30 Eylül 2014 Salı
IEA ve arş
"Interleaved EA" adını verdiğim evrimsel algoritmayı "NSGA2" ("non-dominated sorting genetic algorithm 2") denen ve pek popüler olan pareto-tabanlı algoritmayla performans açısından kıyaslıyorum.. bir tür "benchmarking".. bunun için "racing" denen bir yöntemi kullanarak en iyi parametre kombinasyonlarını bulmak gerekiyor. yöntem gerçekten de bir yarışı andırıyor. daha doğrusu bir tür dayanıklılık yarışı gibi. bunu uygulamak için "student's t test" ve "welch's t test" denen istatistiki testleri anlamam gerekti. ama karışık konular değilmiş. ve zaten bunları kodlamam gerekmiyor. uygulaması scipy.stats'ta var. NSGA2'yi geçen bahar kodlayıp "design_proxy"nin içine ekleştirmiştim ve bir takım denemeler yapıyordum. neyse efenim, son bir kaç gün boyunca "design_proxy" için bir "racing" versiyonu kodladım. şimdi cefakar bir bilgisayar yüzlerce ve hatta binlerce saat çalışarak en iyi parametreleri arayacak. ondan sonra bir de bu kombinasyonlar kullanılarak yüzlerce saat IEA ve NSGA2 kıyaslanacak.. ara ara sonuçlar görselleştirilerek grafiklere aktarılacak.. işin çoğunu bilgisayar yapacak ama epiy uzun sürecek. akademik ölçütleri sağlamak kolay değil. her kıyaslama denemesinin 100 kere tekrar edilmesi gerekiyor, sonuçların muteber olabilmesi için. iş bu kadar uzun sürdüğü için önce basitleştirilmiş bir takım denemeler yapıp sonuçta anlamlı bir yere varılacak mı onu öngörmek önemli. bu projede, evet, sonuçta anlamlı bir yere varılacak. ondan sonra bi de şu "cholesky decomposition" dedikleri işlemi anlarsam, o zaman "self-adaptivity" prosedürümü de düzeltip Interleaved EA'in başını gerçekten arşa uzatacağım diye düşünüyorum.
26 Eylül 2014 Cuma
gıırç
ve öyle ya da böyle yeni denemeler başlar. başlayana kadar o kadar çok aksaklık ve erör açığa çıkar ve hafızanın gıcırtısı öyle bir göklere yükselir ki düğmesine basmaların alelade birinde programın bu sefer nazlanmadan ve pürüzsüz çalışmaya başlaması hep şaşkınlık verir. çalıştı!? ama işte ondan sonrası sanki bir trenin gah peşinden koşmaya, gah bir kompartmanında sürekli değişen manzarayı izleyerek keyfetmeye, gah bu trenin tüm demir tekerlekleri altında biteviye ezilmeye, gah da makine dairesinde kazana kürek kürek kömür atmaya benzer. bir projenin daha demir tekerleri nerdeyse hiç ses çıkarmadan yavaş yavaş dönmeye başladılar.
25 Eylül 2014 Perşembe
nasıöylebişeyyaptımlan
desktop'umda linux mint kullandığımdan bu mint 14 de artık desteklenmediği için bir takım güncellemeleri yapamıyordum tabii, eh bir format zamanı gelmişti.. bilgisayarda stabilite sıkıntıları başgöstermişti, yeni program yüklenmiyordu, kış geliyordu ve uzun yazın ardından uzun kış, yeni çalışma yılı ve yeni projeler öncesi yapılacak bakım, yenileme, temizlik ve bu türden tüm hazırlık işlemlerinin arasında tabii ki bilgisayarın da bir elden geçmesi normaldi.. saksıbostanı yeşertip, kompostu çalıştırıp, evi temizledikten sonra ve bisikleti bakıma almadan hemen önce yapılacak sıradaki işlemdi işte.. tabii ki mevcut dokümanlar incelendi, korunacaklar bir kenara yedeklendi, formatlar atılıp tertemiz mint 17 yüklendi, programlar, eklentiler, uzantılar, ayarlar her şey tamamlandı. cam gibi arayüzün karşısına oturup sonra dedim ki, ya peki ben hiç bir yere yedeklemeden, yıllar yıllar boyu sürmüş o denemeler, hadi eski denemeler bir yana da bu son, hani bahardan temmuza kadar süren o son denemelerin hepsini, ki bunların bir kısmına daha bakmamıştım bile, yani tatile gitmeden önce elektrik kesilene kadar dönsün dursun diye bıraktığım son denemelere bakmamıştım bile, hadi ondan öncekileri elden geçirip işlemiştim, işlediklerimi yedeklemiştim ve işlemediklerim sonuç çıkarılacak durumda denemeler değildi, bölük pörçük kısmi şeyler ya da sonsuz parametre aramalarının anlamsız sonuçlarıydı ve asıl sonuçlar zaten işlenmişti, elden geçmiş ve yazılmıştı. doğrulama
testleri de yedeklenmişti, önemli olan kısmı yani.. atölyelerin
denemeleri de tümüyle bir kenara konmuştu.. doğru. akademik açıdan sıkıntı yok,
hesap verebilir haldeyim. ama geri dönüp bakmam gerekmeyecek miydi? hatırlamam, neleri denediğime, denediğimde neler olduğuna ve neleri denemediğime bakmam gerekmeyecek miydi? ya da ne bileyim sadece anı olsun diye bile.. saklanmaz mıydı? yıllarca süren bu kadar deneme ve deneyin ham verisini ben. nası sildim?
ve aslında tedirgin bir tabula rasa ferahlığı da vermiyor değil bu olan. dümdüz oldu.
ve aslında tedirgin bir tabula rasa ferahlığı da vermiyor değil bu olan. dümdüz oldu.
16 Eylül 2014 Salı
işbaşı
suyun üzerinde geçen güzel bir tatilin ardından okulun ve işlerin başlar gibi olmasının ardından bisiklet üzerinde geçen güzel bir tatilin ardından okul ve işler yeniden başladı. işlerle aramızda açılan genişçe bir yarığın sonunda... bir doktora savunma tarihi, bir takım akademik iletişimler, proposition'lar, son düzeltmeler, şablon savaşları, yeni projeler, eski projeler, yayınlar ve biraz da tasarım derken yoğun bir dönem olacak herhalde ama hiç de hissettiğim yok yoğunluğu... ağzım kulaklarımda dolanıyorum çünkü, hava hakikaten az bulutlu ve açık. bir zamanlar bir imge vardı, bir perdeye yansıtılmıştı, bu perde ise bir yolu ya da kapıyı gizliyordu. sahne çok, yoğun, aşırı, baskıcı, gergin, heyecanlı, sıkıntılı, bol bol, bitimsiz bir çalışma iklimine doğru gidileceğini anlatıyordu ve perdeden sıyrılıp o yöne öylece gidiveriyorsun. bunu insana yaptıran nedir? sırasıyla bir takım etkenler sayıyorsun... ve neden sonra dönüp dolanıp kafanı bir kaldırıyorsun ki öncelerden tanıdık gelen bir yerlere dönmüşsün gibi geliyor... arkanda perdeye yansıyan imge.. önünde az bulutlu ve açık bir gökyüzü, kademe kademe ufka doğru birbiri ardına dizilmiş tepeler, denize dik ve yatay uzanan bu tepeler ve burunlar arasında mavi koylar, tatil, keyif ve ferahlık, arkana yaslanmak, gelsin iş, gitsin iş, ne olacak? ne tuhaf... bir imgenin arkasında kaybolup gittiğin uzun bir dönem boyunca en temel ilkenin iş olduğunu, sorumluluk olduğunu, meydan okumalar olduğunu, üretim olduğunu anlıyorsun. ilkem, çalışmaktır. hayır yani şimdi öyle olmadığını farkettiğin için şaşırıyorsun. bu mümkün mü? ilkesizliğine dönüşün ferahlığı içinde tepenin üzerinden yokuşaşağı salıyorsun.
22 Temmuz 2014 Salı
3
onu her yazışım kendine göre zorluklar ve keyifler içerdi. bu yazışım, üçüncüsü, ki buna bir yeniden yazmak da denmez, ama sonuçta girişi sonucu genel kurgusu ne yaptığına dair anlatısı ve şurasında burasında bazı ifadeler vd., baya bir yeniden elden geçti ve daha da bitmedi ve kolay olmadı.. tabii gerginliği de belki her seferkinden fazlaydı. belki o kadar farketmiyorsun o gerginliği, bir şekilde hayatına yedirip keyiflerle birlikte yutuyorsun gidiyor ama beden onu anlatmanın yollarını buluyor işte. öyle ki, en tuhaf sırt ağrıları bir yana, saçıma en çok ak düşüren de bu yazışım oldu. düz anlamında. bu gerçekten oldu. ha bitmedi ama bitti. kolayı kaldı. zoru bitti. oldu oldu. her zamanki gibi iyi oldu. tüm akademik gelişim sürecimi aynı doktora sürecinde yaşıyorum. 5. yazışımda doçent, 7. yazışımda profesör olacağım.
29 Haziran 2014 Pazar
doktorayla dolu yıllar
üçüncü hocamdan da "tamam" kelimesini duyduktan sonra bir teslim klasörü açtım. muhtemelen daha önce de teslim klasörleri açmıştım. ama o kadar uzun zaman oldu ki emin de değilim. bu sefer gerçekten bitiyor. hissediyorum. 4 vakte kadar mı 5 vakte kadar mı.. bitiyor ama.
19 Haziran 2014 Perşembe
hesap günü
iri damlalı yağmurun tıpırtısının mutfakta kızaran balığın çıtırtısına karıştığı ve yağmurdan gelen serin esintinin ızgaraya doğru geçmeden önce bedeni mutlulukla yaladığı düz bir yaz akşamüstünde o haber gelir. görüşme vakti bildirilmiştir. apansız gelir. o gün hiç gelmeyecekmiş gibi araştırmalarınıza devam ediniz ve yarın apansız gelecekmiş gibi hazırlıklı kalınız. insanın içi bir boşalır ve titrekleşir. kaderin araştırmacı için sakladıkları hep beraber bünyesine boca edilecektir sanki. yağmur sertleştikçe esasında bunun öyle büyük bir an olmadığı anlaşılmaya başlanır. düzeltmeler yapılacak, savunma sathımailine girilecektir.
13 Haziran 2014 Cuma
hocam sen dur ben emekli olayım
şöyle bir baktım da şubat ayından beri yazdığım ama püblish demediğim 13 adet entry olmuş. bazıları biraz sert ve suçlamalı ama yine de çoğu öyle aman aman yayınlanmayacak notlar da değilmiş. işte açık edesim gelmemiş... tabii aklımda evirip çevirip yazmadığım çok şey de var... zira onlar da öyle ya da böyle suçlamalı ve sıkıntılı... ve yani aslında şu anda yeni bir entry girmek de içimden gelmiyor, e ama bu bitirme stüdyosu pek güzel oldu. oldu yani.. süreç de çok keyifliydi. düzünden keyifli bir süreçti. böyle bir durumun ortaya çıkabilmesi için pek çok faktörün birarada iyi işlemesi gerekiyor ve bu bazen gerçekleşiyor işte. en önemlisi de iyi niyetli, hevesli ve hazır bir öğrenci grubu... sonuç: bir sözü olan ve bunu heyecanlı mekanlara ve mimarlıklara taşıyan ve bunu iyi bir düzeyde ifade etmeyi de başaran proje sayısının yüksekliği... beri tarafta daha sınırlı becerileri ve heyecanları olan ama bu sınırları iyi bilen ve o sınırlar içinde üretmeyi ve işi sonuca ulaştırmayı öğrenmiş başka bir seri öğrenci... ve tabii bir kaç üzücü durum ve iş de vardı ki o kadarı da olur diyelim... insan bu bitirme stüdyosuna bakıp bu okulda her şey yolunda gidiyor derdi. ve belki de gidiyordur.
[ama evet, bitirme ödevine gelindiği anda, her bir öğrencinin kendine has bazı temel eksikleri kalmış oluyor ve bitirme ödevinin de 4 ay süren bir sınavdan ziyade bir stüdyo olarak işlemesi gerekiyor. tabii kadro sıkıntıları gereği bunu gerçekleştiremeyeceğimiz için pratikte başka bir çözüm yolu bulmamız gerekiyor ve aslında bu yol mevcut: en azından her ay biraraya gelinen o 2 gün, yani sadece jürinin o büyük 1 günü değil de projelerin teslim edildiği gün de... ve belki en azından çekirdek jüri tarafından, tüm jürinin projeye yönelik toplu tartışma ve eleştirilerine ek olarak, sürecin yönetimine ve her öğrencinin spesifik eksiklerine yönelik daha yoğun iletişim... en azından bu kadarını yapabiliriz.]
[ama evet, bitirme ödevine gelindiği anda, her bir öğrencinin kendine has bazı temel eksikleri kalmış oluyor ve bitirme ödevinin de 4 ay süren bir sınavdan ziyade bir stüdyo olarak işlemesi gerekiyor. tabii kadro sıkıntıları gereği bunu gerçekleştiremeyeceğimiz için pratikte başka bir çözüm yolu bulmamız gerekiyor ve aslında bu yol mevcut: en azından her ay biraraya gelinen o 2 gün, yani sadece jürinin o büyük 1 günü değil de projelerin teslim edildiği gün de... ve belki en azından çekirdek jüri tarafından, tüm jürinin projeye yönelik toplu tartışma ve eleştirilerine ek olarak, sürecin yönetimine ve her öğrencinin spesifik eksiklerine yönelik daha yoğun iletişim... en azından bu kadarını yapabiliriz.]
26 Nisan 2014 Cumartesi
bir de iç sıkıntısı soykırımı kabul etseydi
yeni parametreler, yeni testler, yeni kuram, yeni parametreler, yeni denemeler, düzeltmeler, biraz daha pratiğe dönük kuram, biraz daha denemeler. her zamanki gibi bir dip noktasından sonra yeni çalışma geliyor. makale yazılamıyordu çünkü çalışma istenen düzeye gelmemişti. içe sindiği zaman dört kolla sarılınan o projelerde içe sinmeyen bir yan kaldığında bir türlü insanın eli işe varmıyordu. yok eğer öyle ya da böyle bunun iyi bir proje ve üretilenin de önemli olduğuna inanmayı başarıyorsan, o zaman oturup yapıyorsun, faaliyet kendi kendine akıyor. kendini motive etmek için uğraşman da gerekmiyor. işbaşı yapamamanın ve üretememenin iç sıkıntısı sağdan çekilirken, paralel bir kronolojide iç sıkıntısından geride kalan boşluğu bir yığın ilginç ve sıkıcı kitap dolduruveriyordu.
5 Nisan 2014 Cumartesi
peh.
aylar ve aylar süren işbaşı denemelerimin ardından artık koyverdim ucunu. başka bişey de yapmıyorum. düz vakit öldürüyorum. böyle bir ruh haline girmeyeli 5-6 yıl olmuştur. yavaş yavaş doktoranın dışına çıkıyorumdur belki. girdiğim kapıdan.
8 Mart 2014 Cumartesi
dergi makalelerinin incelikleri
dergi makalesi denen şey konferans bildirilerinden farklı bir aygıt. öylesine farklı ki, ilki sayesinde yard. doç., doçent veya profesör olabilirsiniz. öbürsü aynı etkiye sahip değildir.
makale zanaatinin de incelikleri var tabii... daha doğrusu publish-or-perish basıncı arttıkça kristalleşen kurallar var. nerde kristalleşiyor bu kurallar? son dönemlerde bitirilmeye çalışılan her doktorada.
bakınız, doktora metni 2 ila 4 yüz sayfalık bir metin. bugünlerde bir adet makaleden beklenen içeriğe bir doktorada karşılık düşen metin, tüm tartışmaları, doğrulamaları ve değerlemeleriyle 150 sayfa kadar tutuyor. işin ilginç yanı, 10 yıl önce aynı alanda yapılan bir çalışma basbayağı 10 sayfalık oyuncak bir çalışma olabiliyorken (çünkü alan taze ve hakemler krema kıvamında) bugünün bir çalışması son derece detaylı olmak zorunda. bugün o alanda yapılacak çalışma çok karmaşık.. 10 yıl öncesi gibi değil. e her ek karmaşıklık ek 'rationale' tartışması, ek tarif, ek 'verification', ek 'validation' gerektiriyor.
e ama, bir makaleye bir dergide ayrılan mekan 15 sayfa kadar (4 ila 7 bin kelime). bu kadar alanda yaptığınız bir çalışmayı tüm yönleriyle etraflıca anlatamazsınız (yani çalışma mühendisliğin kavrayışsız matematiksel formalizmlerinin trenlerine binip aptallığın sınırlarına doğru bir yolculuğa çıkmadıysa...) e ne yapacaksınız? akademi de kurallarını kolayından esnetmez çünkü akademikler meslek alanlarını aptallıkla çalışkanlığın sınırında bir yerlerde kurmuşlardır, orayı kolayından terkedemezler.
çözüm son 3-5 yılda şöyle bulunmuş, yaptığınız çalışmayı 2 ila 4 makaleye bölüyorsunuz, her nasılsa hala daha anonim kalarak bu 2 ila 4 makaleyi birbirinden farklı dergilere yolluyorsunuz. ondan sonra bunlar, tam olarak ifade edilmeyen kısımları daha önce yayınlanmamış olan ama yayınlanacağı umulan makaleler üzerinden tamamlanacağı varsayılarak aynı anda tüm dergilere kabul ediliyor, bir taşla bir kaç kuş vuruyorsunuz. e tamam da, makaleler anonim iken, anonim olarak sunulup değerlendiriliyor iken bu nasıl oluyor?
işin doğrusu, akademide, bana sorarsanız, bu anonim değerlendirme sürecine inanan falan yok. ben kendi adıma inanmıyorum. ha yine de mevcut en hakiki eleştirinin orada gerçekleşmekte olduğunda inanıyorum, o ayrı (yani değerlendirilen hiç bir şekilde anonim olmasa da en azından değerlendiren kendisinin gizli olduğuna inanmaya devam ediyor). sonuçta, bu makale değerlendirme sürecinde (ki kişinin akademide yükselip yükselmeyeceğine karar veren temel değerlendirme süreci dergi makalelerinin körlemesine değerlendirilmesidir) makaleyi kim yazmıştır ve hangi hoca eş yazardır, bunlar doğrudan etkili oluyor. düz.
e bunun alternatifi olacak açık ve katılımcı modeller önerildi. ama onlar da zaten başı dumanlı olan akademikin iş yükünü artıracak modellerdi ve pek işleme şansları da yoktu. o yüzden şu anda, pratik sebeplerle de mevcut düzene mahkumuz... bir dergiye bir makalenin kabul edilme süreci, özellikle de dergi dünya çapında itibarlıysa, oldukça uzun ve sorunlu bir süreç oluyor ve yani danışmanınız ya da ortak yazarlarınızdan biri müesses akademinin bileşeni ise ya da değilse sonuçlar değişebiliyor...
e bilginin sosyolojisi falan derken bunun işleme mekanizmaları bellidir demek istiyorum. araştırma sadece laboratuarlarda geçmez, yoksa ülke içi ve kurum içi süreçlerle ünvanları dağıtırdınız biterdi. ama süreci dünya çapına yayınca da 'the science to come' ile sabuklama arasına giren dünya çapında bir müesses akademi ortaya çıkıyor (ve bu bazen güncel yaklaşımlar üzerinden ahmaklığın egemenliği anlamına gelmeye başlayabiliyor).. eh, bu mükemmel bir işleyiş sayılmaz.. samimiyetle söylüyorum, müesses akademi bazen cehalet, alışkanlık ve kendine güvensizliğin döşediği raylar üzerinde akademik yükselmenin hızlı trenlerini işletmeye geçebiliyor. hayırlı yolculuklar.
uzun uzadıya polemik metinleri yazmaya gerek yok. akademi bu tarz kontrol mekanizmaları üzerinden işler. daha iyisini henüz ortaya koyamadık. sonuçta işte zaten yapmak durumunda olduğunuzu yapıyorsunuz, konunuzu bir seri makaleye bölüyorsunuz, çünkü dergilerin koyduğu sınırlara sığmıyor, aynı çalışmayı farklı yönlerine ağırlık vererek bir seri makaleye bölmek durumundasınız. sorun nerede? e a.m.k. bu çalışmalar esas olarak bütünlüklerinde anlam kazanıyorlar. tekil makalelerde anlam kazanmıyorlar. eğer hakeme tüm diğer tekil makalelere işaret eden manuscript'ler gönderirseniz o zaman da değerlendirmenin körlüğü ortadan kalkıyor ki bu kaçınılmaz.
bilimsel yayıncılığın anlamı yapılan çalışmaları paylaşmak olsa, esasında bunların, daha eski dönemlerde olduğu gibi, bütünlükleri içinde ve ilgili tüm bilimsel ve kuramsal tartışmayı içerecek şekilde, alanlara has yıllıklarda yayınlanmaları gerekir. öbür türlü on tane makalede çalışmanın bütünlüğünü kurmaya çalışmanın bilime falan katkısı yok ki. ayrıca insan esas yürütmek istediği tartışmayı da yayınlayamıyor. her bir çalışma dergilerin jenerik kurallarıyla sınırlı kalıyor ve spekülasyon hakkı sadece dergi editörleri üzerinde nüfuzu olan kişilere kalıyor. sanki bilim sadece öne sürülenin demonstrasyonunun yapıldığı çalışmalardan ibaretmiş gibi bir durum ortaya çıkıyor. sanırsınız ki bunda sorun yok, bunda çok büyük sorun var, bilimsel paradigmaların kadük olmuş noktalarda onlarca yıl takılıp kalmasına sebep olan bir hantallık yaratıyor bu durum, çünkü özgür akademik tartışmayı konferansların insanlar-arası ilişkilerin kurallarını bilimsel tartışmanın önüne koyan kahve seanslarına hapsediyor.
makale zanaatinin de incelikleri var tabii... daha doğrusu publish-or-perish basıncı arttıkça kristalleşen kurallar var. nerde kristalleşiyor bu kurallar? son dönemlerde bitirilmeye çalışılan her doktorada.
bakınız, doktora metni 2 ila 4 yüz sayfalık bir metin. bugünlerde bir adet makaleden beklenen içeriğe bir doktorada karşılık düşen metin, tüm tartışmaları, doğrulamaları ve değerlemeleriyle 150 sayfa kadar tutuyor. işin ilginç yanı, 10 yıl önce aynı alanda yapılan bir çalışma basbayağı 10 sayfalık oyuncak bir çalışma olabiliyorken (çünkü alan taze ve hakemler krema kıvamında) bugünün bir çalışması son derece detaylı olmak zorunda. bugün o alanda yapılacak çalışma çok karmaşık.. 10 yıl öncesi gibi değil. e her ek karmaşıklık ek 'rationale' tartışması, ek tarif, ek 'verification', ek 'validation' gerektiriyor.
e ama, bir makaleye bir dergide ayrılan mekan 15 sayfa kadar (4 ila 7 bin kelime). bu kadar alanda yaptığınız bir çalışmayı tüm yönleriyle etraflıca anlatamazsınız (yani çalışma mühendisliğin kavrayışsız matematiksel formalizmlerinin trenlerine binip aptallığın sınırlarına doğru bir yolculuğa çıkmadıysa...) e ne yapacaksınız? akademi de kurallarını kolayından esnetmez çünkü akademikler meslek alanlarını aptallıkla çalışkanlığın sınırında bir yerlerde kurmuşlardır, orayı kolayından terkedemezler.
çözüm son 3-5 yılda şöyle bulunmuş, yaptığınız çalışmayı 2 ila 4 makaleye bölüyorsunuz, her nasılsa hala daha anonim kalarak bu 2 ila 4 makaleyi birbirinden farklı dergilere yolluyorsunuz. ondan sonra bunlar, tam olarak ifade edilmeyen kısımları daha önce yayınlanmamış olan ama yayınlanacağı umulan makaleler üzerinden tamamlanacağı varsayılarak aynı anda tüm dergilere kabul ediliyor, bir taşla bir kaç kuş vuruyorsunuz. e tamam da, makaleler anonim iken, anonim olarak sunulup değerlendiriliyor iken bu nasıl oluyor?
işin doğrusu, akademide, bana sorarsanız, bu anonim değerlendirme sürecine inanan falan yok. ben kendi adıma inanmıyorum. ha yine de mevcut en hakiki eleştirinin orada gerçekleşmekte olduğunda inanıyorum, o ayrı (yani değerlendirilen hiç bir şekilde anonim olmasa da en azından değerlendiren kendisinin gizli olduğuna inanmaya devam ediyor). sonuçta, bu makale değerlendirme sürecinde (ki kişinin akademide yükselip yükselmeyeceğine karar veren temel değerlendirme süreci dergi makalelerinin körlemesine değerlendirilmesidir) makaleyi kim yazmıştır ve hangi hoca eş yazardır, bunlar doğrudan etkili oluyor. düz.
e bunun alternatifi olacak açık ve katılımcı modeller önerildi. ama onlar da zaten başı dumanlı olan akademikin iş yükünü artıracak modellerdi ve pek işleme şansları da yoktu. o yüzden şu anda, pratik sebeplerle de mevcut düzene mahkumuz... bir dergiye bir makalenin kabul edilme süreci, özellikle de dergi dünya çapında itibarlıysa, oldukça uzun ve sorunlu bir süreç oluyor ve yani danışmanınız ya da ortak yazarlarınızdan biri müesses akademinin bileşeni ise ya da değilse sonuçlar değişebiliyor...
e bilginin sosyolojisi falan derken bunun işleme mekanizmaları bellidir demek istiyorum. araştırma sadece laboratuarlarda geçmez, yoksa ülke içi ve kurum içi süreçlerle ünvanları dağıtırdınız biterdi. ama süreci dünya çapına yayınca da 'the science to come' ile sabuklama arasına giren dünya çapında bir müesses akademi ortaya çıkıyor (ve bu bazen güncel yaklaşımlar üzerinden ahmaklığın egemenliği anlamına gelmeye başlayabiliyor).. eh, bu mükemmel bir işleyiş sayılmaz.. samimiyetle söylüyorum, müesses akademi bazen cehalet, alışkanlık ve kendine güvensizliğin döşediği raylar üzerinde akademik yükselmenin hızlı trenlerini işletmeye geçebiliyor. hayırlı yolculuklar.
uzun uzadıya polemik metinleri yazmaya gerek yok. akademi bu tarz kontrol mekanizmaları üzerinden işler. daha iyisini henüz ortaya koyamadık. sonuçta işte zaten yapmak durumunda olduğunuzu yapıyorsunuz, konunuzu bir seri makaleye bölüyorsunuz, çünkü dergilerin koyduğu sınırlara sığmıyor, aynı çalışmayı farklı yönlerine ağırlık vererek bir seri makaleye bölmek durumundasınız. sorun nerede? e a.m.k. bu çalışmalar esas olarak bütünlüklerinde anlam kazanıyorlar. tekil makalelerde anlam kazanmıyorlar. eğer hakeme tüm diğer tekil makalelere işaret eden manuscript'ler gönderirseniz o zaman da değerlendirmenin körlüğü ortadan kalkıyor ki bu kaçınılmaz.
bilimsel yayıncılığın anlamı yapılan çalışmaları paylaşmak olsa, esasında bunların, daha eski dönemlerde olduğu gibi, bütünlükleri içinde ve ilgili tüm bilimsel ve kuramsal tartışmayı içerecek şekilde, alanlara has yıllıklarda yayınlanmaları gerekir. öbür türlü on tane makalede çalışmanın bütünlüğünü kurmaya çalışmanın bilime falan katkısı yok ki. ayrıca insan esas yürütmek istediği tartışmayı da yayınlayamıyor. her bir çalışma dergilerin jenerik kurallarıyla sınırlı kalıyor ve spekülasyon hakkı sadece dergi editörleri üzerinde nüfuzu olan kişilere kalıyor. sanki bilim sadece öne sürülenin demonstrasyonunun yapıldığı çalışmalardan ibaretmiş gibi bir durum ortaya çıkıyor. sanırsınız ki bunda sorun yok, bunda çok büyük sorun var, bilimsel paradigmaların kadük olmuş noktalarda onlarca yıl takılıp kalmasına sebep olan bir hantallık yaratıyor bu durum, çünkü özgür akademik tartışmayı konferansların insanlar-arası ilişkilerin kurallarını bilimsel tartışmanın önüne koyan kahve seanslarına hapsediyor.
2 Mart 2014 Pazar
yeni hafta
eski hafta eski makale... yeniden hakeme gidiyor... akademide tesadüfen karşınıza çıkan bu iki adet hakem her zaman
haklıdırlar. bunların biri her zaman özensiz ve baştansavmacı, öbürü
ise ciddi ama yetersizdir. biri alana hakim değildir, öbürü ise alanın dar bir nişine
yerleşmiştir. yine de, dar görüşlü bile olsa özenli, ciddi hakemi tercih ederim, zira eleştirilerinin en azından bir kısmı haklı ve öğreticidir (bu aynı zamanda disipliner kalıpların diğer araştırmacılara aktarılma/dayatılma mekanizmasıdır da). fakat, öyle ya da böyle, akademide de birbirini tam olarak anlamayan ya da meşru görmeyen çok sayıda kamp bulunduğu için, hakemler bazen savunduğunuz her ne ise onun karşı kampındadır ve yerdiğiniz ne ise onu yapıyorlardır. dolayısıyla hakem sizle kişisel bir mücadeleye girebilir ve ne kadar revizyon yaparsanız yapın bu tür hakemin her zaman bir eleştirisi kalacaktır geriye. boşluğa kıyasla maddenin oldukça az bulunduğu bu gevşek ve dağınık akademik evrende son söz araştırmacıya değil hakeme, yani talihe bırakılmıştır. çünkü hakem, bir zamanlar, sizin araştırmanızla hiç alakası olmayan bir takım makaleleri yayınlatmayı başarmıştır.
öte yandan, çok az makale vardır ki, en yaralı hakem bile onun gücünü inkar edemesin ve kanlı elleriyle "evet yayınlansın" demek durumunda kalsın. bizimki bu makalelerden biri değil... neyse, kısa ve anlamsız ama zaruri bir aranın ardından, yeni hafta yeni makale. arayı öyle ya da böyle bir şekilde geçirmek gerekiyor. çünkü tatille ilgili bir muradım yok. düşerek ya da kalkarak, bir şekilde, yeni makale için hazır hale gelmek istiyorum. kısa bir boşluk gerekiyor o kadar. bu yeni makale ise, inanıyorum ki, en yaralı hakemin bile yayınlanmasını isteyeceği bir içeriğe sahip. içerik hazır. makaleyi de yazmaya başlayacağım.
bir arafta olabiliriz. ama en azından verimli olmak gerekmektedir. ve zaten verimlilik dışında hiç bir hal epiküryen bir acıdan-ıraklık, yani negatif haz algısına katkı yapmıyor.
bu esnada yeni yönetmelik de yayınlanmış. incelemiyorum. nasılsa atılma günüm geldiğinde haberim olur.
öte yandan, çok az makale vardır ki, en yaralı hakem bile onun gücünü inkar edemesin ve kanlı elleriyle "evet yayınlansın" demek durumunda kalsın. bizimki bu makalelerden biri değil... neyse, kısa ve anlamsız ama zaruri bir aranın ardından, yeni hafta yeni makale. arayı öyle ya da böyle bir şekilde geçirmek gerekiyor. çünkü tatille ilgili bir muradım yok. düşerek ya da kalkarak, bir şekilde, yeni makale için hazır hale gelmek istiyorum. kısa bir boşluk gerekiyor o kadar. bu yeni makale ise, inanıyorum ki, en yaralı hakemin bile yayınlanmasını isteyeceği bir içeriğe sahip. içerik hazır. makaleyi de yazmaya başlayacağım.
bir arafta olabiliriz. ama en azından verimli olmak gerekmektedir. ve zaten verimlilik dışında hiç bir hal epiküryen bir acıdan-ıraklık, yani negatif haz algısına katkı yapmıyor.
bu esnada yeni yönetmelik de yayınlanmış. incelemiyorum. nasılsa atılma günüm geldiğinde haberim olur.
26 Şubat 2014 Çarşamba
en azından eğlenelim
bana bir gevşeme geldi. iyi de oldu. evet herşey yıllardır nasıl oluyorduysa öyle olmaya devam ediyordu ve ekpyrosis bir hakikatti. tabii ki geri sara sara çekilecektik ve olan biteni bu gözle seyretmek pek ferahtı. insana evet gülme gelip duruyordu, geçmişte ölesiye derdedilen konularla bilmemkaçıncı kere karşılaşıldığında.. hayatta bir kere yaşanan her vaka ondan sonra tekrar tekrar insanın karşısına çıkıp durmaya devam ediyordu ve ilkinde trajedi, ikincisinde trajedi, üçüncüsünde ilginç, dördüncüsünde anlaşılır, beşincisinde kahırlı, altıncısında düzünden gevşek ve gülünç oluyordu. farsa hemen varılmıyordu ama gülme er ya da geç geliyordu. 5 yıl önce yapılmış kadük çalışmalar yeniden yazılıyor ve bir şekilde makul biçimde savunulabiliyordu, insan kendisi bile inanıyordu bu yaptıklarına.. geri kalan tüm çalışmalar, tüm çatışmalar, tüm kırgınlıklar, tüm iç sıkıntıları, hepsi olup bitecekti, kurumlar bir kasılıp yeniden gevşeyecekti, yine kokular çıkacaktı ve yeni bir şey de olmayacaktı, olup bitmeyi adet edinenler bir daha olup bitecekti. insanı güldüren ise kendini olup bitenin dışında kurgulamanın gevşekliğiydi. ya da anlık bir gevşeklik yüzünden kendini olup bitenin dışında buluvermek. personalar bu yüzden yeniden işe koşulmalıydı. reveranslarla çekilir ve arka kapıdan çıkar. ekpyrosis.
20 Şubat 2014 Perşembe
ne iç sıkıntısıymış
tüm bu feryat figanın ardından--ve esasında tam da bu yüzleşmeler sayesinde--4 yıl önce yapılmış bir çalışmanın iki yıl önce teslim edilmiş makalesinin yeni gelebilen review'unda hakem tarafından istenen düzeltmeleri yapmaya oturabildim. zira bu blürlü ve güzel istanbul akşamında, aslında o çalışmada anlamlı ne vardıysa ve eksikler ne idiyse, şimdi 2 [4] yıl sonra üzerinden tekrar geçip, bunları daha doğru biçimde ve samimiyetle yeniden yazıp tartışabileceğime kendimi ikna ettim. evet metin akademik ve kuru olacaktı, evet çalışmanın sınırları belliydi (ve hakemin eleştirilerinden ziyade kendi eleştirilerim içimi sıkıyordu, sonuçta hakem çalışmayı tam olarak da anlamamıştı ve kendi çalışma alanı içinden değerlendirmişti (çünkü iyi kurgulayamamıştım (çünkü konuya bakışım olgunlaşmamıştı))) ama bugün ortada ne vardıysa açıklıkla ifade edebilirdim. öyle ya da böyle yapılacaktı bu... o zaman olabildiğince içe sinecek bir yola gireyim dedim (ve zaten belki elinin ucuyla iş yapmak daha zormuştur?) tabii ki makalenin amacı ve içeriği yeniden tarifleniyor, abstract'lar, introduction'lar, review'lar, conclusion'lar baştan sona değişiyor. bikaç bin kelimelik ifade gereksiz, bulanık, dayanaksız, ya da ham oldukları için siliniyor, vd., sorun değil. taslağı yazıldıktan sonra gerisi kolay iş.
ama iyi geldi. oturup çalışabilmek.. hafifledim. sis evime kadar gelmiş durumda. terasa çıkıp sisin içinde duruyorum..
ama iyi geldi. oturup çalışabilmek.. hafifledim. sis evime kadar gelmiş durumda. terasa çıkıp sisin içinde duruyorum..
18 Şubat 2014 Salı
o yüzden de herkes kendi yerine
[yine uzun uzun yazıldıktan sonra neredeyse tümüyle sansür edilen bir metnin ardından geriye kalan yumuşatılmış bir versiyonu buraya yerleştiriyorum. kimse kusura bakmasın, anca bu kadar sansürleniyor]
daha önce bu bloga ara verdiğim oldu. sonra kaçınılmaz olarak yeniden yazmaya başladım. çünkü akademinin içinde kalmaya devam ediyordum ve yaşadıklarımı yazmak karşı koyamadığım bir zorunluluktu. ve bunların en azından bir kısmı yazılmaya değer şeylerdi. şimdi bir yön değişimi arıyorum, çünkü fena halde bunalmış durumdayım... 5 ay kadar önce kendi önüme açtığım bwo projesinde düzen-dağılma eşiğine eriştiğime inanıyorum bir süredir... geçen yıllarda bu blogun yayılma alanı dahilinde tasarım kuramları, hesaplamalı tasarım, tasarımda yapay zeka ve bunların yanında akademide kurumsal işleyişler,doktora öğrenciliğinin saçmasapan yanları ve mimarlık eğitimciliğinin gündelik sorunları gibi konularda yazmaya çalışıyordum. ya da bunlarla ilgili yazmak zorunda kalıyordum. burda hepsinin çok da hakkını veremedim doğru. (doktoramda hepsi var, bi bitsin, şeyedicem.) şimdi dönüp dolaşıp 2009 dolaylarına, yani bu blogu ilk açtığım zamanlardaki gündemime dönmüşüm gibi görünüyor. evet benzer bir gündeme döndüm ve bu son derece yorucu... doğru, o zamanki gündemimizle ve dertlerimizle bugünküler arasında önemli farklar yok. ancak, bugün daha çok cevabım var. dolayısıyla büyük bir yorgunluk ve yılgınlık da mevcut... o zaman sorguladığım konularla ilgili olarak vardığım yanıtlar da tüm bu sorunların alanın doğasına içkin olduğunu gösteriyor. bir bakışla, sorulara yanıt bulmak iyidir ama bulunan yanıtlar pek de keyifli değil. ve evet, idealler gerçekten iyi eylem kuralları vermiyorlar. ve evet, hocalarımız bizlere yol göstermeden önce konuları derinlemesine incelemiş değillerdi; çoğunlukla boş umutlar ve havada yüzen fikirler sunuyorlardı. eleştirdikleri her ne idiyise, ne onu iyicene anlamışlardı, ne de bize miras bıraktıkları yeniyi gerçekten denemişlerdi...
birbiri ardına yumuşakça yığılan yorganlar gibi, bu hususların onlarcası üzerime teker teker çökmüş. hiçbiri büyük bir darbe vurmadıysa da sonuçta artık üzerime yığılan yumuşak yükün altında kolumu bile kaldıramaz haldeyim. gündelik işimin gereğini bile hakkıyla yerine getiremiyorum. araştırmacı şahsiyetim için uzun zamandır akademik bitiyor. aslında başladığı günden beri uzatmaları, formaliteleri ve bürokratik işlemleri kovalıyorum. şimdi de yazamamakta olduğum makaleleri bir tür izin ya da istifa formu gibi düşünüyorum. en nihayetinde tüm bu dalgalanmadan geriye kalacak olanla ilgili kehanetim ise şu: tasarım kuramları ve hesaplamalı tasarımın ittire-kaktıra-kuramsılaşabilmiş-üç-beş-metninin bileşkesinde kalan alanı yeterince taradım. esasında bu alan çok heyecanlıydı.. zira işleyişlerle ilgiliydi.. evet bu çok öğretici bir süreçti ama... tabii ki bu alandaki önemli gelişmeleri de takip etmeye devam edeceğim ama.. ama o şimdilik bitti. belki tekrar mimarlık kuramı alanına döneceğim. belki... ama ondan da önce bana heyecan veren konularla bir süre uğraşmam lazım. dahası, biraz gerçekten yazmak zorundayım. ama onun yerine makale yazmak durumunda kalmışım. akademik yazmakla yazmak aynı şey değil. kapsamlı bir yabancılaşma içindeyim. kolumu kaldıramıyorsam bunun sebebi var. akademik yazmak bir üretim bandının kenarında durup, belirli bir vidayı önüne geldikçe teşhis edip tekrar tekrar sıkmak kadar öznellikten uzak ve sıkıcı bir iş (bkz. metropolis). sen bir kelimecik ilginç, farklı, gülünç, tuhaf, yahu (yahut değil yahu) bir tek kelimecik yeni, keyfî, sana has tat katmaya çalış, akademinin döpiyesli ve kıravatlı hakemleri üzerlerine bir yorgan gibi yığılmış eleştiriyi senin üzerine aktarma fırsatını yakalamanın ferahlığıyla "orayı törpüle de öyle yayınlayalım" diyerek yüklerini sana yığıveriyorlar. [sansür.] at ile eşeğin öyküsü... eşeğin de derdini anlıyorum ama bi bırakın ben de kafama göre koşturacağım çayırlarda. herkes kendi yeteneğine göre değil mi efenim? doğrusu şu: akademi eşeğin sanatı, eşeğin saltanatıdır. herşeyden önce bu sebeple eşeğin gözleri bu kadar övülmüştür. eşeğin en büyük zanaati olan akademik ifade ortaktır. araştırmacının malı değildir. oysaki gözleri ne kadar iri olursa olsun, ne kadar çok kişiyi hızlıca kapsıyor olursa olsun ortak metin çirkindir. çirkin metin sıkıcıdır... sıkıcı metin üstüste yığılmış yorganlarla açıklanırmış gibi oldu ama o da doğru değil. bazen öyle açıklanır, bazen sadece ortalama ve renksiz olma zorunluluğuyla. ve ortalama ve renksiz olmak bir zorunluluktur. akademide... gerçekten. söyleyince inandırıcı değil. yaşanınca anlaşılıyor. bu işin kuralı bu diyorum. suçlama değil. sebebi var. akademinin tüm çirkinlikleri akademinin kuralları. bunları akademiden söküp atamazsın.
daha önce bu bloga ara verdiğim oldu. sonra kaçınılmaz olarak yeniden yazmaya başladım. çünkü akademinin içinde kalmaya devam ediyordum ve yaşadıklarımı yazmak karşı koyamadığım bir zorunluluktu. ve bunların en azından bir kısmı yazılmaya değer şeylerdi. şimdi bir yön değişimi arıyorum, çünkü fena halde bunalmış durumdayım... 5 ay kadar önce kendi önüme açtığım bwo projesinde düzen-dağılma eşiğine eriştiğime inanıyorum bir süredir... geçen yıllarda bu blogun yayılma alanı dahilinde tasarım kuramları, hesaplamalı tasarım, tasarımda yapay zeka ve bunların yanında akademide kurumsal işleyişler,doktora öğrenciliğinin saçmasapan yanları ve mimarlık eğitimciliğinin gündelik sorunları gibi konularda yazmaya çalışıyordum. ya da bunlarla ilgili yazmak zorunda kalıyordum. burda hepsinin çok da hakkını veremedim doğru. (doktoramda hepsi var, bi bitsin, şeyedicem.) şimdi dönüp dolaşıp 2009 dolaylarına, yani bu blogu ilk açtığım zamanlardaki gündemime dönmüşüm gibi görünüyor. evet benzer bir gündeme döndüm ve bu son derece yorucu... doğru, o zamanki gündemimizle ve dertlerimizle bugünküler arasında önemli farklar yok. ancak, bugün daha çok cevabım var. dolayısıyla büyük bir yorgunluk ve yılgınlık da mevcut... o zaman sorguladığım konularla ilgili olarak vardığım yanıtlar da tüm bu sorunların alanın doğasına içkin olduğunu gösteriyor. bir bakışla, sorulara yanıt bulmak iyidir ama bulunan yanıtlar pek de keyifli değil. ve evet, idealler gerçekten iyi eylem kuralları vermiyorlar. ve evet, hocalarımız bizlere yol göstermeden önce konuları derinlemesine incelemiş değillerdi; çoğunlukla boş umutlar ve havada yüzen fikirler sunuyorlardı. eleştirdikleri her ne idiyise, ne onu iyicene anlamışlardı, ne de bize miras bıraktıkları yeniyi gerçekten denemişlerdi...
birbiri ardına yumuşakça yığılan yorganlar gibi, bu hususların onlarcası üzerime teker teker çökmüş. hiçbiri büyük bir darbe vurmadıysa da sonuçta artık üzerime yığılan yumuşak yükün altında kolumu bile kaldıramaz haldeyim. gündelik işimin gereğini bile hakkıyla yerine getiremiyorum. araştırmacı şahsiyetim için uzun zamandır akademik bitiyor. aslında başladığı günden beri uzatmaları, formaliteleri ve bürokratik işlemleri kovalıyorum. şimdi de yazamamakta olduğum makaleleri bir tür izin ya da istifa formu gibi düşünüyorum. en nihayetinde tüm bu dalgalanmadan geriye kalacak olanla ilgili kehanetim ise şu: tasarım kuramları ve hesaplamalı tasarımın ittire-kaktıra-kuramsılaşabilmiş-üç-beş-metninin bileşkesinde kalan alanı yeterince taradım. esasında bu alan çok heyecanlıydı.. zira işleyişlerle ilgiliydi.. evet bu çok öğretici bir süreçti ama... tabii ki bu alandaki önemli gelişmeleri de takip etmeye devam edeceğim ama.. ama o şimdilik bitti. belki tekrar mimarlık kuramı alanına döneceğim. belki... ama ondan da önce bana heyecan veren konularla bir süre uğraşmam lazım. dahası, biraz gerçekten yazmak zorundayım. ama onun yerine makale yazmak durumunda kalmışım. akademik yazmakla yazmak aynı şey değil. kapsamlı bir yabancılaşma içindeyim. kolumu kaldıramıyorsam bunun sebebi var. akademik yazmak bir üretim bandının kenarında durup, belirli bir vidayı önüne geldikçe teşhis edip tekrar tekrar sıkmak kadar öznellikten uzak ve sıkıcı bir iş (bkz. metropolis). sen bir kelimecik ilginç, farklı, gülünç, tuhaf, yahu (yahut değil yahu) bir tek kelimecik yeni, keyfî, sana has tat katmaya çalış, akademinin döpiyesli ve kıravatlı hakemleri üzerlerine bir yorgan gibi yığılmış eleştiriyi senin üzerine aktarma fırsatını yakalamanın ferahlığıyla "orayı törpüle de öyle yayınlayalım" diyerek yüklerini sana yığıveriyorlar. [sansür.] at ile eşeğin öyküsü... eşeğin de derdini anlıyorum ama bi bırakın ben de kafama göre koşturacağım çayırlarda. herkes kendi yeteneğine göre değil mi efenim? doğrusu şu: akademi eşeğin sanatı, eşeğin saltanatıdır. herşeyden önce bu sebeple eşeğin gözleri bu kadar övülmüştür. eşeğin en büyük zanaati olan akademik ifade ortaktır. araştırmacının malı değildir. oysaki gözleri ne kadar iri olursa olsun, ne kadar çok kişiyi hızlıca kapsıyor olursa olsun ortak metin çirkindir. çirkin metin sıkıcıdır... sıkıcı metin üstüste yığılmış yorganlarla açıklanırmış gibi oldu ama o da doğru değil. bazen öyle açıklanır, bazen sadece ortalama ve renksiz olma zorunluluğuyla. ve ortalama ve renksiz olmak bir zorunluluktur. akademide... gerçekten. söyleyince inandırıcı değil. yaşanınca anlaşılıyor. bu işin kuralı bu diyorum. suçlama değil. sebebi var. akademinin tüm çirkinlikleri akademinin kuralları. bunları akademiden söküp atamazsın.
9 Şubat 2014 Pazar
simetri
kimseye çok da önemli gelmeyen konulara odaklanmaktan gocunmamışızdır, ya da pek çok kişiye mühim görünen pek çok arayış benbize zerre ilginç gelmemiştir. bunun bir aklî yönü vardır bir de hissî yönü. akıl zaten olup biten her şeyi büyük bir anlamsızlığa gömüp bir kenara bırakmıştır. sonuçta, yaşam saçmadan başka türlü yaşanamaz, zira ruh her an devreye girecektir. olup bitenler ve bunların ruhtaki karşılıkları bünyeyi aşağı yukarı çekiştirecektir (ve akıl şaşkın bir seyircidir). bunu böyle kabul ediyoruz. bu durum yaşamda kendini bazen kendine-sabotaj olarak, bazen de önem verilen ve verilmeyen hususlar haritasının geri kalan herkese biraz saçma gelecek ölçüde çoğunluktan farklılaşması üzerinden ifade eder. bunlar böyle olmakla beraber, yine de saçmalığın yoğunluğu bir yerde ruhta bir tepki yaratmaya başladığında, bünye daha makul bir saçmalık yörüngesine geçebilmek için hareketleniyor. tabii herkesin kaldırabildiği saçmalık düzeyi farklı olmalı. hayat kurguları bütüncül olduğu için sadece günü kurtaracak hamlelerle saçmalık yörüngenizi gerçekten değiştiremezsiniz. diyorum ya, bu araştırmacılık iyi güzel ama çevresi kötü. eğitimcilik de ilginç (ve doyurucu bir yanı var) ama hayatın merkezine alınması tuhaf oluyor. ordan beslenmek doğru değil. orayı beslemek lazım daha ziyade. evet buralarda dolandığın sürece işleri yürütme tarzını ve arayışlarını bir tür aktivizm gibi ele alma isteği de kaçınılmaz ama işlerin ve kurumların doğası ve üstlenilen rollerin ölçeği sebebiyle saçmalık yoğunluğu bazen kaldırılamaz hale geliyor. ve yani, akademiği hobi olarak yapmalı insan. iş olarak değil. işlerimi bitireceğim. doktorayı noktalayacağım. makalelerimi yayınlayacağım. ve akademik bitince en "hakiki" işime döneceğim. burdaki saçmalığı da olduğu gibi kabul etmekten başka şey elden gelmez. sonuçta saçmalığın en yoğun işlendiği felsefelerde ortaya çıkmıştır otantiklik kavramı.
bilindiği gibi büyük yıl bitip dünya yanıp yokolduğunda, evren yeniden ve tersten yaşanırken, her şey aynı şekilde tezahür etmeyecektir. çünkü mesela çıkış ve iniş simetrik olsa da anlamları çok farklıdır bunların. üç aşağı beş yukarı aynı şeyler yaşanmaya devam edilecektir ama bozulan simetri her şeyin rengini değiştirir.
bilindiği gibi büyük yıl bitip dünya yanıp yokolduğunda, evren yeniden ve tersten yaşanırken, her şey aynı şekilde tezahür etmeyecektir. çünkü mesela çıkış ve iniş simetrik olsa da anlamları çok farklıdır bunların. üç aşağı beş yukarı aynı şeyler yaşanmaya devam edilecektir ama bozulan simetri her şeyin rengini değiştirir.
28 Ocak 2014 Salı
safları gönderin yiyeceğiz
tüm dünyanın çirkinlik ve bulanıklığa gömüldüğü dönemlerde akademik alanın bir tür kurtarılmış vaha gibi algılandığını sıklıkla görmüşüzdür. ders, stüdyo, araştırma şu rutin ve sıkıcı hayat düzenimizde bazen en önemli renk ve motivasyon kaynağı olmuştur ve bu sanki doğalmıştır. bu bakış esasında tuhaftır. akademikleri sürekli gelmeye devam eden genç bünyelerin saflık enerjisinden beslenenen vampirler olarak resmetmeye varır. daha fazla saf, daha fazla umutlu, daha fazla enerjik gönderin. çünkü bu dolaylarda saflık, enerji ve umut hızlı tüketilmektedir. tüm mekanizmanın ortalama bir seviyede işler halde tutulabilmesi için toplumun henüz paylaşım savaşından pay almamış kesimlerinin enerji kaynağı olarak sisteme beslenmesi gerekmektedir.
26 Ocak 2014 Pazar
akademik sinisizm
yakın zamanda yayınlanmış bir makalenin review'undan mimarî layout çalışmalarıyla ilgili daha önce incelemediğim 15-20 kadar makale fırladı. demek ki tam zihinsel mesaini bir işe vermek ve vermemek arasında fark var. tam zamanlı veren, yarı zamanlı veren [araştırmacı]. neyseki, akademik dünya paylaşım üzerine kurulu, hatta biraz aşırı-paylaşım üzerine kurulu, hatta paylaşımın çoğu da önceki gereksiz paylaşımlarla ilgili. neyse, şimdi o makalelerin hepsinden ve çok kısaca da olsa ne yaptıklarından haberdar oldum. akademide sabrın ve tembelliğin önemi. ha yok ben de yaptım tüm o literatür araştırmalarını ama demek ki herkesin eleğinin kudreti farklı.
teknik konular sözkonusu olduğunda 15-20 makale sıkıntı değil. giderken gelirken, vapurda, hatta fünikülerde okuyarak insan 3-5 günde hepsini elden geçirebilir. gayet de güzel okur yani, çünkü bu tip makaleler evrenin en kuru, en açık, en düz metinleridir sonuçta. makale zanaati hız ve açıklığı hedefliyor. çünkü kimse bu makaleleri uzun uzadıya okumak, bunlara vakit harcamak falan istemez, iş işte. dolayısıyla bunları yazmak da çok sıkıcı hale gelebiliyor. ilk bir kaç denemenin hevesi geçtikten sonra motivasyonun hiç bir bileşeni ortada kalmıyor. ustalık dense, yani kuru kuru, açık ve özet halinde yazmaya dair ustalık pek az insanı heyecanlandırır. ha, bazıları bu işi iyi beceriyorlar doğrusu ama yani işte becerdikleri, teknik jargonu iyi kullanan, olabildiğince basit ve anlaşılır metinler yazmak. otonomi dense, eh araştırmada insan sanki kendinin patronu gibidir ama bu teknik disiplinler yöntem, alan ve ifadelerini o kadar sıkı sıkıya kontrol ediyor ve o kadar sıkıcı bir ortalamaya doğru çekiyorlar ki, kişisel ve bağımsız arayışlara ve ifadelere dair neredeyse hiç bir şey bu çalışmalara ve metinlerine sızamıyor. ve geliyoruz amaç duygusuna. neden yani, neden? insanlığa fayda evet, bu doğru, ama her bir makale her bir çalışma o kadar minimal bir katkı ki.. yapmasan da insanlık farketmezdi. yaptığında da farketmeyecek. farketse de çok bir şey değişmeyecek. onca emek, onca sıkıntı, onca çaba... gerçekten de ortaya çıkan somut katkı bu emekle kıyaslanır gibi değil. araştırma ve öğrenme tutkusu? üretme tutkusu? evet, araştırmayı yaparken. ama makalesini yazarken artık ortaya yeni bir şey koymaktan ziyade zaten yapılmış olanı yazmak sözkonusu. ve o çalışmadan artık kusacak hale gelmişsin yıllardır her detayını çalışa çalışa ve tekrar tekrar düzelte düzelte... eh, geriye kariyer hedefleri, kendini kanıtlama, gurur, sorumluluk duygusu, ünvanlar, pozisyonlar, performans / değerlendirme kriterleri vb. çok da heyecanlı olmayan motivasyon araçları kalıyor. tabii, tüm bunların ardından insan soruyor, yahu bu makalelerin asıl amacı, önemli bilimsel çalışmaların camiaya duyurulması ve bilginin paylaşılması değil miydi?
belli ki bir zamanlar öyleydi. ama şu anda hala öyle olsaydı toplam yayınlanan makale sayısı herhalde şu ankinin onda birine falan düşerdi... yazılması gerektiği için yazılıyor. 15-20 adet yeni makale. alanın dolaşılabileceği zaten en baştan görülen bölgelerini, alanın zaten önümüzde görülebilir biçimde duran haritasının daha önce gezilmemiş her köşesini bir robot-elektrik-süpürgesi (bkz. roomba) keyfekederliğiyle ziyaret etmek anlamına gelen 15-20 adet makale. bir keşif ve öğrenme heyecanıyla değil de, ben de artık alanın uzmanı olacağım için, halihazırda yapılmış ve yapılmamış çalışmaların güncel bir haritasına sahip olmam gerektiği için okuyacağım bir yığın önemsiz makale.
neyse, bir ara veriyorum. geçen yıl bir çalışma çılgınlığı dönemine girmiştim tam bu dönemlerde. 3-4 ay kadar önce işin asıl yoğun kısmını bitirip makale yazmak için nafile bir çabaya giriştim. ama verimli olmuyor. makaleden başka herşeyle uğraştım. en iyisi kafası rahat bir tatil yapmak. boşluğun keyfini vicdan serinliğiyle sürmek. sonra sevgisiz makalelerin başına dönülür. zamanı geldiğinde. herşeyin zamanı.
edit: kaynakçayı çalışırken 3-5 makaleye kadar düştüm. ikilemeler (aynı yazarların aynı çalışmayı farklı "audience"lara sundukları, sayısal olarak özdeş olmayan ama içerik olarak nerdeyse özdeş olan paperlar), ingilizce dışı dillerdeki yayınlar (ki muhakkak bir ingilizce kopyaları da yayınlanmış oluyor), yl. tezleri, kurum içi raporlar derken review'lar da şişirilebiliyormuş (benim review'culuğum da fena değilmiş hani).
teknik konular sözkonusu olduğunda 15-20 makale sıkıntı değil. giderken gelirken, vapurda, hatta fünikülerde okuyarak insan 3-5 günde hepsini elden geçirebilir. gayet de güzel okur yani, çünkü bu tip makaleler evrenin en kuru, en açık, en düz metinleridir sonuçta. makale zanaati hız ve açıklığı hedefliyor. çünkü kimse bu makaleleri uzun uzadıya okumak, bunlara vakit harcamak falan istemez, iş işte. dolayısıyla bunları yazmak da çok sıkıcı hale gelebiliyor. ilk bir kaç denemenin hevesi geçtikten sonra motivasyonun hiç bir bileşeni ortada kalmıyor. ustalık dense, yani kuru kuru, açık ve özet halinde yazmaya dair ustalık pek az insanı heyecanlandırır. ha, bazıları bu işi iyi beceriyorlar doğrusu ama yani işte becerdikleri, teknik jargonu iyi kullanan, olabildiğince basit ve anlaşılır metinler yazmak. otonomi dense, eh araştırmada insan sanki kendinin patronu gibidir ama bu teknik disiplinler yöntem, alan ve ifadelerini o kadar sıkı sıkıya kontrol ediyor ve o kadar sıkıcı bir ortalamaya doğru çekiyorlar ki, kişisel ve bağımsız arayışlara ve ifadelere dair neredeyse hiç bir şey bu çalışmalara ve metinlerine sızamıyor. ve geliyoruz amaç duygusuna. neden yani, neden? insanlığa fayda evet, bu doğru, ama her bir makale her bir çalışma o kadar minimal bir katkı ki.. yapmasan da insanlık farketmezdi. yaptığında da farketmeyecek. farketse de çok bir şey değişmeyecek. onca emek, onca sıkıntı, onca çaba... gerçekten de ortaya çıkan somut katkı bu emekle kıyaslanır gibi değil. araştırma ve öğrenme tutkusu? üretme tutkusu? evet, araştırmayı yaparken. ama makalesini yazarken artık ortaya yeni bir şey koymaktan ziyade zaten yapılmış olanı yazmak sözkonusu. ve o çalışmadan artık kusacak hale gelmişsin yıllardır her detayını çalışa çalışa ve tekrar tekrar düzelte düzelte... eh, geriye kariyer hedefleri, kendini kanıtlama, gurur, sorumluluk duygusu, ünvanlar, pozisyonlar, performans / değerlendirme kriterleri vb. çok da heyecanlı olmayan motivasyon araçları kalıyor. tabii, tüm bunların ardından insan soruyor, yahu bu makalelerin asıl amacı, önemli bilimsel çalışmaların camiaya duyurulması ve bilginin paylaşılması değil miydi?
belli ki bir zamanlar öyleydi. ama şu anda hala öyle olsaydı toplam yayınlanan makale sayısı herhalde şu ankinin onda birine falan düşerdi... yazılması gerektiği için yazılıyor. 15-20 adet yeni makale. alanın dolaşılabileceği zaten en baştan görülen bölgelerini, alanın zaten önümüzde görülebilir biçimde duran haritasının daha önce gezilmemiş her köşesini bir robot-elektrik-süpürgesi (bkz. roomba) keyfekederliğiyle ziyaret etmek anlamına gelen 15-20 adet makale. bir keşif ve öğrenme heyecanıyla değil de, ben de artık alanın uzmanı olacağım için, halihazırda yapılmış ve yapılmamış çalışmaların güncel bir haritasına sahip olmam gerektiği için okuyacağım bir yığın önemsiz makale.
neyse, bir ara veriyorum. geçen yıl bir çalışma çılgınlığı dönemine girmiştim tam bu dönemlerde. 3-4 ay kadar önce işin asıl yoğun kısmını bitirip makale yazmak için nafile bir çabaya giriştim. ama verimli olmuyor. makaleden başka herşeyle uğraştım. en iyisi kafası rahat bir tatil yapmak. boşluğun keyfini vicdan serinliğiyle sürmek. sonra sevgisiz makalelerin başına dönülür. zamanı geldiğinde. herşeyin zamanı.
edit: kaynakçayı çalışırken 3-5 makaleye kadar düştüm. ikilemeler (aynı yazarların aynı çalışmayı farklı "audience"lara sundukları, sayısal olarak özdeş olmayan ama içerik olarak nerdeyse özdeş olan paperlar), ingilizce dışı dillerdeki yayınlar (ki muhakkak bir ingilizce kopyaları da yayınlanmış oluyor), yl. tezleri, kurum içi raporlar derken review'lar da şişirilebiliyormuş (benim review'culuğum da fena değilmiş hani).
18 Ocak 2014 Cumartesi
gölge
bir sürü şey yazdım. ama sonuçta kendisini gerçekten tanımadığımı teslim ederek hepsini sildim. bir akademisyen öldü. belki bir araba hızla geliyordu, belki araba çarpsın dedi, demezdi herhalde. kendi halinde sessiz sakin yaşayıp gitmeyi başaran son kişiydi belki o. binamız bir gölgesini daha kaybetti. suç binada değildi, bina gölgeleri saklamayı iyi becermiştir her zaman. belki bir araba gelsin, çarpsındır belki.
15 Ocak 2014 Çarşamba
bi kussam
sırada bekleyen 4 adet tez. detaylı okuma. sadece akşamları. mübalağa olsa.. biri benim tezim olsa. biri a.'nın tezi olsa. sırada bekleyen ve akşamları detaylı okunacak iki tez.. sonra akşamları detaylı okunacak benim tezim. 300 sayfa kadar. bol resimli ama. ı-ıh. düzeltme istenecek. düzeltmeler minör olsa ve düzeltmeler yapılmadan tarih almak mümkün olsa.. ı-ıh. beadle'la randevu, pasaport vd.. haziran başına tarih alınsa. ı-ıh. mayıs gibi gidip eylül gibi.. resmen yüzüm karardı. gözkapaklarım indi, gözlerim yarıya kadar kapandı. hocamdan beklediğim e-mail geldi. kaç ay ve kaç ek e-mail sonra onu hatırlamıyorum. sırada bekleyen 4 tez. en az iki tez. yoğun ama titiz bir hoca. umarım bu aralar kimse bana "doktora ne zaman bitiyor?" ya da "bitti ama artık" gibi şeyler söylemez.
[şimdi uzuuun ve yavaş bir tarkovsky filminin başına yatayım. bitmeden uyuyakalacağımı umuyorum. ya da biri kafama yastık koyup çekiçle vursun.]
[şimdi uzuuun ve yavaş bir tarkovsky filminin başına yatayım. bitmeden uyuyakalacağımı umuyorum. ya da biri kafama yastık koyup çekiçle vursun.]
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)