl tutturulur? o da yine konunun uzmanının yıllar içinde geliştirmesi gereken bir beceri. nasıl tasarım yapılır? tasarımcıların yaptığı gibi. nasıl daha kaliteli tasarım yaparım? iyi tasarımcıların farklı farklı stratejileri var. daha kaliteli tasarım nedir? o konuda konsensüs aramak boşa.
peki tasarım araştırmaları neye yarıyor? aslında, tasarım araştırmaları epey işe yarıyor. mesela tasarımda hangi tavrın işe yaramadığını daha iyi biliyoruz. tasarım üzerine konuşurken ortak bir zeminimiz var. ağ geniş gözenekli olabilir, pratikte fazla işe yaramıyor gibi görünebilir, yine de daha öte araştırmalar için sağlam ve tutarlı bir zemin sağladığını teslim etmek gerek. bu eğitimi de etkiliyor. olumlu yönde. çünkü eğitim tavrımız aslında tasarım kuramının oluşturduğu konsensüsten besleniyor. bize spesifik reçeteler sunulmuyor olabilir ama genel doğrultular, verimli yönler ve çıkmaz sokaklar gösteriliyor. mimarlık eğitiminin geçen 15 yılda geçirdiği dönüşümlerin tasarım kuramlarının olgunlaşmasıyla ilişkisi gayet okunaklı.
tek sorun var. tasarım kuramlarının olgunlaşması tuhaf bir şekilde mimarlık akademyasında bu alana yönelik bir güvensizlik yaratmış durumda. sanki tasarım araştırmaları tasarım kuramlarının gereksizliğini ortaya koymuş gibi yaklaşılıyor. (önceki dönemlerde ortaya atılan reçetelerin yanlışlığını ifade ediyor ve yeni spesifik reçeteler öneremiyor). tasarlama pratiğindeki bir birey için, gerçekten de, tasarım kuramından çok, kendi spesifik alanında bilgi ve becerilerini artırmasını sağlayacak okumalar faydalı olur sanıyorum. ama bir tasarım eğitmeninin tasarım kuramlarına dair bir bilgi birikiminden faydalanacağını da düşünüyorum. stüdyo hakkındaki tartışmalarımızı, stüdyo pratiğimizle ilgili değerlendirmelerimizi daha sağlam bir temel üzerinden yürütebilirdik o zaman. tamam biz bu işi usta-çırak ilişkisi içinde öğrenegeldik, sezgisel olarak belli bir düzeyde de yürütüyoruz ama kuramsal arka plandan habersizken üzerine nasıl konuşacağız? nasıl geliştireceğiz? [okunacak kitaplar belliymiş. onu da yazacağım.]
en başta, tasarımın faaliyet, süreç, problem-çözüm, meslek, zihinsel etkinlik, ürün vd. çeşitli yönleriyle ilgili ortak görüşler var. tasarım evreninin ana hatları çizilmiş. pek çok konuda ortak kabuller var. 'tasarım durum'unun karakteristikleri, problem ve çözümün birarada evrimi, reflection-in-action ve çok yönlü reflective conversation [çeviresim gelmedi], tasarımcıların stratejilerindeki bağlamsal ve kişisel çeşitliliğin özselliği vd.. pek çok başlık var fazla tartışılmadan kabul gören.
sonra tasarım araştırmalarının empirik metodolojisiyle ilgili belirli bir birikim var. psikoloji araştırmalarından ilham alan laboratuvar deneyleri ve içebakıştan başlayıp, bilişsel bilimlerin yine laboratuvarda yürüyen protokol çalışmalarına, oradan yerinde [ofiste] gözlemlere ve en sonunda görüşme ve derin görüşmelere varan bir ilerleme takip edilebiliyor. tüm araştırma yöntemlerinden bir parça veri elde edilmiş gibi görünüyorsa da derin görüşmelerin tasarım araştırmaları için vazgeçilmez olduğu ve bundan sonra tasarıma has görüşme+gözlem yöntemlerinin geliştirilmesinin gerektiği de görülebiliyor. kağıt üstünde üretilen hipotetik modellerin [eksik veya hatalı da çıksalar] ve CAD-CAM ve AI araştırmalarının geliştirdiği yaklaşımların genelinde tasarım sürecine yönelik bakışı zenginleştirdiği de ifade ediliyor.
ve tüm bunlara rağmen, belki de alanın doğası gereği, tasarım üzerine 'belirtik kılınabilmiş' bilgi aslında 'seyrek dokulu' ve gevşek. mesela tasarım sürecinin bazı genel hatları ve stratejileri biliniyorsa da, bu bilgi tasarımcıların daha iyi tasarım yapabilmelerini sağlayacak pratik önerilere dönüştürülemiyor. yani tasarım daha iyi anlaşıldıkça spesifik tasarlama metotları tariflemekten uzaklaşıyoruz. işin ilginç yanı, tasarımcılar bu tür bilgiyi/beceriyi zaten eğitimlerinde ve pratiklerinde, tasarım kuramının ifade edebildiğinden çok daha yoğun biçimde edinip geliştiriyorlar. tasarımcılar nasıl tasarlayacaklarını biliyorlar. sorun, bu bilginin örtük doğası.
aslında iyi tasarımcıların bir seri ortak şahsiyet özelliği sergilediği iddia edilmiş. ve bir takım ortak stratejilerin çoğu tarafından uygulandığı da anlatılıyor. ancak bu özellik ve stratejilerin oluşturduğu ağ da epey geniş gözenekli. zaten konunun normatif karakteri gereği iyi tasarımın ne olduğu konusunda bir uzlaşma olmayacağı da kabul ediliyor.
tasarımcılığımızı nasıl geliştireceğiz? genç bir tasarımcı o konuda ne biliyorsa, 40. yılındaki tasarım araştırmacısı da yaklaşık aynı şeyi biliyor. nasıl bir eğitimin daha iyi olduğu konusunda söylenecekler var, ama genelde bir altın orta formülü düzeyinde: a ve b'nin hassas bir dengesi. o denge hangi durumda nasıl tutturulur? o da yine konunun uzmanının yıllar içinde geliştirmesi gereken bir beceri. nasıl tasarım yapılır? tasarımcıların yaptığı gibi. nasıl daha kaliteli tasarım yaparım? iyi tasarımcıların farklı farklı stratejileri var. daha kaliteli tasarım nedir? o konuda konsensüs aramak boşa.
peki tasarım araştırmaları neye yarıyor? aslında, tasarım araştırmaları epey işe yarıyor. mesela tasarımda hangi tavrın işe yaramadığını daha iyi biliyoruz. tasarım üzerine konuşurken ortak bir zeminimiz var. ağ geniş gözenekli olabilir, pratikte fazla işe yaramıyor gibi görünebilir, yine de daha öte araştırmalar için sağlam ve tutarlı bir zemin sağladığını teslim etmek gerek. bu eğitimi de etkiliyor. olumlu yönde. çünkü eğitim tavrımız aslında tasarım kuramının oluşturduğu konsensüsten besleniyor. bize spesifik reçeteler sunulmuyor olabilir ama genel doğrultular, verimli yönler ve çıkmaz sokaklar gösteriliyor. mimarlık eğitiminin geçen 15 yılda geçirdiği dönüşümlerin tasarım kuramlarının olgunlaşmasıyla ilişkisi gayet okunaklı.
tek sorun var. tasarım kuramlarının olgunlaşması tuhaf bir şekilde mimarlık akademyasında bu alana yönelik bir güvensizlik yaratmış durumda. sanki tasarım araştırmaları tasarım kuramlarının gereksizliğini ortaya koymuş gibi yaklaşılıyor. (önceki dönemlerde ortaya atılan reçetelerin yanlışlığını ifade ediyor ve yeni spesifik reçeteler öneremiyor). tasarlama pratiğindeki bir birey için, gerçekten de, tasarım kuramından çok, kendi spesifik alanında bilgi ve becerilerini artırmasını sağlayacak okumalar faydalı olur sanıyorum. ama bir tasarım eğitmeninin tasarım kuramlarına dair bir bilgi birikiminden faydalanacağını da düşünüyorum. stüdyo hakkındaki tartışmalarımızı, stüdyo pratiğimizle ilgili değerlendirmelerimizi daha sağlam bir temel üzerinden yürütebilirdik o zaman. tamam biz bu işi usta-çırak ilişkisi içinde öğrenegeldik, sezgisel olarak belli bir düzeyde de yürütüyoruz ama kuramsal arka plandan habersizken üzerine nasıl konuşacağız? nasıl geliştireceğiz? [okunacak kitaplar belliymiş. onu da yazacağım.]
2 Ağustos 2011 Salı
tasarım yönetimi
peyki, tasarımın aşamalılığı meselesiyle ilgili daha dengeli bir bakış geliştirelim. esasında detaylara odaklanmak, çözüm-problem ikilisinin uzun süre belirsiz tutulması gibi stratejiler de işliyor. işlemiyor değil. ama sadece bazı bağlamlarda.
ana fikirler ister detayla ilgili, ister daha genel kararlarla ilgili şekilleniyor olsun, sürecin belirli aşamalar takip etmesi, yani önce daha genel konuların (yerleşim, ana kütle kararları, işlevsel dağılım, temel sirkülasyon kararları, çevreyle ilişki gibi) oturtulması, bunun şematik planlarla, maketler ve modellerle ifadesi, ardından detaylı planlara ve daha detaylı işlenmiş maket, model ve grafiklere ilerlenmesi gibi bir işleyişin elzem olduğu yer, zamanın az, problemin karmaşık, ekibin 1'den fazla kişiden oluştuğu durumlar. (mesela yarışmalar). bu genel işleyiş takip edilirken bir takım detay konular da bir yandan çalışılabilir ya da projenin şurasını burasını son ana kadar belirsiz bırakmak tercih edilebilir ama ekibin dikkatini dağıtmak da lüks kaçıyor ve son ana çözülmemiş hususlar kalması pek iyi olmuyor. [ve belki bunlar hep temenni boyutundadır. belki de pek mümkün değil süreci yönetmek? aşamalardan ziyade farklı ölçek ve genelliklerdeki katmanlardan sözetmek lazım belki de. o zaman tarif gerçeği daha iyi karşılıyor. katmanların farklı özellikleri var. katmanlar özdeş değil. her ölçeğin ve genelliğin kendi gerekleri var. ayrıca bazı durumlarda bir takım ardışıklık sıraları yok değil. ama belki de her bağlamda, her yeni tasarım sürecinde farklı tavırlar geliştirmek gerekiyor. bu aşamalar-tabakalar meselesi önemli. "near-decomposability" açısından önemli. tasarımı bir ölçüde alt görevlere ayırabilmek açısından.. tasarım sürecinin karmaşıklığını azaltmak ve kolaborasyonu sağlamak için. bunun pratikte ekip çalışması ve zaman yönetimi açısından önemi açık. ama yapay-tasarım açısından da çok önemli.]
[lawson'un konuya kararlı itirazını buraya ekleyeyim dedim. diyor ki:
Vinod Goel (1995) in a generally excellent book advances the idea that
‘design development occurs in distinct phases’ This is in spite of the fact that his own
data then shows that the phases he enumerates are not distinct at all. But
Goel’s phases are still of value to us if we drop the idea of them being either
phases or distinct, but rather think of them as activities that designers
do. Goel’s activities are ‘problem structuring’ and ‘problem solving’, with the
latter divided into ‘preliminary design’, ‘refinement’, and ‘detailing’. It is true
that all three of Goel’s protocols show the designers beginning with ‘problem
structuring’ and ending with ‘detail design’. It is also true that in general the
‘modal’ activity passes through these four stages as the protocols proceed,
but it is certainly not true that they are ‘distinct’.
(lawson, what designers know, 2004)
]
ana fikirler ister detayla ilgili, ister daha genel kararlarla ilgili şekilleniyor olsun, sürecin belirli aşamalar takip etmesi, yani önce daha genel konuların (yerleşim, ana kütle kararları, işlevsel dağılım, temel sirkülasyon kararları, çevreyle ilişki gibi) oturtulması, bunun şematik planlarla, maketler ve modellerle ifadesi, ardından detaylı planlara ve daha detaylı işlenmiş maket, model ve grafiklere ilerlenmesi gibi bir işleyişin elzem olduğu yer, zamanın az, problemin karmaşık, ekibin 1'den fazla kişiden oluştuğu durumlar. (mesela yarışmalar). bu genel işleyiş takip edilirken bir takım detay konular da bir yandan çalışılabilir ya da projenin şurasını burasını son ana kadar belirsiz bırakmak tercih edilebilir ama ekibin dikkatini dağıtmak da lüks kaçıyor ve son ana çözülmemiş hususlar kalması pek iyi olmuyor. [ve belki bunlar hep temenni boyutundadır. belki de pek mümkün değil süreci yönetmek? aşamalardan ziyade farklı ölçek ve genelliklerdeki katmanlardan sözetmek lazım belki de. o zaman tarif gerçeği daha iyi karşılıyor. katmanların farklı özellikleri var. katmanlar özdeş değil. her ölçeğin ve genelliğin kendi gerekleri var. ayrıca bazı durumlarda bir takım ardışıklık sıraları yok değil. ama belki de her bağlamda, her yeni tasarım sürecinde farklı tavırlar geliştirmek gerekiyor. bu aşamalar-tabakalar meselesi önemli. "near-decomposability" açısından önemli. tasarımı bir ölçüde alt görevlere ayırabilmek açısından.. tasarım sürecinin karmaşıklığını azaltmak ve kolaborasyonu sağlamak için. bunun pratikte ekip çalışması ve zaman yönetimi açısından önemi açık. ama yapay-tasarım açısından da çok önemli.]
[lawson'un konuya kararlı itirazını buraya ekleyeyim dedim. diyor ki:
Vinod Goel (1995) in a generally excellent book advances the idea that
‘design development occurs in distinct phases’ This is in spite of the fact that his own
data then shows that the phases he enumerates are not distinct at all. But
Goel’s phases are still of value to us if we drop the idea of them being either
phases or distinct, but rather think of them as activities that designers
do. Goel’s activities are ‘problem structuring’ and ‘problem solving’, with the
latter divided into ‘preliminary design’, ‘refinement’, and ‘detailing’. It is true
that all three of Goel’s protocols show the designers beginning with ‘problem
structuring’ and ending with ‘detail design’. It is also true that in general the
‘modal’ activity passes through these four stages as the protocols proceed,
but it is certainly not true that they are ‘distinct’.
(lawson, what designers know, 2004)
]
"the unexpectedly relevant solution"
"For me creativity is, you know, finding solutions for all these things
that are contrary, and the wrong type of creativity is that you just
forget about the fact that sometimes it rains, you forget that sometimes
there are many people, and you just make beautiful stairs from
the one idea you have in your head. This is not creativity, it is fake
creativity."
(Lawson 1994)
[lawson, 2005, how designers think]
doğrusu yeni, farklı, bazen tuhaf olanı, tasarımda, seviyorum. (lawson da, yeni olan bir çok zaman tuhaftır, diyor.) mimarlığa dair ilginç ve yeni sözleri, önermeleri ve bunların ifade edilmesindeki yenilikleri de önemsiyorum. ama ayrıca yukarıdaki hertzberger alıntısı da içimde bir teli titretiyor. yetenekli tasarımcılarda sıklıkla problemin ve mimarlığın önemli yönlerini görmezden gelme tavrını görürsünüz. iyi tasarım yapmak için temel taktikleri sorunları çözmemek, görmezden gelmektir. bu tavır genelde takdir edilir. az çoktur. iyi görünen iyidir. olabildiğince çok sorunu çözmeye, ya da kısıtları uygun bir dengede uzlaştırmaya çalışmak iyi tasarımla sonuçlanmayabilecek tehlikeli bir yoldur. tabii, hangi bağlamda tasarladığınıza bağlı olarak bu tavır geçerli ya da geçersiz görülebilir. tasarlama tavırlarının yorumlanması ve eleştirilmesinde de bağlama sıkı sıkıya bağlı kalmak gerekiyor. ve unutmamak lazım:
These comments from Hertzberger suggests that we must be
careful to draw the distinction between originality and creativity in
design. In the competitive and sometimes rather commercial world
of design, the novel and startlingly different can sometimes stand
out and be acclaimed purely for that reason. But being creative in
design is not purely or even necessarily a matter of being original.
[lawson, 2005, how designers think, p153]
bir mimarlık yarışması, binanızı, inşa edilmek üzere seçtirmeye çalıştığınız bir fırsat olabilir. ve yeni bir söz söylemeye çalıştığınız bir alan olarak da yorumlanabilir. her projenin değerlendirilmesi de kendine has olmalı. muhtemelen yeni söz söyleyen ya da sadece güzel olmak üzere tasarlanmış bir proje inşa edilmek üzere seçilmeyecek. ve muhtemelen o projede ihmal edilmiş o kadar çok mesele olacak ki, bu tavır haklı olacak. ama yine de ödüllendirilebilir. böylece mimarlık ortamında tartışılması sağlanabilir.
ülkemizde mimarlık yarışması jürilerinin performansı tasarımcıların performansının epiy gerisinde kalmış durumda. kararlar ve raporlar kimseyi tatmin etmiyor. bunun tek sebebi mesleğin doğası gereği tartışmaya açık olması değil. seçimler gerçekten kötü, raporlar ve açıklamalar göstermelik.
bu en başta jürilerin değerlendirmeye ayırdıkları sürelerin darlığından (ya da gülünçlüğünden?) kaynaklanıyor. jüriler sanıyorum yarışma dosyasını okuduklarında kendilerini probleme vakıf olmuş sayıyorlar. ama bir tasarım problemine vakıf olmak, esasında onu çözmeye çalışırken, çözümler üzerinden, problemi çerçeveleyegelmektir. jüri problemi çözmeye çalışmayabilir. ama ilk andan itibaren sunulan projeleri, yani olası çözüm alternatiflerini detaylı biçimde inceleyerek de problemi anlamaya, kendisi için çerçevelemeye başlayabilir. malesef jüriler bu aşamayı atlıyor. önce projeleri eliyorlar. ondan sonra problemi incelemeye, anlamaya belki başlıyorlar. esasında ilk gün bir seçim ve eleme baskısı olmadan projeleri incelemeye ve tartışmaya ayrılmalı. sonra da 3-4 gün içinde aşama aşama ve en baştan detaylı biçimde inceleyerek projeler ödül grubuna doğru daraltılabilir. jüriler problemleri anlamadan ve projeleri incelemeden seçim yapıyorlar.
ve yaratıcılık da tam olarak anlaşılmıyor gibi. zor bir tasarım sorununa çözüm aramak her halükarda yaratıcı bir faaliyettir. yaratıcılık sadece yeni söz söylemek değildir. mimarlıkta her problem biricik olduğu için, her proje, çözümlerinde yeni bir yan barındırır. ayrıca 'yeni'yi 'iyi'ye eşitlememek gerek, çünkü şöyle bir bakış da var:
The product designer Richard Seymour considers good design
results from ‘the unexpectedly relevant solution not wackiness
parading as originality’ (Lawson 1994a). The famous architect, Robert
Venturi has said, for a designer, ‘it is better to be good than to be
original’ (Lawson 1994a). Hertzberger, Seymour and Venturi all
seem to be cautioning us against the recent trend to value the
purely original-looking design without testing it to see if it really
can fulfil the demands placed on it.
[lawson, 2005, how designers think, p154]
that are contrary, and the wrong type of creativity is that you just
forget about the fact that sometimes it rains, you forget that sometimes
there are many people, and you just make beautiful stairs from
the one idea you have in your head. This is not creativity, it is fake
creativity."
(Lawson 1994)
[lawson, 2005, how designers think]
doğrusu yeni, farklı, bazen tuhaf olanı, tasarımda, seviyorum. (lawson da, yeni olan bir çok zaman tuhaftır, diyor.) mimarlığa dair ilginç ve yeni sözleri, önermeleri ve bunların ifade edilmesindeki yenilikleri de önemsiyorum. ama ayrıca yukarıdaki hertzberger alıntısı da içimde bir teli titretiyor. yetenekli tasarımcılarda sıklıkla problemin ve mimarlığın önemli yönlerini görmezden gelme tavrını görürsünüz. iyi tasarım yapmak için temel taktikleri sorunları çözmemek, görmezden gelmektir. bu tavır genelde takdir edilir. az çoktur. iyi görünen iyidir. olabildiğince çok sorunu çözmeye, ya da kısıtları uygun bir dengede uzlaştırmaya çalışmak iyi tasarımla sonuçlanmayabilecek tehlikeli bir yoldur. tabii, hangi bağlamda tasarladığınıza bağlı olarak bu tavır geçerli ya da geçersiz görülebilir. tasarlama tavırlarının yorumlanması ve eleştirilmesinde de bağlama sıkı sıkıya bağlı kalmak gerekiyor. ve unutmamak lazım:
These comments from Hertzberger suggests that we must be
careful to draw the distinction between originality and creativity in
design. In the competitive and sometimes rather commercial world
of design, the novel and startlingly different can sometimes stand
out and be acclaimed purely for that reason. But being creative in
design is not purely or even necessarily a matter of being original.
[lawson, 2005, how designers think, p153]
bir mimarlık yarışması, binanızı, inşa edilmek üzere seçtirmeye çalıştığınız bir fırsat olabilir. ve yeni bir söz söylemeye çalıştığınız bir alan olarak da yorumlanabilir. her projenin değerlendirilmesi de kendine has olmalı. muhtemelen yeni söz söyleyen ya da sadece güzel olmak üzere tasarlanmış bir proje inşa edilmek üzere seçilmeyecek. ve muhtemelen o projede ihmal edilmiş o kadar çok mesele olacak ki, bu tavır haklı olacak. ama yine de ödüllendirilebilir. böylece mimarlık ortamında tartışılması sağlanabilir.
ülkemizde mimarlık yarışması jürilerinin performansı tasarımcıların performansının epiy gerisinde kalmış durumda. kararlar ve raporlar kimseyi tatmin etmiyor. bunun tek sebebi mesleğin doğası gereği tartışmaya açık olması değil. seçimler gerçekten kötü, raporlar ve açıklamalar göstermelik.
bu en başta jürilerin değerlendirmeye ayırdıkları sürelerin darlığından (ya da gülünçlüğünden?) kaynaklanıyor. jüriler sanıyorum yarışma dosyasını okuduklarında kendilerini probleme vakıf olmuş sayıyorlar. ama bir tasarım problemine vakıf olmak, esasında onu çözmeye çalışırken, çözümler üzerinden, problemi çerçeveleyegelmektir. jüri problemi çözmeye çalışmayabilir. ama ilk andan itibaren sunulan projeleri, yani olası çözüm alternatiflerini detaylı biçimde inceleyerek de problemi anlamaya, kendisi için çerçevelemeye başlayabilir. malesef jüriler bu aşamayı atlıyor. önce projeleri eliyorlar. ondan sonra problemi incelemeye, anlamaya belki başlıyorlar. esasında ilk gün bir seçim ve eleme baskısı olmadan projeleri incelemeye ve tartışmaya ayrılmalı. sonra da 3-4 gün içinde aşama aşama ve en baştan detaylı biçimde inceleyerek projeler ödül grubuna doğru daraltılabilir. jüriler problemleri anlamadan ve projeleri incelemeden seçim yapıyorlar.
ve yaratıcılık da tam olarak anlaşılmıyor gibi. zor bir tasarım sorununa çözüm aramak her halükarda yaratıcı bir faaliyettir. yaratıcılık sadece yeni söz söylemek değildir. mimarlıkta her problem biricik olduğu için, her proje, çözümlerinde yeni bir yan barındırır. ayrıca 'yeni'yi 'iyi'ye eşitlememek gerek, çünkü şöyle bir bakış da var:
The product designer Richard Seymour considers good design
results from ‘the unexpectedly relevant solution not wackiness
parading as originality’ (Lawson 1994a). The famous architect, Robert
Venturi has said, for a designer, ‘it is better to be good than to be
original’ (Lawson 1994a). Hertzberger, Seymour and Venturi all
seem to be cautioning us against the recent trend to value the
purely original-looking design without testing it to see if it really
can fulfil the demands placed on it.
[lawson, 2005, how designers think, p154]
30 Temmuz 2011 Cumartesi
rakip
ödül kazanamadığımız yarışmanın kolokyumuna gittim. diğer projelere baktıkça insanın aklına bir sürü şey geliyor. ilginç olan diğer projeleri görmeden önce bunların insanın aklına hiç gelmemesi :] daha önce hiç kolokyuma gitmemiştim. profesyonel yarışmaları kastediyorum. bir iki öğrenci yarışması kolokyumunda bulunmuştum. öğrenci yarışmalarında ödül almakta zorlanmıyorduk. biraz da o yüzden mimarlık üzerine heyecanım azalmıştı. "bunu yaptık. sıradaki!" gibi... ödüle aday tasarımlardan ziyade bir sözü olan işler üretmek daha heyecanlı geliyordu. yarışmanın küçüğü büyüğü yoktu, mimarlık, nesne tasarımı ya da grafik tasarım, farketmiyordu, söylenecek irili ufaklı sözler vardı. yine de arada ödül hedefiyle uluslararası mimarlık yarışmalarında kendimizi denedik. eksiğimiz çoktu. rakipler sıkıydı.
epeydir yerli yarışma projelerini incelemiyordum. mimarlık ortamımızdan kopmuştum. yakın zamanda katıldığımız iki yarışmada gördüm ki, mimarlığımız beklediğimden daha zengin ve kaliteli bir noktaya gelmiş. burada da rekabet sıkı. iki yarışmaya da katılım çok yüksekti. beslenebileceğimiz bir ortam var yani artık, burun kıvırmak pek gerçekçi değil. insan hem ortaya koyduğu işi hem kendi becerilerini diğer meslektaşlarıyla kıyaslamalı. fakat kendini o rekabete atmadan bu mümkün olmuyor. yani insan kendini en iyi 'rakipleriyle' kıyaslıyor. o yarışmalara katılacaksın. elinden geleni yapacaksın. sonra "kim çarptı bana!?" diye etrafa bakınıp kendini nasıl geliştireceğini anlamaya çalışacaksın.
epeydir yerli yarışma projelerini incelemiyordum. mimarlık ortamımızdan kopmuştum. yakın zamanda katıldığımız iki yarışmada gördüm ki, mimarlığımız beklediğimden daha zengin ve kaliteli bir noktaya gelmiş. burada da rekabet sıkı. iki yarışmaya da katılım çok yüksekti. beslenebileceğimiz bir ortam var yani artık, burun kıvırmak pek gerçekçi değil. insan hem ortaya koyduğu işi hem kendi becerilerini diğer meslektaşlarıyla kıyaslamalı. fakat kendini o rekabete atmadan bu mümkün olmuyor. yani insan kendini en iyi 'rakipleriyle' kıyaslıyor. o yarışmalara katılacaksın. elinden geleni yapacaksın. sonra "kim çarptı bana!?" diye etrafa bakınıp kendini nasıl geliştireceğini anlamaya çalışacaksın.
neyle ilgili?
competitor,
rakip
29 Temmuz 2011 Cuma
atılınmamasına.
lisansüstünden atılma gerçekten kalkmış. duruma uygun yeni yönetmelik hazırlanmaktaymış. belli bir süreyi aşan öğrencilerde öğrencilikle ilgili avantajlar sanıyorum geri alınacakmış, harçlar her eklenen yıl için belirli bir katsayıyla katlanacakmış vd. ama kayıt silinmeyecekmiş. yani "tezim yetişmedi, içime sinmedi, şurasını düzeltmek istiyorum" diyen vatandaşlar için umut ışığı doğdu. mesela ben. baya iyi bir haber. şimdi isterse delft anlaşması gecikedursun, er ya da geç hallolur, hocalarım isterlerse "bu doktora daha olmamış" desinler, düzeltirim, isterse çalışmam içime sinmesin, yeniden yaparım.
mevcut sistemde doktorayı erken bitirmek için ne bir ortam baskısı, ne motivasyon, ne çalışma ortamı var. ama yönetmeliğe göre 7 yılda teslim edemezsek, ya da bazı prosedürleri zamanında yerine getiremezsek okuldan atılıyoruz. tabi yıllarca üzerinde uğraşılmış, bir süre daha uğraşılıp bitirilebilecek çalışmaların böyle bir anda kesilip atılması kimseye pek anlamlı gelmediğinden süreç türlü şekillerde uzatılıyor, aflar çıkıyor vd. uzattıkça uzatıyoruz ve avantajlarımızı yitirmiyoruz.
bizim mevcut akademik sistemimiz bana epey sorunlu görünüyor. doktorayı belirli bir süre (diyelim ki 4 yıl) içinde bitirmenin bazı avantajları olmalı. avantajlar mali destekle ilgili olabilir, istihdamla ilgili olabilir, öğrenciliğe ait destekler (barınma, burs, konferans desteği, indirimler vd.) olabilir. ama herkesin temposu kendi yaşam ve çalışma koşullarına göre ve çalıştığı konulara göre farklılık gösterdiği için tezin tesliminde asıl kriter tezin artık yeterince olgunlaşmış olması olmalı, önceden belirlenmiş bir tarih değil. isteyen erken bitirsin, isteyen geç.
zaten öyle bir sistemde mali kaynağı bulmak öğrencinin derdi oluyor. ve mali kaynak kesileceği için öğrenci de 4-5 yılda tezi bitirip bir hoca kadrosu edinmek üzere çalışıyor. istihdam tezin bitirilmesi kriteri üzerinden sağlanmamalı. bizim durumumuz, 33'lük de, farklı bir model olarak oluşturulmasına rağmen işleyişte 33'ten farkı kalmayan 50d'lik de, biraz sakat bir istihdam modeli gibi geliyor bana da. uzuun uzun ve tembel tembel asistanlık yapma fikri ilk başta bana iyi geliyordu da, bir noktadan sonra asistan olarak fazla inisiyatif alamadığını görüyor insan. kendi stüdyonu açmak, kendi adına proje geliştirmek, ders vermek istiyorsun. ama yaptırmıyorlar.
bu konu sendika içinde tartışmalara yol açmıştı. hocaların sanıyorum büyük kısmı güvencesiz, kısa süreli asistan sözleşmelerinden yana. asistanlar ise iş güvencesini savundular ve belli bir başarı da elde edildi. en azından fiiliyatta. tuhaf bir şekilde, hala asistan olduğum halde, artık yaşla mı ilgilidir, doktora sürecinin sonlarına gelmiş olmakla mı ilgilidir, ben de güvenceli asistanlığa şüpheyle bakmaya başladım. sistemde bazı şeyler değişmeli. sözleşmelerin başı, sonu ve görev tanımları olmalı. asistanlıktan emekli olmak bana pek saygıdeğer gelmiyor. asistan kadrosu üzerinden dağıtılan kaynaklara daha sonraki kuşakların da ihtiyacı var. herkes, zamanını, sırasını, verimli kullansa daha mı iyi ne?
diyorum ki, beni işten atsınlar isterlerse, ama doktoradan atmasınlar. çünkü başka yerde iş bulabilirsin, başka bir iş yapabilirsin, ama 6-7 yıllık bir doktora çalışmasını çöpe atıp yeniden başlamak kolay değil.
mevcut sistemde doktorayı erken bitirmek için ne bir ortam baskısı, ne motivasyon, ne çalışma ortamı var. ama yönetmeliğe göre 7 yılda teslim edemezsek, ya da bazı prosedürleri zamanında yerine getiremezsek okuldan atılıyoruz. tabi yıllarca üzerinde uğraşılmış, bir süre daha uğraşılıp bitirilebilecek çalışmaların böyle bir anda kesilip atılması kimseye pek anlamlı gelmediğinden süreç türlü şekillerde uzatılıyor, aflar çıkıyor vd. uzattıkça uzatıyoruz ve avantajlarımızı yitirmiyoruz.
bizim mevcut akademik sistemimiz bana epey sorunlu görünüyor. doktorayı belirli bir süre (diyelim ki 4 yıl) içinde bitirmenin bazı avantajları olmalı. avantajlar mali destekle ilgili olabilir, istihdamla ilgili olabilir, öğrenciliğe ait destekler (barınma, burs, konferans desteği, indirimler vd.) olabilir. ama herkesin temposu kendi yaşam ve çalışma koşullarına göre ve çalıştığı konulara göre farklılık gösterdiği için tezin tesliminde asıl kriter tezin artık yeterince olgunlaşmış olması olmalı, önceden belirlenmiş bir tarih değil. isteyen erken bitirsin, isteyen geç.
zaten öyle bir sistemde mali kaynağı bulmak öğrencinin derdi oluyor. ve mali kaynak kesileceği için öğrenci de 4-5 yılda tezi bitirip bir hoca kadrosu edinmek üzere çalışıyor. istihdam tezin bitirilmesi kriteri üzerinden sağlanmamalı. bizim durumumuz, 33'lük de, farklı bir model olarak oluşturulmasına rağmen işleyişte 33'ten farkı kalmayan 50d'lik de, biraz sakat bir istihdam modeli gibi geliyor bana da. uzuun uzun ve tembel tembel asistanlık yapma fikri ilk başta bana iyi geliyordu da, bir noktadan sonra asistan olarak fazla inisiyatif alamadığını görüyor insan. kendi stüdyonu açmak, kendi adına proje geliştirmek, ders vermek istiyorsun. ama yaptırmıyorlar.
bu konu sendika içinde tartışmalara yol açmıştı. hocaların sanıyorum büyük kısmı güvencesiz, kısa süreli asistan sözleşmelerinden yana. asistanlar ise iş güvencesini savundular ve belli bir başarı da elde edildi. en azından fiiliyatta. tuhaf bir şekilde, hala asistan olduğum halde, artık yaşla mı ilgilidir, doktora sürecinin sonlarına gelmiş olmakla mı ilgilidir, ben de güvenceli asistanlığa şüpheyle bakmaya başladım. sistemde bazı şeyler değişmeli. sözleşmelerin başı, sonu ve görev tanımları olmalı. asistanlıktan emekli olmak bana pek saygıdeğer gelmiyor. asistan kadrosu üzerinden dağıtılan kaynaklara daha sonraki kuşakların da ihtiyacı var. herkes, zamanını, sırasını, verimli kullansa daha mı iyi ne?
diyorum ki, beni işten atsınlar isterlerse, ama doktoradan atmasınlar. çünkü başka yerde iş bulabilirsin, başka bir iş yapabilirsin, ama 6-7 yıllık bir doktora çalışmasını çöpe atıp yeniden başlamak kolay değil.
28 Temmuz 2011 Perşembe
research by design, design as research >> learn, inquire, research, design
bu aralar tasarımda araştırma, tasarım yoluyla ve tasarım için araştırma başlıkları üzerinden bir kaç metin yazıyoruz. 'öğrenme' tabirinde herşey çok sorunsuz. 'araştırma' deyince ifade söylem alanına kayıyor gibi. belki "araştırma", toplumsal bir tür meşruiyet sağladığı için, kaynak kullanımı ve istihdam meşruiyeti getirdiği içindir bu. öğrenme ise bireysel bir amaç da olabilir ve bir talep içermeyebilir. neyseki tartışma güncel, yoğun, epiy akademik metin var ve büyük isimler bu konu hakkında görüş bildirmişler de o konu hakkında "sağlama basan" bir metin oluşturmak mümkün görünüyor.
bkz. aşağıda dorst, 'öğrenme' üzerinden tasarımı tarifliyor:
Dorst, 2006, p 16:
"Design can indeed be seen as learning: as a designer, you gradually gather knowledge about the nature of the design problem and the best routes to take towards a design solution. You do this by trying out different ways of looking at the problem, and experimenting with various solution directions. You propose, experiment and learn from the results, until you arrive at a satisfactory result. .../... you sketch an idea and then look at it with a critical eye. This fresh look often immediately shows you what must be changed in order to improve the design. So you change it, and then you again look critically at your work, etc. Design can be described as a process of going through many of these learning cycles (propose-experiment-learn, propose-experiment-learn, again and again) until you have created a solution to the design problem. In this way you learn your way towards a design solution."
bu tarif schön'ün güncelliğini koruyan kitabından ilham alıyor (the reflective practitioner, 1983). burada tarif edilen genel bir mesleki öğrenmeden ziyade, onunla bağlantılı olmakla beraber, spesifik bir probleme yönelik öğrenmek. problemin biricikliği schön'ün de sıklıkla andığı bir durum ve tasarım faaliyetinin karakterini belirleyen temel etkenlerden. schön bu araştırma meselesine de bir değiniyor:
schön, 1983, p308:
"Clearly, then, when we reject the traditional view of professional knowledge, recognizing that practitioners may become reflective researchers in situations of uncertainty, instability, uniqueness, and conflict, we have recast the relationship between research and practice. For on this perspective, research is an activity of practitioners. It is triggered by features of the practice situation, undertaken on the spot, and immediately linked to action. There is no question of an "exchange" between research and practice or of the "implementation" of research results, when the frame- or theory-testing experiments of the practitioner at the same time transform the practice situation. Here the exchange between research and practice is immediate, and reflection-in-action is its own implementation."
schön, ama, en çok "inquiry into ..." öbeğini kullanıyor. araştırmanın (research) akademik iddia ve taleplerinden uzak, öğrenme (learn) kadar da iddiasız değil. felsefeye ya da insan bilimlerine has bir araştırma türüne işaret ediyor?
bkz. aşağıda dorst, 'öğrenme' üzerinden tasarımı tarifliyor:
Dorst, 2006, p 16:
"Design can indeed be seen as learning: as a designer, you gradually gather knowledge about the nature of the design problem and the best routes to take towards a design solution. You do this by trying out different ways of looking at the problem, and experimenting with various solution directions. You propose, experiment and learn from the results, until you arrive at a satisfactory result. .../... you sketch an idea and then look at it with a critical eye. This fresh look often immediately shows you what must be changed in order to improve the design. So you change it, and then you again look critically at your work, etc. Design can be described as a process of going through many of these learning cycles (propose-experiment-learn, propose-experiment-learn, again and again) until you have created a solution to the design problem. In this way you learn your way towards a design solution."
bu tarif schön'ün güncelliğini koruyan kitabından ilham alıyor (the reflective practitioner, 1983). burada tarif edilen genel bir mesleki öğrenmeden ziyade, onunla bağlantılı olmakla beraber, spesifik bir probleme yönelik öğrenmek. problemin biricikliği schön'ün de sıklıkla andığı bir durum ve tasarım faaliyetinin karakterini belirleyen temel etkenlerden. schön bu araştırma meselesine de bir değiniyor:
schön, 1983, p308:
"Clearly, then, when we reject the traditional view of professional knowledge, recognizing that practitioners may become reflective researchers in situations of uncertainty, instability, uniqueness, and conflict, we have recast the relationship between research and practice. For on this perspective, research is an activity of practitioners. It is triggered by features of the practice situation, undertaken on the spot, and immediately linked to action. There is no question of an "exchange" between research and practice or of the "implementation" of research results, when the frame- or theory-testing experiments of the practitioner at the same time transform the practice situation. Here the exchange between research and practice is immediate, and reflection-in-action is its own implementation."
schön, ama, en çok "inquiry into ..." öbeğini kullanıyor. araştırmanın (research) akademik iddia ve taleplerinden uzak, öğrenme (learn) kadar da iddiasız değil. felsefeye ya da insan bilimlerine has bir araştırma türüne işaret ediyor?
27 Temmuz 2011 Çarşamba
öf.
iki günde bu kadar kötü haber yeter herhalde. bir şekilde bu kötü kafadan kurtulup artık 3 dakika kuralı falan diyerek oturup bişeyler yazmaya geçmem lazım. anlaşmamı yeniden düzenleyip fen bilimlerinin önüne götürmem ve yeniden yök'e yollanmasını sağlamam lazım, arada bi askere falan gidiyorum herhalde, ve de yarışmada tam 12 ödülden bir adedine bile bizi layık görmemişler. insan bu diğer projeler ne kadar güzel ne kadar şahane çözümler olmalı ki bizimkini geride bıraksınlar diye düşünüyor. çünkü bizimki iyi projeydi. çözümleri de iyiydi. görüntüsü de iyiydi. çevresiyle ilişkisi de iyiydi. sunumda eksikler hatalar vardı ama derdini anlatıyordu. inşa edilseydi insanlar iyi bir bina inşa edildi, iyi olmuş derlerdi. güvendiğin bir iş ile başarısız olmak tuhaf bir kafa imiş. bazı insanlar ise her yarışmadan ödül almaya devam ediyor. inceleyeceğiz. bu sürekli ödül almayı beceren projelerin kuvvetli yanlarını.. sonra, kendini toparlayıp yaptığın işin eksiklerini görmeye çalışmak gerekiyor [bir iki hafta içinde "kenarlar"a bir foto-jurnal hazırlamak]. sonuçta bu incelikli bir iş. usanmadan daha iyisini yapmaya çalışmak lazım. seneye artık.
26 Temmuz 2011 Salı
iki ileri bir geri
bir anlaşma metni vardı. seyahatteydi. sonra bana geri gelecekti. ve yürürlüğe girecekti. bu bir yıl süren kırtasiye maratonundan sonra herhalde artık halloldu dedimdi. aileme bile böyle bir anlaşma oldu dedim. aslında sağlamcıyımdır. olur, öyle söylerim. fakat zamanında itiraz edilmeyen bir takım değişiklikler günümüzde uygun bulunmayınca, onların yeniden şu şu şekilde değiştirilmesi gerekince, bu değişiklikler tc'de yeni bir onay zincirini tetikleyecek miydi? anlaşmalar ankaralara yeniden yeniden gidip gelecek miydi, imzalar sekreter masalarında belirsiz süreler yeniden mi unutulup... tamam. her neyse. artık bu işlere sıkılmaktan sıkıldım. iki ileri bir geri imiş.
neyle ilgili?
anlaşma
20 Temmuz 2011 Çarşamba
stüdyo vs. ofis
ofis modelinin bir takım avantajları var. bunlar aynı zamanda onun tatsızlığını da teşkil ediyor. bir patron var, herkes sabah bir saatte geliyor, bir sözleşme yapılmış, çalışanlar mesailerini satmışlar, her sabah o mekana gidip akşama kadar çalışmak durumundalar. stüdyo modelinde de çalışmak talep ediliyor ama katılımcının tepesinde durup onu çalıştırmak pek mümkün değil. stüdyo modelinin başarılı olması için katılımcıların yüksek sorumluluk duygusu, bir üretme disiplini, hatta bir üretme ve kendini geliştirme aşkı taşıması gerekiyor. bu özellik ise..
ve şimdi, itiraf etmek gerekli ki ofis bir verimlilik ve üretkenlik barındırıyor. tepeden aşağı, iyi organize olmuş, yoğun bir üretim temposuna sahip, belli bir üretim ve süreç yönetimi birikimi, uzun yıllar içinde oturtulmuş bir meslek pratiği birikimi taşıyan ofisler... bir yarışma sözkonusu olduğunda rekabet bu ofislere karşı...
yine de insan ofis değil de stüdyo gibi bir üretim organizasyonu kurmak istiyor. stüdyonun görece yataylığı, hedeflerle gevşek ilişkisi, ya da hedeflerinin deneyim ve öğrenme olması, dolayısıyla sonuç ürün baskısının zayıflayabilme olasılığı... işin çeşitli yönlerini bir ölçüde askıya alabilmek, zamanın rahvan kullanımı... düşey değil yatay arkadaşlık ilişkileri içinde çalışmak.. her aktörün kendi potansiyellerini aradığı, farklı alt amaçlar bulunsa da temel amacın öğrenmek ve yeniyi üretmek olduğu süreçler. sonra her aktörün belli bir ölçüde özgürce katkısını koymak için alan bulduğu, alanın tepeden aşağı daralmak yerine aşağıdan yukarı genişlediği iş yapma türleri... öyle ya da böyle, stüdyoda da üretildiği açık.. ama nasıl olacağı üzerine düşünmek gerekiyor biraz. çünkü doğrudan "onu al burda uygula" tavrı işlemiyor.
stüdyoda, yürütücü olarak, müellif değilsin ve olmamak için azami gayret sarfediyorsun, tasarımcılığını geri plana alman lazım, önemli olan karşındaki insanların yaşadığı üretim ve öğrenme süreci. ama kendin bir ekiple iş yaparken durumun farklı olduğunu idrak ediyorsun. orada olmalısın. sen de müellifsin. şüphesiz hiç bir ekip üyesinin fazla baskın olmaması gerekiyor, ekibi boğmamak gerekiyor ama orada olman lazım. orada olduğunu inkar etmemen lazım. her konuda konsensüs aramak istiyorsun ama deadline sıkıştırıyor. ve tasarımla ilgili bir yasa varsa o da şu: tüm fikirleri ve gerekleri eşit biçimde uzlaştırma arayışı iyi tasarımla sonuçlanmıyor. özetle, dar zamanlarda iyi iş çıkarmak gerektiğinde stüdyo modeli çöküyor.
katılımla ilgili temel bir incelik de var burada. uğraştığımız işlerde bir tür bilgi birikimi hayati önemde. mimarlığın bilgi alanı dille ifade edilebilen önermelerden ibaret değil, iş yapma becerilerini de içeriyor. yatay süreçler örgütlerken de, bilgiye sahip olanın, uzmanlığa sahip olanın bu birikimini bir kenara koymaması gerekiyor. ama bir tarafın bir uzman olarak işe katılması, ya da daha birikimli bir aktör olarak işin içine girmesi doğrudan bir asimetri yaratıyor. asimetriyi nasıl hiyerarşi olmaktan uzaklaştıracağız, asimetrinin ekibin üyelerinin sürece aktif katılımını bastırmamasını, her aktörün kuvvetli olduğu, öne çıktığı alanlarda kendini ortaya koyuşunu engellememesini nasıl sağlayacağız, soru burada. çünkü asimetri kaçınılmaz ve gerekli.
toplumsal karar alma süreçlerinde bu sorunu çözmek daha kolay görünüyor. uzmanlar teknik hususlardaki birikimlerini ortaya koyar ve bir tür danışmanlık hizmeti verirken, kullanıcılar ve yönetsel aktörler normatif alanlardaki taleplerini geliştirmeye odaklanabilirler.
ekip oluşturmak için de aslında bir takım taktikler biliniyor. mesela, kees dorst, farklı karakter ve becerilere sahip katılımcıları olan ekiplerin daha pürüzsüz işlediğini anlatıyor. hepsi aynı uzmanlık alanında bulunan, aşağı yukarı aynı özelliklere sahip, aynı işi yapan katılımcıların çatışma veya verimsizleşme olasılığı daha yüksek.
görece yatay bir süreç içinde iyi iş çıkarmak bir seri koşula bağlı. ekip üyelerinin yüksek sorumluluk duygusuna ve üretim sevgisine sahip olması, aktörlerin birbiriyle uyumu ve farklı özellik ve becerilere sahip olmaları, "benimki, seninki" yerine bir tamamlayıcılık tavrını sürdürebilmeleri, ayrıca bir mimarlık/iş yapma vizyonunda uzlaşabilmeleri ve en önemlisi tüm bunları baskı altında değil kendi kendilerine taşıyıp sürdürmeleri... bu özellikleri taşıyan bir ekibi biraraya getirmeyi başarmak gerekiyor. ama galiba ofis içinde iyi iş çıkarmak bu kadar çok koşula bağlı değil. "böyle olacak" deniyor. biri bunu söylüyor. herkes uyuyor. bu durum hiyerarşinin ve ofisin kural, yataylığın ve stüdyonun istisna oluşunu açıklar gibi.
[tabi başka faktörler de var, profesyonel destek alabilmek, danışmanlık hizmeti alabilmek, bunlar için bağlantılara ve sermayeye sahip olmak, ortamda öne çıkan başarılı/becerikli aktörlerle çalışmak, onları eleyip seçmek vd. bu açılardan da ofislerin avantajları var. ama benim tartışmam bunlarla ilgili değil.]
ve şimdi, itiraf etmek gerekli ki ofis bir verimlilik ve üretkenlik barındırıyor. tepeden aşağı, iyi organize olmuş, yoğun bir üretim temposuna sahip, belli bir üretim ve süreç yönetimi birikimi, uzun yıllar içinde oturtulmuş bir meslek pratiği birikimi taşıyan ofisler... bir yarışma sözkonusu olduğunda rekabet bu ofislere karşı...
yine de insan ofis değil de stüdyo gibi bir üretim organizasyonu kurmak istiyor. stüdyonun görece yataylığı, hedeflerle gevşek ilişkisi, ya da hedeflerinin deneyim ve öğrenme olması, dolayısıyla sonuç ürün baskısının zayıflayabilme olasılığı... işin çeşitli yönlerini bir ölçüde askıya alabilmek, zamanın rahvan kullanımı... düşey değil yatay arkadaşlık ilişkileri içinde çalışmak.. her aktörün kendi potansiyellerini aradığı, farklı alt amaçlar bulunsa da temel amacın öğrenmek ve yeniyi üretmek olduğu süreçler. sonra her aktörün belli bir ölçüde özgürce katkısını koymak için alan bulduğu, alanın tepeden aşağı daralmak yerine aşağıdan yukarı genişlediği iş yapma türleri... öyle ya da böyle, stüdyoda da üretildiği açık.. ama nasıl olacağı üzerine düşünmek gerekiyor biraz. çünkü doğrudan "onu al burda uygula" tavrı işlemiyor.
stüdyoda, yürütücü olarak, müellif değilsin ve olmamak için azami gayret sarfediyorsun, tasarımcılığını geri plana alman lazım, önemli olan karşındaki insanların yaşadığı üretim ve öğrenme süreci. ama kendin bir ekiple iş yaparken durumun farklı olduğunu idrak ediyorsun. orada olmalısın. sen de müellifsin. şüphesiz hiç bir ekip üyesinin fazla baskın olmaması gerekiyor, ekibi boğmamak gerekiyor ama orada olman lazım. orada olduğunu inkar etmemen lazım. her konuda konsensüs aramak istiyorsun ama deadline sıkıştırıyor. ve tasarımla ilgili bir yasa varsa o da şu: tüm fikirleri ve gerekleri eşit biçimde uzlaştırma arayışı iyi tasarımla sonuçlanmıyor. özetle, dar zamanlarda iyi iş çıkarmak gerektiğinde stüdyo modeli çöküyor.
katılımla ilgili temel bir incelik de var burada. uğraştığımız işlerde bir tür bilgi birikimi hayati önemde. mimarlığın bilgi alanı dille ifade edilebilen önermelerden ibaret değil, iş yapma becerilerini de içeriyor. yatay süreçler örgütlerken de, bilgiye sahip olanın, uzmanlığa sahip olanın bu birikimini bir kenara koymaması gerekiyor. ama bir tarafın bir uzman olarak işe katılması, ya da daha birikimli bir aktör olarak işin içine girmesi doğrudan bir asimetri yaratıyor. asimetriyi nasıl hiyerarşi olmaktan uzaklaştıracağız, asimetrinin ekibin üyelerinin sürece aktif katılımını bastırmamasını, her aktörün kuvvetli olduğu, öne çıktığı alanlarda kendini ortaya koyuşunu engellememesini nasıl sağlayacağız, soru burada. çünkü asimetri kaçınılmaz ve gerekli.
toplumsal karar alma süreçlerinde bu sorunu çözmek daha kolay görünüyor. uzmanlar teknik hususlardaki birikimlerini ortaya koyar ve bir tür danışmanlık hizmeti verirken, kullanıcılar ve yönetsel aktörler normatif alanlardaki taleplerini geliştirmeye odaklanabilirler.
ekip oluşturmak için de aslında bir takım taktikler biliniyor. mesela, kees dorst, farklı karakter ve becerilere sahip katılımcıları olan ekiplerin daha pürüzsüz işlediğini anlatıyor. hepsi aynı uzmanlık alanında bulunan, aşağı yukarı aynı özelliklere sahip, aynı işi yapan katılımcıların çatışma veya verimsizleşme olasılığı daha yüksek.
görece yatay bir süreç içinde iyi iş çıkarmak bir seri koşula bağlı. ekip üyelerinin yüksek sorumluluk duygusuna ve üretim sevgisine sahip olması, aktörlerin birbiriyle uyumu ve farklı özellik ve becerilere sahip olmaları, "benimki, seninki" yerine bir tamamlayıcılık tavrını sürdürebilmeleri, ayrıca bir mimarlık/iş yapma vizyonunda uzlaşabilmeleri ve en önemlisi tüm bunları baskı altında değil kendi kendilerine taşıyıp sürdürmeleri... bu özellikleri taşıyan bir ekibi biraraya getirmeyi başarmak gerekiyor. ama galiba ofis içinde iyi iş çıkarmak bu kadar çok koşula bağlı değil. "böyle olacak" deniyor. biri bunu söylüyor. herkes uyuyor. bu durum hiyerarşinin ve ofisin kural, yataylığın ve stüdyonun istisna oluşunu açıklar gibi.
[tabi başka faktörler de var, profesyonel destek alabilmek, danışmanlık hizmeti alabilmek, bunlar için bağlantılara ve sermayeye sahip olmak, ortamda öne çıkan başarılı/becerikli aktörlerle çalışmak, onları eleyip seçmek vd. bu açılardan da ofislerin avantajları var. ama benim tartışmam bunlarla ilgili değil.]
neyle ilgili?
ofis,
stüdyo,
stüdyo hiyerarşisi,
üretim,
yatay
19 Temmuz 2011 Salı
ha şöyle.
bir yarışma teslimi daha yaptık. güzel oldu. kendi projemiz olduğu için de öyle düşünüyorum tabi. ama çok güzel oldu. dört başı mamur oldu. bir önceki yarışma tecrübesinin ardından, alınan dersler ile.. velhasıl, iş karmaşık. çok disiplinli çalışmak gerekiyor. devamlılık gerekiyor. herkes gezerken oturup çalışmak gerekiyor. alternatiflere alternatifler eklemek, her ölçeğin kendi hakkını vererek sistematik çalışmak, her aşamanın tüm temsillerini üretmek, onları karşına almak, bakmak, tartışmak, yeni denemeler yapmak ve bunu aylarca sürdürmek gerekiyor. tabi tasarım bitmiyor ama doğru noktada bazı konuları sabitleyip nihai sunumlara geçmek gerekiyor. ve sunum için yapılanlar da bitmiyor bitmiyor bitmiyor. o noktada kararlı bir kampa girip gece gündüz demeden çizmek modellemek boyamak gerekiyor. bitmiyor bitmiyor... yapıyorsun bitmiyor.. ne tasarlamak bitiyor ne sunmak bitiyor. ama yine de belli bir noktaya getirip teslimini yapıyorsun. eğer ana yerleşim ve kütle kararları, işlevsel dağılım ve projenin havası, görüntüsü toparlanmışsa tamamdır. buna bir de güzel çözülüp çizilmiş planlar, işlenmiş kesitler ve detaylı renderlar ekleyebildinse ufak tefek eksiklerin, şurda burda bir hatanın önemli olmadığını görüyorsun. sunumda acemilikler, hatalar olabilir diyorsun. projenin havası tuttu. çözümleri yerinde. fikirleri oturdu. raporun söyledikleri ve projenin söyledikleri arasında karşılıklılık var. belki de zamanla öğrenilen şeylerden biri de neye ne kadar zaman ayrılacağı, neyin daha önemli neyin daha geri planda kaldığı konuları..
asıl üzerine yazmak gereken konu ise şu: mesele yaratıcı tasarım yapamamak, yok rutinlere yenilmek, yok vasatlık falan değil.. doğru çerçeve bu değil. iyi proje yapmak-yapamamakla ilgili olarak kullanılacak kelimeler bunlar değil. o kadar az zaman ve yapılacak o kadar çok iş var ki.. o kadar kıt kaynaklarla öylesine belirsiz ve bazen de zor problemler üzerine gidiliyor ki.. bir sürü zaman ve mesai harcanıyor ve ne kadar çok harcansa daha çok zaman ve mesai gerekiyor. ve sonuçta olmadıysa, proje kötü olduysa, ekibin kendisi, yardıma gelenler, çilesini çeken etraftaki diğer insanlar.. yani tüm harcananlar ve çekilenlerin boşa olması ve bunun proje daha bitmeden bilinmesi çok tatsız oluyor. başarılı olacaksın. iyi proje yapacaksın. süreci yönetmek diye bir şey var. kendi haline bırakılamayacak kadar masraflı bir iş. kaynaklar kıt. zamanı doğru kullanmak ve çarçur etmemek gerekiyor. riski sadece gerekli ya da uygun olduğu yerde almak geri kalanında daha az savruk olmak gerekiyor. riskli süreçler örgütlemeden önce iki kere düşünmek lazım.
bütün bunların doktoram açısından da anlamlı yanları var. bir kere, birinci sınıf içinden bakılınca mimari tasarımın kendi problem alanı, teknik/bilgi alanı gözden yitebiliyor. ama böyle bir alan var ve oldukça engebeli. mimari tasarımın gerçekliğine yarışma süreçleri sayesinde yeniden yaklaştım. ve ikincisi, mimari tasarım sürecinin bir strüktürü var, aşamalar mevcut, süreç öyle rastgele falan değil, ne yapsan oluyor gibi bir durum yok. bunun da sebebi problemlerin karmaşıklığı ve istenenlerle ilgili çıtanın yüksekliği karşısında, zamanın ve becerilerin kısıtlı, deadline'ın yakın oluşu.
güzel bir proje yapmanın kendisi bir mükafatmış. onu da görüyorum. sonuçta ödül alırız ya da almayız, o, jüriye ve katılan diğer projelere de bağlı. ama çıkardığımız işle gurur duymak.
asıl üzerine yazmak gereken konu ise şu: mesele yaratıcı tasarım yapamamak, yok rutinlere yenilmek, yok vasatlık falan değil.. doğru çerçeve bu değil. iyi proje yapmak-yapamamakla ilgili olarak kullanılacak kelimeler bunlar değil. o kadar az zaman ve yapılacak o kadar çok iş var ki.. o kadar kıt kaynaklarla öylesine belirsiz ve bazen de zor problemler üzerine gidiliyor ki.. bir sürü zaman ve mesai harcanıyor ve ne kadar çok harcansa daha çok zaman ve mesai gerekiyor. ve sonuçta olmadıysa, proje kötü olduysa, ekibin kendisi, yardıma gelenler, çilesini çeken etraftaki diğer insanlar.. yani tüm harcananlar ve çekilenlerin boşa olması ve bunun proje daha bitmeden bilinmesi çok tatsız oluyor. başarılı olacaksın. iyi proje yapacaksın. süreci yönetmek diye bir şey var. kendi haline bırakılamayacak kadar masraflı bir iş. kaynaklar kıt. zamanı doğru kullanmak ve çarçur etmemek gerekiyor. riski sadece gerekli ya da uygun olduğu yerde almak geri kalanında daha az savruk olmak gerekiyor. riskli süreçler örgütlemeden önce iki kere düşünmek lazım.
bütün bunların doktoram açısından da anlamlı yanları var. bir kere, birinci sınıf içinden bakılınca mimari tasarımın kendi problem alanı, teknik/bilgi alanı gözden yitebiliyor. ama böyle bir alan var ve oldukça engebeli. mimari tasarımın gerçekliğine yarışma süreçleri sayesinde yeniden yaklaştım. ve ikincisi, mimari tasarım sürecinin bir strüktürü var, aşamalar mevcut, süreç öyle rastgele falan değil, ne yapsan oluyor gibi bir durum yok. bunun da sebebi problemlerin karmaşıklığı ve istenenlerle ilgili çıtanın yüksekliği karşısında, zamanın ve becerilerin kısıtlı, deadline'ın yakın oluşu.
güzel bir proje yapmanın kendisi bir mükafatmış. onu da görüyorum. sonuçta ödül alırız ya da almayız, o, jüriye ve katılan diğer projelere de bağlı. ama çıkardığımız işle gurur duymak.
neyle ilgili?
mimarlık
8 Temmuz 2011 Cuma
halledicez ya..
önce, aslında çok da dert etmediğim halde, altıncı ve son izlemem öncesi biraz gerildiğimi farkettim. zaten en az bir yıldır genel bir tez gerginliği üzerimden hiç kalkmamıştı. arada daha yoğun gerginlikler oluyor geçiyordu. yoğunlaşan gerginlik ortadan kalktıktan sonra artık kaç gün sürdüyse o kadar gün kalp ritmimde ufarak sorunlar olacaktı. geçecekti.
izlemeyi olduk. gayet de temiz geçti. ertesi gün kalp ritimleri şunlar bunlar. iki günlük gerginlikmiş. o da geçti. sonra bana bir hal oldu. bir hal geçti belki de. yani tesisatla girişilen mücadelenin son düzlüğüne girmek, ya da delft anlaşmasının hayırlısıyla postalanması, ya da düzgün bir outline sahibi olabilmek, ya da okunacakların önemli kısmının okunmuş yapılacakların önemli kısmının yapılmış olması.. bunlardan olabilir.
telefon geldi, aralıkta askere sevkiniz yapılacak diye, ona bile tınmadım (zaten erteleme formülü varmış, ertelemezlerse de ertelemesinler ya ne olacak), bi telefon daha geldi "ben komiser osman" diye söze başladı adam, ilginç bile gelmedi dinleyelim dedim, iki alt katın ev sahibiymiş, komiser osman, halledicez dedim o tesisat işini, ya o işi halledelim dedi, halledicez dedim, bak gönülsüzcüm sen benim oğlum yaşındasın, sakalın falan var ben seni gördüm sen mimarmışsın dedi, o işi halledelim dedi, evet dedim, ben de mimarım zaten, onu yapıyoruz halledicez. ne güzel adam, doğa, kırlar, havalar, havuz, şu bu, bana bir ferahlık geldi. benim tezim yazılıyor. bildirilerim yazılıp yayınlanıyor. a yazılmadı ne olur? bişey olmaz yine yazarım, ben bu işi anlamaya başladım zira. projelerim gerçekleşecek, çünkü nasıl proje yapılıp yürütüleceğini anlamaya başladım. puanlarım toplanıyor, ha ne oldu okuldan ilişiğimi kestiler, varsın kessinler, ordan da başka yollar açılır, kaptırır giderim.
"o işi halledicez." normalde bu hava bana kolay kolay gelmez. "hallolur ya bi şekilde" diyip işlerini rahat rahat takip etmek bana uzak idi. şimdi çok yakın. şimdi ben o oldum. birden. bu haller güzel. önümüzde güzel bir yıl var. düğümler birer birer çözülecek. sorunlar çıkacak ama hallolacaklar. hallolacak o iş.
izlemeyi olduk. gayet de temiz geçti. ertesi gün kalp ritimleri şunlar bunlar. iki günlük gerginlikmiş. o da geçti. sonra bana bir hal oldu. bir hal geçti belki de. yani tesisatla girişilen mücadelenin son düzlüğüne girmek, ya da delft anlaşmasının hayırlısıyla postalanması, ya da düzgün bir outline sahibi olabilmek, ya da okunacakların önemli kısmının okunmuş yapılacakların önemli kısmının yapılmış olması.. bunlardan olabilir.
telefon geldi, aralıkta askere sevkiniz yapılacak diye, ona bile tınmadım (zaten erteleme formülü varmış, ertelemezlerse de ertelemesinler ya ne olacak), bi telefon daha geldi "ben komiser osman" diye söze başladı adam, ilginç bile gelmedi dinleyelim dedim, iki alt katın ev sahibiymiş, komiser osman, halledicez dedim o tesisat işini, ya o işi halledelim dedi, halledicez dedim, bak gönülsüzcüm sen benim oğlum yaşındasın, sakalın falan var ben seni gördüm sen mimarmışsın dedi, o işi halledelim dedi, evet dedim, ben de mimarım zaten, onu yapıyoruz halledicez. ne güzel adam, doğa, kırlar, havalar, havuz, şu bu, bana bir ferahlık geldi. benim tezim yazılıyor. bildirilerim yazılıp yayınlanıyor. a yazılmadı ne olur? bişey olmaz yine yazarım, ben bu işi anlamaya başladım zira. projelerim gerçekleşecek, çünkü nasıl proje yapılıp yürütüleceğini anlamaya başladım. puanlarım toplanıyor, ha ne oldu okuldan ilişiğimi kestiler, varsın kessinler, ordan da başka yollar açılır, kaptırır giderim.
"o işi halledicez." normalde bu hava bana kolay kolay gelmez. "hallolur ya bi şekilde" diyip işlerini rahat rahat takip etmek bana uzak idi. şimdi çok yakın. şimdi ben o oldum. birden. bu haller güzel. önümüzde güzel bir yıl var. düğümler birer birer çözülecek. sorunlar çıkacak ama hallolacaklar. hallolacak o iş.
30 Haziran 2011 Perşembe
insan olmasam hayatım daha kolay olacaktı
araştırmacının pis su gideri tıkanmasa daha hoş olur. tıkandıysa kolayca açılsa şeyolur, güzel olur. alt komşuyu su basmayıp iki alt komşunun banyosu rezil olmasa.. bastıysa da bu meseleler hemen çözülse.. bedensiz araştırmacılar, gidersiz banyolar, teslimsiz doktoralar olsa. iyi olur.
peki. bugün çalışamadık. ama iyi şeyler de oldu. 3 adet iyi şey oldu. 2 adet kötü şey oldu. bir şerbet bardağının dibine bir miktar sıvı koyuyoruz. bu bir deney. içine iki buz atıyoruz. bizim bir şezlongumuz var. bizim kafamız fena. bizim içimiz sıkılıyor. insansız araştırmacılar olsa.
peki. bugün çalışamadık. ama iyi şeyler de oldu. 3 adet iyi şey oldu. 2 adet kötü şey oldu. bir şerbet bardağının dibine bir miktar sıvı koyuyoruz. bu bir deney. içine iki buz atıyoruz. bizim bir şezlongumuz var. bizim kafamız fena. bizim içimiz sıkılıyor. insansız araştırmacılar olsa.
anlaştık gibi
şurdaki yazının devamıdır.
çünkü protokol metnimin 3 türkçe ve 3 ingilizce kopyası tesadüfen öğrendim ki enstitü müdürünün imzasını edinmiş ben de ordan geçiyordum uğrayayım dedimdi. metin ensitüten bana benden de mf bey izinde olduğu için m. hanıma verilip mf. bey'e de haber verilip, mf. bey de m. hanıma durumu izah edince birden m. hanımdan rektör beye gitmiş ve rektör bey imzalayıverince m. hanıma geri dönmüş. ordan da bana haber geldi. ben de m. hanımdan gidip protokolü alacağım, benden postaya postadan delft'e gidecek. ordan da efendim ordaki danışmanıma, programın yürütücüsüne ve oranın rektör adına imza yetkisi sahibi yöneticisine gidip imzalanınca buraya geri yollanacak. benden rektörlüğe gidecek. kopyaları da enstitü ve yök'e yollanmak suretiyle protokol yürürlüğe girecek. bu esnada protokolün de süresi dolmuş olacak. olsun. bu iyi bir gelişme.
çünkü protokol metnimin 3 türkçe ve 3 ingilizce kopyası tesadüfen öğrendim ki enstitü müdürünün imzasını edinmiş ben de ordan geçiyordum uğrayayım dedimdi. metin ensitüten bana benden de mf bey izinde olduğu için m. hanıma verilip mf. bey'e de haber verilip, mf. bey de m. hanıma durumu izah edince birden m. hanımdan rektör beye gitmiş ve rektör bey imzalayıverince m. hanıma geri dönmüş. ordan da bana haber geldi. ben de m. hanımdan gidip protokolü alacağım, benden postaya postadan delft'e gidecek. ordan da efendim ordaki danışmanıma, programın yürütücüsüne ve oranın rektör adına imza yetkisi sahibi yöneticisine gidip imzalanınca buraya geri yollanacak. benden rektörlüğe gidecek. kopyaları da enstitü ve yök'e yollanmak suretiyle protokol yürürlüğe girecek. bu esnada protokolün de süresi dolmuş olacak. olsun. bu iyi bir gelişme.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)