16 Haziran 2025 Pazartesi

turist

evet aslında meslek icabı uzadıysa da, uzadığı için de olabildiğince şu bu bölgesi gezildiyse de, bu akademi seyahatinin de sonuna geldiğimizi kabul etmemiz lazım. yazılabilecek bir araba konu var. açtığım paketlerin detaylarını yıl boyu geliştirmeyi planlamıştım. sonra farkettim ki bu mızıldanmaların pek bir anlamı yok. akademide durma halimi daha anlamlı kılabileceğime inanmaya çalıştığım 1-2 yıl geçirdim ama benlik bir şey yok buralarda. meslek olarak, para kazanmak için yapacağım bu işi, gittiği kadar artık. isteyen, keyif alan uğraşsın bu işlerle. herkes keyfince ya da imkanlarınca ne yapıyorsa yapar gider, bundan ibaret. o öyleymiş bu böyleymiş denemeyen konular artık akademik alanlar dahi. hadi bana eyvallah diyorum.


15 Haziran 2025 Pazar

post-otomasyonda ütopya

Diyorum ki yani, şimdi bu post-otomasyon rüyasına geçsek ve kendimizi emekli etsek, işte ondan sonra ister kenardaki bahçenle mi uğraşıyorsun, yok ama ister zamanını İnsansonracı temaların dünyayı nasıl kurtaracağını ortaya koymak için mi harcıyorsun, yok efendim Derrida'yı bir daha yazmak için bahane mi üretiyorsun, kadri bilinmemiş cinsel kimliğini doğrulamak için makaleler mi kurguluyorsun, yahut Yeni Materyalizmle Rönesans binalarını yeniden mi okuyorsun, artık ordan sonrası herkesin kendi bileceği iş olurdu.

Yani diyorum ki faydayı yayın baskısı, kadro şartı, kariyer planı dolayımıyla ya da hatta para aracılığıyla ölçmesek de, herkes vaktini merakını arzusunu işleme koysa nasıl olur? Kendi adıma eskisinden daha çok okuyup yazacağımdan şüphem yok, nasılsa şimdi de biri okuyor, bir işe yarıyor diye okuyup yazmıyorum. Ama iş olsun, maaş olsun, kariyer olsun diye yazanların, alanları belirli bir doğrudanlıkla çağırmadığı halde entelektüel edimlere girişenlerin epey seyreleceğinden de şüphem yok.

O eski otonomi düşü bakın faydayla nasıl birleşiyor, uzlaşıyor. Bir şey yaptığı iddia edildiği için değil, dolayısıyla bir şey yapıyor olduğumuz yolunda kendimizi kandırdığımız için değil, kendi adına bir fayda saydığımız, keyif aldığımız, değer verdiğimiz için uğraşsak nasıl olur? Neye dönüşür, kültürel alanlar?

Sonra düşünüyorum da, bana öyle geliyor ki birileri yine kültürü insanlararası bir kimlik kurmak, gruplarda mevki edinmek, toplulukların parçası olmak için kovalardı. İnsanın değer olarak gördüğü aslında bunlar sonuçta. Dolayısıyla bir "ilgi ekonomisi", sonra o ekonomide merkezi tutan odaklar yine oluşur, cool'luğu, ilginçliği, önemi onlar tariflemeye başlarlardı sanki. Kaçamazdık merkez-kenar dinamiklerinden. İmrenme yine kültürün motoruna dönüşür, birileri daha havalı bir jargonu daha güncel temalarla yoğurmayı becerirdi, çünkü hedef o zaten. İnsanlar çeşit çeşit ama ortalama yaygın olduğuna göre yine kitle kültürü ile avant-garde isyan arasında aynı gerilimler açığa çıkardı diyorum kendime. Yine birileri umutlardan söz açar, başka birileri karanlığın sıkkınlığını pazarlar, kimileri okurlarını biteviye rahatlatır, en akıllılar da yaşamları ve kimlikleri doğrular dururdu... Sonra bu değer ekonomisi mali ekonomiye de transfer olurdu muhakkak. Herşeyin tepetaklak olduğu bu ütopyada, tüm yalanları dolanları, yavanlıkları ve düzeniyle aynı kültür dünyasını kurardık gibi geliyor... Bu noktaya da tesadüfen gelmemiştik sonuçta.. Sadece.. daha seyrek, daha az insanla, belki eksilen insanları yapay zekayla ikame ederek...

Bugün aslında o ütopyayı yaşamakta olduğumuzu farkediyorum o zaman. Bundan daha iyisini kuramayacağımız, insanlık olarak kurup kurabildiğimiz en iyi dünyanın tüm sıkıntılarıyla şu yaşadığımız olmuş olabileceğini, buradan sonra hep bir inişe geçebileceğimizi, yaşadığımız evrenin mümkün en iyi evren olduğunu savunan Leibniz'in de, dünyanın çirkinlik, yavanlık ve adaletsizliklerini hatırlatarak onla tatlı tatlı dalga geçen Voltaire'in de aynı anda haklı olabileceğini yani...

14 Haziran 2025 Cumartesi

Totodan haberler

Bunları biri okuyor ve üzerine düşünüyor olsaydı muhakkak şöyle diyecekti bu noktada: "Ama şimdi bir çelişkiye düşmediniz mi? Şu girdide bilginin kendi adına araştırıldığı bir otonomiyi savundunuz, sonra şu girdide faydasız araştırmanın sonlandırılması gerektiğinden dem vurdunuz, bu açık bir çelişki değil mi?" 

Ben de ona şöyle yanıt vermeliydim: "İlk anda öyle görünse de faydadan ziyade çalışmasına vurgu yapığımı hatırlatmak isterim. Çalışmasının ne ve nasıl olduğu konusunun daha detayda irdelenmesi,  dekonstrüksiyonu gereken bir çelişki ve elbette bir fatalite inşası peşinde olmanın yanında, aslında bilimin bugününe dair görece ilginç noktalara temas etme derdim olduğunu ortaya koyar."

Ve bu andan sonra sandalyeme kurulur, kendi attığım taşları kuyudan çıkarıp alimane bir emekle toplu iğnenin başına dizmek üzere çalışmaya koyulurdum. İşte size kuramcı akademinin mini dizisi.

Çalışma edimine işaret etmek için masayı değil de sandalyeyi tercih etmem de boşa değil. (Esasında metonimi kelimesini kullanmak için iyi bir fırsattı ama modası geçmiş tabirler işte..) Masa öyle ya da böyle üzerinde bir şeyler olduğu imasını taşıyor. Sandalyeninse tek işaret ettiği, üzerine yerleşen toto.

sen ne öneriyorsun yani sen ne öneriyorsun?

insanlık ve yoldaş türleri olarak hep beraber yaşayıp gitmemiz için gerekli üretime çoğumuzun katkı koymadığı açık olduğuna göre, çoğumuzun yaptığı çoğu işin aslında yaşayıp gitmemize pek bir katkısı olmadığı açık olduğuna göre (graeber'in "yalandan meslekler" söylemine atıf yapıyorum yani), ama yine de yaşayıp gittiğimiz de görüldüğüne göre, esasında faydalı emek ile toplam emek arasındaki makasın epey açıldığını tespit edersek, yapay zekanın işlerimizi elimizden almasından korkmayı bırakarak zaten çoktan fiilen işsiz, yani üretimsiz olduğumuzu, üretimin parodisi üzerinden sanki çalışmaya dayalı bir toplum kurgusu içindeymişiz gibi yaptığımızı teslim edip, durumcuların hayal ettiği otomasyon ütopyasındaki gibi yeni bir paylaşım düzeni, yeni bir toplum sözleşmesi savunmamız gerektiğini söylüyorum ben de. bir evrensel temel gelirin herkese sağlanması, bu temel gelirin insan saygınlığını korur bir düzeyde olması, çalışıp bir değer üretmeyi becerenlerin ise bu gelirin üzerine daha fazlasını koyması için alan sağlanmasından bahsediyorum. 

akademisyenler olarak, toplumca talep edilmeyen bir takım mesleklerin eğitimini, öğrenmeyi talep etmeyen motivasyonsuz bir öğrenci güruhunu, çalışmayan bir bilimin ürünlerini sunup durmaya çalıştığımız parodi alanları geride bırakıp emekli olmamız gerektiğini söylüyorum. 

ha, mimarlık yapabilen varsa yapsın, pratiğin mimarlığın akademisiyle ilgisi kaldı mı? 100 mimarlık okulu yerine 10 tanesinin mevcut talebi karşılayacağı görülüyor. kimsenin de göstermelik bir meslek sahibi olması aslında gerekmiyor. bir kenardaki küçük bahçemizle ilgilenmek yapıp yapabileceğimiz en anlamlı ve doyurucu iş.

bunlar böylece açık. ama biz parodimize dönelim şimdi, yazılarımızı bitirelim, kuramsal ürünlerle toplumsal farkındalığa ve güncel tartışmalara lüzumlu müdahalelerimizi yapalım. tarihleri tarihlere not düşelim. lisansüstü öğrencilerinin kemirip çiğneyip tezlerine yapıştırabilecekleri malzemeye katkı koyalım. onlar da diplomalarını alsınlar. kullanmayacakları eleştirel düşünce ve okuyup yazma kapasiteleri edinsinler. kimseyle paylaşamadıkları farkındalıkları olsun hayatta. yaşayıp gidelim. herhalde bu da kenardaki bahçeyle ilgilenmekten çok farklı değil.

Fayda

Değinilmesi gereken çok şey var. Ama değinilmesinin gerekli olması hep bu şeylerin değinmeye bir şekilde değdiği varsayımına dayanıyor. Nasıl olacak da değecek? Yoksa siz değinebiliyorsunuz, herşeyin tarihi yazılabiliyor sonuçta. Boşuna girişilmiş, bir sonuca varmamış, arzulanan hedeflere erişmemiş herşeyin de tarihi yazılabiliyor. Ve yazılıyor. İşimiz de çoğunlukla "yeni"yi ortaya koymak, ya da çağırmaktan çok bu kadük olmuşların tarihlerini yazmaya dönüyor günün sonunda; hiç buna niyet etmesek de.

Akademi kurgu gereği müsrif tabii, onu teslim etmek lazım. "Katı" bilimlerin dahi müsrif olması gerekiyor, çünkü o gerçekliğin nereden çıkıp da kendini dayatacağını tahmin edemiyoruz. Akıl, insani beklentiler ve "halk bilimleri"yle gerçeğin kendini ifade etme tarzlarının ayrışması 20. yy Fiziğinin de tarihi. Yine de o fenomenin açığa çıkmasını sağlamak gerekiyor, nereden ve nasıl çıkacağını tam bilmediğiniz halde. Ya da tam olarak ne bulacağınızı önceden bilmeden araştırmanız gerekebiliyor. Yani verili bir öngörünün sınanması dışında kalan durumlarda, ki çoğunlukla durum bu. Ya da bir kuramsal öngörü gelişmiş olduğunda da pek çok alternatif arasında hangisinin ifade bulacağını denemek gerekiyor ve ama bu ifadelerin bizi şaşırttığı durumlarda bilim daha fazla ilerliyor falan filan. Yani araştırmaların çoğu bir gün güncellenmek, aşılmak yahut boşa gitmek üzere yapılıyor, "gerçek" bilimlerde bile. 

Ama bir de bir ifadenin pek beklenmediği, ya da ifadenin toplumsal dönüşüm türünden, karmaşık, uzun erimli olduğu, ya da ifadenin ölçülemediği, tam olarak tespit edilemediği, gerçekleşip gerçekleşmediğinin tam olarak ortaya konamadığı, ya da zaten asla tam olarak gerçekleşmediği alanlarda, "çalışması"nı nasıl sınayacaksınız? 

Bu boşluğu umut ilkesi, ideolojik düsturlar, topluluk tabuları vb. doldurduğunda akademiyle aktivizmin dokusu giderek benzeşmeye başlıyor. Aktivizmde bir sorun yok, iyi bir şey. Sonuçta tüm bu akademik işler bir fayda, bir yaratım, bir güzellik için yapılmıyor mu? Aktivizm de bunun bir varyantı işte.

Alternatif, efendim işte piyasa ekonomisine katkı üzerinden fayda sağlamaksa, insan tabii ki neye nasıl katkı sağlayacağını kendi seçmek istiyor.

Ama nasıl sınayacaksınız? Faydayı? Genelde biz, "iyiler" olduğumuz için, iyi birşeyler yapmaya çalıştığımız, en azından denediğimiz konusunda birbirimizi temin etmemiz gerekiyor. Ama birbirimize ya da kendimize inanabiliyor muyuz? Çalışmasını ölçemediğiniz yerlerde ortamın dokusu gevşemeye başlıyor. Bir tarafta ölçebilecekleri zannıyla kendini sözde-pozitivizmlere kaptıranlar, beri yanda elele geleceği kurmaya doyamayanlar, diğer yanda iyilikleri tükenmez bir kaynaktan yenilenenler derken, asıl işimiz, yani eğitim de olmasa darmadağın olacağız tümden. (Sorun şu ki, eğitimin başarısını da ölçemiyoruz).


12 Haziran 2025 Perşembe

akademinin postmodernitesi ve eylembilim -1-

ve pek bir şeyin öngörülemediği, şeylerin olup gittiği alanlarda, çalışılan konunun otonomisini çalışanlara dayatamadığı, kendi nesnel düzeniyle bir aktör olamadığı türden bir akademide, bir yanda fırsatçılık, diğer yanda kurumsal kontrol manivelalarına çöreklenen gruplaşmalar dinamiğine, akademik üretim formunda, yani içerik üzerinden bir alternatif üretebilir misiniz? bir soru da bu işte. 

sonuçta üretmeye çalışmadan edemezsiniz, bir arılık iddiasını korumak istiyorsanız, tekrar tekrar, yaptığınız iş üzerinden, kendinizce doğru bir akademik pratik ..

ama üretemezsiniz orası da belli. sözde akademinin "doğru" pratiği olur mu ki? anlamlı anlamsız pratiklerin bolluğu vardır ortada... gah gönül indirir gibi olursunuz karşı gruplaşmalara, en azından aidiyetin ve birlikteliğin belki tadına varacaksınızdır, mümkün olsa; gah yorulursunuz kenarında yahut içinde aktığınız herşeyden. 

o zaman, bu tür alanlar için, doğruların geride, kadük hayallerde kalışını kutlayan, iyi, doğru ve güzelin tükenişinden bir özgürleşme devşirmeye çalışan bir perspektivizmi kuşanıp, pragmatist bir eylembilimci olmaktan başka seçenek var mıdır?

siyasi ya da aktivist faaliyetle akademinin handiyse eşitlenmesi için şu yorgun çaba yani... bunun sağcı versiyonu herkes gibi akademisyenin de devletine ve milletine hizmet etmeyi öncelemesi, hatta mesleğini böyle bir hizmet şuuruyla yürütmesi anlamına geliyordu. bunun marksist versiyonu mevcut akademisyenlerin burjuvaziye hizmet ettiklerine ve onun bakışlarıyla bilim ürettiklerine kani bir perspektivizm uyarınca, proleteryayı önceleyen, onun bakışlarını benimseyen alternatif ve aktivist bir akademi yaratılması gerektiğine dair söylemlerle gelmişti ki, kimi feministler de bu tür perspektivist söylemleri miras almış görünüyor.

bu tür söylemler açığa çıkmıştı zira akademide, belki antikiteden beri, bilginin (hakikatin) kendi adına araştırılması, kültüre dair tutkunun otantikliği ve tarafsızlık anlamında bir nesnellik arayışı ya da inancı hep daha yaygın ve baskın olagelmişti (çok şükür!) bu inanış ya da arayış geride bırakıldığında nasıl garabetlerle karşılaştığımızın bilinen örnekleri işte sovyetlerdeki lysenkoculuk, pakistan'daki islami bilimler merkezi ve son dönemdeki çeşitlilikçilik diskurları ya da genel olarak post-postmodernist ideolojik, söylemsel, jargon salatası odaklı çürümedir. 

bu inanışın bir olgu değil, kadim ya da göksel bir yasa değil, insanların icat edip geliştirdiği düzenleyici bir ilke olduğunu kabullenmek ve onun mükemmel bir ifadesine varamayacağını bildiğin halde, akademik pratikleri bu otonomi düsturu ve hakikat arzusuyla yönlendirmek gereği aşınmak şöyle dursun, giderek güçleniyor; naçizane kanım budur. [ve hayır, kant'ın sıkça kullandığı bir düşünsel strateji olması bu bakışı kantçı falan kılmıyor, zira kant o argümanlarda tanrıyı ve dini düsturları kurtarmaya çalışıyor. içerik farklı yani.]

böylesi inşai arayışları insanlığın kolektif bir başarısı, bir teknolojisi olarak anlayanların da hala tanrının yerine göz diktiğini öne sürecek olanlara nietzsche ezberini bırakıp söylenenleri anlamaya, konular üzerine zihinlerini kullanarak düşünmeye bir parça gayret etmeleri tavsiye edilir. [bu tür paragrafları yazıp yazıp siliyorum aslında, gölge boksunun anlamsızlığı işte... ama bunu koruyacağım, bir not olsun literatürü karakterize eden budalalık deryası karşısındaki güncel ruh halime dair]

........... [arkası yarın]

3 Haziran 2025 Salı

fatalizm

gidişatları tahmin etmek, dönemin eğilimini derin bir sezgiyle okumak, kehanetlerde bulunmak yolunda engellenmez bir eğilim olmuştur içimde hep. bunla karşıtlık içinde, neyi neden nasıl yaptığını, neyin içinde olduğunu, geri çekilip de, yavan tabirle, "büyük resmi" görme ihtiyacını hiç hissetmeyen arkadaşlara şaşagelmişimdir. gerçekteyse, esasında ne ben olup bitenin karmaşasında hakiki bir sezgi ve öngörü geliştirebilmekteyimdir, ne de şaşkın arkadaşların dar görüşü ve şimdinin tesadüflerinde yaşayıp gidişleri bir fark yaratmıştır. öngörülemeyenin içinde şakın ya da kurt olmak arasında fark yoktur sonuçta. neyin nereye hangi eğilimlerle akacağını bilemediğiniz alanlarda herşey olur gider, o kadar.

2 Haziran 2025 Pazartesi

alimliğin bugünü

Eğer işiniz metinleri incelemekse, alimane (yani scholarly) bir özenle metinlerde ne var ne yok tarayıp sonra sanki bunlar zaten yayınlanmamışçasına "bakın bunlar böyle böyle yayınlanmıştır" dedikten sonra güya işte "o öyle demiş ama bu böyle de denebilir, zaten şu da şöyle demiş" falan, iş yapıyormuş gibilerinden yazmak aslında bazı senaryolarda o kadar anlaşılmaz değil. Diyelim ki herkesin erişemediği, ya da okuyamadığı, ya da anlayamadığı, ya da erişip okuyup anlayabileceği ama her niyeyse ihmal ettiği, yahut unuttuğu, yahut bir sebeple belirli bir şekilde okumayı akıl edemediği ama akıl etse aslında iyi de olabilecek ürünler söz konusuysa, oturup çoktan yayınlanmış metinlerdeki az ya da çok bilinen fikirlerin, elbet bunlarla ilgili tüm ikincil literatürü de hesaba katarak, incelikli, eleştirel ya da inşai, kuramsal bir tarihçiliğine soyunmak anlamlı bir üretim olabilir ya da böyle bir potansiyel barındırabilir.

Bir deneme, bir girişim, bir deney.. Tutabilir, tutmayabilir.. Her yazı da muhteşem olamaz herhalde. Bazı yazılar biraz öylesine ya da önemsiz çıkabilir. Bazen aslında akademik usulde sıkıntı yoktur da, yayınlanan ortam, ebat ya da konu elvermeyebilir. Önemsiz bir konu değildir belki ama bir kıvılcım parlamıyordur ordan, açıktır herşey, bayağı... Bazen de söylenecek herşey söylenmiş geriye vakanüvislik kalmıştır ve birinin bunu yapması lazımdır. Yok ilginç bir şeyler söylemek için daha zorlarsanız bu sefer yazıyı saçmalığın sınırlarından itip düşüreceksinizdir.

Başka ne zaman tutmayacaktır? Samimiyetsizce, tırt bir kültürel ürünü, yani aslında bir açılım, potansiyel, yenilenme ya da incelik barındırmayan bir işi, yani güçlü olmayan bir takım seçimleri, yeterince incelemeden, uzun uzadıya düşünmeden, ikincil literatürün farkında olmadan, sözde bir yaratıcılıkla, yani diyorum ki, çoktan zaten apaçık görünen sözde-açılımlar, bağlantılar, görünürde-yaratımlar için okumak, egzersiz ise, ya da bir sebeple gerekli olmuşsa çok bişey denmez ama, bir tür kariyerist zaruretle ya da iş olsun diye okumak ve yazmak, hadi not defterinize yazdınız da, yayınlamak, sonuçta egzersizler, girizgahlar, deneyler ve acemilikler kaçınılmaz olduğuna göre, ve yolda tükürülen herşeyi yayınlamayı zorunlu kılan bir akademik iklim yaratıldığı için, aslında yayınlamaya ve paylaşmaya değmez olduğu halde yayınlamak, öylesine bir yazı enflasyonu yarattı ki, arama motorları çamurdan tıkandı ve ilginç bir yazıya denk gelmek başlı başına akademik bir girişim halini aldı. 

Bunun karşısında insan boylu boyunca beşeri bilimleri ve kuramsal üretimleri mahkum etme eğilimine giriyor. Ta ki, eski usul bir alimden, deyim yerindeyse bir "hümanist"ten, derin araştırılmış, incelikle düşünülmüş, keyifle yazılmış bir metne denk gelene kadar. O zaman o metnin konusu insanı ilgilendirmese de insan yapılan işe saygı duyuyor yeniden. Parodi derken bunlar kastedilmiyor da, böyle bir düzeye erişene kadar, ya da hiç erişilmeyeceği halde, bunun bir yavan taklidinde ısrar edilmesinden bahsediliyor. 

İdrakin keyfi, öğrenmenin hazzı, ince düşüncenin meydan okuması, paylaşımın heyecanı... Bunları yayın baskısı ve koflukla değiştirmek, yani aslında anlamlı motivasyonları olan "woke"luk değil, o eğilimi de beraber getiren akademik kitleselleşme, bu kitleselleşmenin getirdiği kültürel enflasyon ve kalite yitimi kadar kesifleştirdiği idari rekabet, sonra her kademedeki akademik değerlendirmelerin yüzeyselleşip sayısallaşması ve bağlantılı bir seri gelişim kültürel alanları çürüttü. Akademi genç akademisyenleri "enable" eyleme kurumundan ibaret kaldı. Hep bir yönüyle öyleydi, öyle olmalı da, ondan ibaret olması fena.

Çalıştığı alanları samimiyetle seven birilerinin belirli bir donanım ve kavrayışla üretmeye devam ettiğini gördüğümüz karşılaşmalar giderek daha dokunaklı oluyor. Burada jargon üstadlığını, ya da "işini öğrenmiş", gemisini yürütüyor olmayı kastetmiyorum elbet. Samimiyetsizlik ustaca olduğunda bile sırıtıyor; yazıların nihai anlamsızlığında, vargıların öngörülebilirlik yahut zorlamalığında... Yayınlamış olmak için yazmak, yahut içine düşmüş olduğun için, bir şekilde dersini verip çalışmış olduğun için yayınlamak, ikisi de pek iç açmıyor ama makinanın dişlileri böyle dönüyor işte.

[Yazdığım bir taslak için "kampüs roman"ları ararken böylesi eski usul alimlerle tatlı tatlı dalga geçen bir sürü roman karşıma çıktı, Bolano'nun 2666'sının ilk kitabında Benno von Archimboldi uzmanlarının aşk dörtgeni, ya da de Lillo'nun Beyaz Gürültü'sünde Hitler Çalışmaları alanını kuran Jack Gladney, Houellebecq'in İtaat'ındaki (Teslim diye çevrilmeliydi) Huysmans uzmanı François vb. Hani onları okurken de insan artık kendi darlığından nefesi tıkanmış böyle bir allameliğin pek mümkün olmadığını ya da hatta eski-yeni usul diye bir ayrım da olmadığını düşünmeden edemiyor ama sanırım böyle "tek yazarlık uzman"lıklar tek seçenek olmadığı gibi, asıl sıkıntı da orda değil...]