29 Kasım 2012 Perşembe

beynimizin yüzde yüzünü


çünkü ortalama bir stüdyodaki 10 ila 20 (ve bazen daha da fazla sayıda) öğrencinin her biri insanın karşısına düşünmek üzere ayrı bir proje çıkarır. bu projelerin her biri ayrı bir mevkide ve farklı problemler üzerinden geliştirilecek. bu öğrencilerin her biri kendine has ve her biriyle kurulan iletişimin tarzı farklı. öğrencilerin her biri kendine has bir projeyi ona has bir tavır içinde ve yoğun biçimde takip ediyor. yürütücülerin her biri her bir projeye her seferinde sanki ilk defa görüyormuşçasına konsantre olup o projeyi takıldığı çentiklerden, içine düştüğü kuyulardan, altına serilen sürtünmeli yüzeylerden sıyıracak yolların bulunmasına eşlik etmek durumunda. projeyi sağdan soldan dürtükleyip onu takıldığı yerden kurtarmaya çalışmak da yetmiyor, projenin hedef, ilham ve bütünlüğünü sürekli yenilemek, yükseltmek ya da en azından bunların yerlerinde kalmalarını sağlamak gerekiyor. bunu yaparken her bir öğrencinin ruhuna uygun bir iletişim tarzını o öğrencinin ruhuna uygun bir ilerleme tarzıyla eşleştirmeli. ve bunun her duruma uyan hazır bir formülü yok. ve bu hakikaten insanın tüm zihinsel kapasitesini ve tüm insani ve mimari birikimini talep eden zor bir iş. insan, kendi hayatında, aynı anda kaç farklı projeye konsantre olabilir? ve o stüdyoda geçen 4 ila 6 saat içinde zihni arka arkaya bir pistonu sıkıştırır gibi yüzdeyüzlük mesaisine sıkıştırıp gevşetmek gerekiyor, projeden projeye.

bir stüdyo günü insanı neden eblehleştirir?

27 Kasım 2012 Salı

müdüriyetlerin baharı

bilgisayarın çalışmadığı bazı günler. ama düğmesine basıldığı halde bilgisayarın çalışmadığı o günler. düğmeye basınca tüm pervanelerin şöyle bir döndüğü sonra durduğu. yine basınca yine şöyle bir döndüğü ve sonra durduğu. yine basınca şöyle bir döndüğü durduğu. uyduruktan yeni yazışmalar ve işlemler de gerekli görüldü. ama neyin gerekli görüldüğü belli olsa herşey çok kolay olurdu. hızlıca çözülebilirdi. çeklistler donandığı hızla boşalırdı. o yüzden hangi yalandan işlemlerin gerçekleştirileceğini öğrenmek gibi daha zorlu bir aşama da sürece eklendi. orta avrupa üzerinden esen rüzgarlarla geliyor kış, peşinde karga donundaki kafka ile.. ülkemiz semalarından ayrılmayan martı donundaki murphy karga donundaki kafka'yla kentimizde buluşuyor. kavga gürültü ve çığlıklar kadıköy semalarını sarıyor, tüm beyaz yakalılar uykusuz. öte tarafta devletimizin kurumlarına bahar gelmiş, müdürler dertler müjdeliyor, hem de en yalandan olanları. memurlar şenlik ediyor, yığın yığın formlar ve dilekçeler yayılıyor masalara, bürokrasiyle donanıyor her yan... her yıl kış gelmeyecek sanıyorum. ama geliyor. ve daha fazla yalandan kağıt işi çıkarmayacaklar sanıyorum. ama çıkarıyorlar.

25 Kasım 2012 Pazar

inisiyatif cisminin sınırlılığı, sabır, süreklilik

kentsel dönüşümle ilgili bir toplantıda aktivist olduğunu söyleyen bir adam dinledim. nasıl her eylem-mücadele-direniş-kampanya hattının dar bir alana kapandığından ve nasıl esas olarak / sadece bu alana yakın olan kişiler tarafından yürütüldüğünden söz etti. fakat bu tespiti bir sorun olarak iletti. kendisine göre herkes her diğer eylem hattına da katılmalı ve tüm bu faaliyetler sınıf temelli bir muhalefet zemininde biraraya gelmeliydi. bence, o ne önerdiyse tam tersi.

24 Kasım 2012 Cumartesi

yarışma değil de katılım?

biz mini-teknokratlar, beyaz yakalı cinsi, eline güç verilse istanbul'u bir taksim noktasından kanırtıp yerinden oynatacak olanlar, katılımsızlık, merkeziyetçilik ve dediğim dediklikle karşılaşınca "neden bize sorulmadı", "ne kadar zevksizliktir" ve "yarışma yapılsındı" tepkilerini veriyoruz. esasında yarışma çok sorunlu bir mekanizma. ve aslında bir yarışma düzenlenmesi, bir karar alma süreciyle ilgili katılımın sağlandığı anlamına gelmediği gibi en iyi kararların verildiği ve en iyi projelerin elde edildiği anlamına da gelmiyor (öyle olsa çamlıca camii içimize sinerdi).

bir yarışma sürecinde tasarımı üretenler yine sanki-teknokratlar ve projeleri eleyip seçen jüriler de yine bir avuç kerameti titrinden menkul meslek insanı, bir iki bürokrat ve bir iki seçilmişten müteşekkil. bu jürilerin en iyi entegre edilmiş fikir-karar-tasarım demetlerini seçmesi bekleniyor. ama en başta, ofisinde durmakta olan bir grup meslek insanının, durdukları yerden, kendi bakış açılarından, böyle projeleri üretip üretemeyecekleri belli değil; demek istediğim, konunun tüm taraflarının ihtiyaç ve arzularını farkeden ve uzlaştıran, en azından hesaba katan tasarımların bu yolla üretilip üretilemeyeceği meçhul. daha başka sorunlar da var, bir yarışma sürecinde ortaya çıkan ve nihai uygulamada yer alması iyi olacak pek çok anlamlı fikir belki de içlerine entegre oldukları projelerin öteki zayıf yönleri yüzünden elenip gidiyorlar? bazen de sırf jüriler anlaşamadığı için kimsenin aslında içine sinmeyen projeler seçilebiliyor.

öte tarafta, katılımcı bir karar alma sürecinde, bu kentsel alan her neredeyse, orası kimleri ilgilendiriyorsa, konuyla ilgili tüm kesimlerin fikirlerini çeşit çeşit ve katman katman katılım stratejisiyle elde etme seçeneği duruyor. bu sürecin hiç bir yerinde bir tasarım ya da fikir yarışması yapılmayabilir. ama tasarım yapılıyor. demek istediğim, sürece katılamayan ama katılıyor olması gerekenler meslek erbapları değil, onlar zaten projeyi üretip uygulayacaklar, onlar her durumda katılıyor ve karar aralıkları mesleklerinin ölçeği elverdiği ölçüde geniş.

ne katılım meslek erbaplarının görüşlerinin alınmasından ibaret, ne de yarışma meslek erbaplarının görüşlerinin alınması için verimli bir yöntem.

7 Kasım 2012 Çarşamba

kıtırt

beadle'a mail attım. bu nasıl oldu inanamıyorum. beadle cübbe giyen bir insan. elinde bir asa tutuyor. asanın tepesinde bir metal küre var. beadle bu asayı yere vuruyor. yere vuruyor. bu gerçek. bunlar oluyor.

6 Kasım 2012 Salı

bu bir workshop

ve bir gün doktora geri gelir. yanında yeterli miktarda vicdan azabı da getirmiştir. çünkü bedenin ve galiba zihnin de aynı anda işgal edebileceği mevki sayısı 1'dir. ama takvimdeki aynı anı talep eden önemli meselelerin sayısı 1'den fazla.

koca bir doktoranın bitiminin nasıl olup da dandik bir workshop'a bağlı olduğunu da anlayamamak. o workshop yaptığım her şeyden daha değerli. yaptığım her şeyi bu, dandik, workshop, anlamlı kılıyor!?

5 Kasım 2012 Pazartesi

fırdönen

bunu yaz başında yazmışım, okuldan atılmak üzereydim:

"bir hava değiştirdim döndüm, hava değişti değişti döndü durdu. izmir çok sıcaktı. doktoram bitecek. bunun bir takvimi vardır. yapılacak işler makul miktarda. belki de bilgisayarımdaki tüm verileri bir hard diske aktarmam gerekebilir. tabii önce bir hard disk almak. bir flaş bellek de olabilir. sonra tüm kişisel ayarları da yokedecek şekilde bilgisayara format atmak. sonra laptop için de aynısını yapmak. sonra hard disk için de. ve flaş bellek için de. ve tabii lazer printer ağırdı onu taşıtmak için birilerini çağırmak gerekir. sonra tüm bu yükler gittiğinde eee ile bir blog entry'si girmek güzel olabilirdi. eşyaları bir depoya yığmak ve başını bir saçağın altına uzatmak. sahanın ortasında kendi eksenin etrafında üçyüzatmış derece dönmek ve kaderini ellerine almak."

yarışmalar

uzun zamandır mimarlık yarışmalarının olumlu yönlerine odaklanmaya çalıştım. esasında bunlar mevcuttu ama her biri aleyhinde bir takım argümanlar da akla geliyordu:
yarışmalar genç tasarımcılara adlarını duyurmak ve iş almak için bir şanstı? (oysa kazanan projeler bir çok durumda inşa edilmiyor.)
körelmemek, süreklilik sağlamak ve kendini geliştirmek için bir bahaneydi? (ama ülkemizdeki yarışmalar yerel modaların takip edilmesini teşvik ediyor, bir mimari figür -edebi sanatlarla kıyaslayınız- ya da meme[?] hakimiyet kazandığı zaman bunun olası yeni yaklaşımlara galebe çalma ihtimali yüksek. kazanan neyse ona oynayan mimarlar türüyor. ve bunu iyi yapanlar var, eyvallah, ama dünyada inşa edilen binalardaki çeşitliliği gördükçe yarışmaların ülkemiz mimarlığında çeşitliliği teşvik etmediği hissediliyor.)
hızlı ve ustaca iş çıkarma yetisini geliştiriyordu? (evet, belki, ama mimarlıkta işin sonuna kadar, yani binanın inşasına ve hatta kullanımına kadar çeşitli ustalıkları sürdürmek gerekiyor, yarışmaların ise bununla ilgisi yok. yarışmalarda oluşturulan imgenin ötesine geçmek ve etraflı bir çözümü söylemsel bir alanın ötesinde geliştirmek gerekmiyor. hatta bu yarışma stratejisi açısından yanlış görülebilir; zaman kıtlığı ve yapılacak işin miktarı...)
yerleşik tavırlardan farklı olan bir söz söyleme fırsatı, bir tür mimarlık-içi iletişim fırsatı sunduğu için de yarışmalar ilginçti? (ama.. ama bu alternatif söz genelde görülmeden -ödüllendirilmek beklentisi zaten yok da- görülmeden geçiliyor. sadece o yarışmanın sergi ve kolokyumuna katılanlar arasından ilgili bir iki göz.. bu anlamda bir iletişim alanı olarak yarışmaların, en iyi tabirle, 'verimi düşüktü')...
liste uzatılabilir, her olumlu maddeye bir parantez açılabilir. ya da iki ayrı liste üretilebilir, ya da her bir konuyu etraflıca tartışan bir seri paragraf da üretilebilir ve zaten bu paragrafları besleyecek fikirler mimarlık forumlarında da mevcutlar. ama tüm bu argümanlar, lehte olanlar da aleyhte olanlar da, beni pek etkilememişti. bir zaman geliyor, güzel bir yarışma çıkıyor, uygun bir ekip oluşuyor, o yarışmaya giriliyor. çok da düşünülmüyor. ama geçende bir yerde gözüme çarptı, nerde olduğunu da bir türlü hatırlayamadım. aklımda kalan şu: aynı iş için çok sayıda ekip karşılıksız emek sarfediyor. detaylandırayım, bir yarışma için bazen 100 ekip (danışmanlar ve yardımcılarla beraber 500 ila 1000 kişi eder) çalışıyor. bazen daha fazla. toplam 10-12 ödül var. bu ödüllerin bir kısmı masrafları ve çalıştığınız sürenin bedelini anca karşılıyor. bir adet yapı inşa edilecek. o da çoğunlukla ya inşa edilmiyor ya da yarışmadan sonra başka bir tasarımcıya veriliyor. şimdi, bunu fırsat eşitliğinden ayırdetmek lazım; mimarlık ortamında en azından. bu bir ihale değil. bir ihaleye en fazla ne kadar çalışılabilir... bir mimari projenin yarışmaya sunulacak hale gelmesi tecrübeli bir ekip için bile 2-3 hafta sürüyor. 5-6 uzmanın 2-3 haftalık emeğinin tamamı. ve tümüyle karşılıksız sunulmakta. biz de yarışmaya girdiğimizde, boşa çalışıyoruz. karşılıksız bir emek sarfiyatı. mimari tavrımızın kabul görmesini sağlamak diye başlayıp harcanan zaman ve motivasyonun ağırlığı altında ezilmek.

insanın bu sarfiyatı meşrulaştırabilmesi için, hakikaten ilginç bir iş çıkardığına inanması lazım.

eylem turisti

tam teşekküllü ve çok yönlü akademik hayatımızda bir eylem müdavimliği eksikti. taksim'de eylemden eyleme gezen eylem-turisti bir hanım görmüştük. biz de biraz ona benzemeye başladık. aktivist de sayılmayız oysa. ve -kendi adıma- eskiden kliktivist de değildim. ama demek ki içimize oturan çok fazla mesele önümüze gelmeye başladı. ve yerinde sağlam durmak gereken zamanlar oluyor. çünkü memleketin ihtiyacı daha fazla merkezileşme ya da daha fazla hiyerarşi değil, yataylık, şeffaflık, katılım.

28 Ekim 2012 Pazar

eşyanın virtüel alanı

bu bayram da bize doktora gelmedi.
onun yerine doktorayla ilgisiz ne varsa onu çalıştım.
diğer konular yerine doktorayı ertelemiş olmak tuhaf.

23 Ekim 2012 Salı

ilişkisel stüdyoya giriş için bir ilk karalama..

stüdyoyu bir hiyerarşi üzerinden sorunsallaştırmak bile ileriye atılmış bir hamle olacaktı. ama esasında katılımcıların çoğu bunun yetersiz bir tarif olacağını hissederler. hiyerarşide üst kademede anılanlar kontrolün kendilerinde olmadığını ve zaten kendilerinin zemini olan yürütücü diye bir töz bulunmadığını, daha karmaşık bir işleyiş olduğunu bilirler. öbür tarafta, bir tür diyalektik olarak iki terimli bir öğrenci-hoca kapışması da meseleyi açıklamak söz konusu olduğunda basit kaçar, zira her bir öğrenci ve her bir yürütücü sürekli başkalaşan davranışlar sergilerken, açığa çıkan çoklu pozisyonları eşzamanlı olarak işgal ederken, ya da daha detaylı bir anlatımla, hızlı gidip gelmeler üzerinden çok çeşitli pozisyonlar arasında bir ağ dokurken görülürler. bu ağ, esasında, örülmekte olduğu anda da sökülmektedir. ama belirli bir anda, güncellenme sıklığına (/hareketin hızına) bağlı olarak, tutarsız pozisyonları da biraraya katarak, bir tür pozisyonlar (/slotlar?) mekanı oluşturan (/açan?) bir arayüz olarak algılanacak kadar da kalıcıdır.

ajanlar üstlendikleri dış ve iç kaynaklı pozisyonlarca tariflenegelir. bu tariflemeler için pozisyonlar her bir tekillik (insan ya da kurum) tarafından üretilir (/açılır?). pozisyonlar, tarif şemaları (/formları?) oluşturacak şekilde, bir seri vasıf, görev, eylem barındırır. vasıflar çoklukla maniheist dikotomiler üzerinden işler (bunları üretir? bunlar tarafından üretilir?).

tüm farklı tariflere aynı anda atılmış bir acente olarak, her bir slottaki her bir formun (/şemanın) nasıl doldurulacağını yönetmeye çalışırız. dikotomilerin iyi yanında yer almak, en basitinden, dertsizdir. hani önemsemiyor olsak bile diğer herşeyin aynı olduğu durumda iyi yanı tercih ederiz.

21 Ekim 2012 Pazar

doktoralar zamanı

çalışmayı beklemeyi bıraktığımdan beri bana hiç doktora gelmiyor. içimden ne geliyorsa onu yapıp hem keyifli hem verimli bir zaman geçiriyorum ama işte, doktora yok ortalıkta.

bu da bir tür sabır testine mi dönüşecek sonra?
bostan kahinine gideceğim, elimde makas ile:

-ey küçük bostan, ey yeşil yapraklar! ey salata kasesi! gerçekten gelecek mi,
zamanı doktoranın? yoksa evde oturup onu çağırmam mı lazım?

8 Ekim 2012 Pazartesi

defeat'lerden defeat beğen

hay bin ünlem.

katılageldiğimiz çok katmanlı ilişkisel sistemlerin imkanları/sınırları/olurları/üretkenlikleri dahilinde, oldukça dar bir müdahale alanında ve pek çok farklı türde ve işlerlikte makina parçasının ahvali gözlenerek, bir tür sosyal makinenin ite kaka çalıştırılması girişimine stüdyo diyoruz.

bunda macera aramamak için yeterince sebep var (başta karmaşıklığı olmak üzere). bunun çalışan bir tek yolu bulunmuşsa, biliniyorsa, hiç sorgulamadan mazot tankından mazotu aktarmak, gazeteleri tutuşturup motoru ısıtmak, manivelayı çevirmek, yürüyüp gitmek, yürürken de motoru fazla ısıtmamak, rölantiye alışmak, keyfini sürmek gerekiyor. ama bazen, ya da belki her seferinde, sistemler öyle bir düzenleniyor ki (state of affairs), hareket alanı iyice daralıyor ve bir maceraya doğru sürükleniliyor. eldeki karmaşığın şamrelle girilen kanyondan sağ salim çıkmaya elvermeyebileceği basbayağı bilinmekle beraber, bir şekilde bir stüdyo üretmek ve işletmeye çalışmak gerekiyor ve evet yani yan çizmek mümkün değil, tek seçenek sahiplenmek ve iyimser olmak.

bu dönem boyunca roy bhaskar'ın trans-olgusal mekanizmaları üzerinden stüdyoyu tasvir etmeye girişecekmişim gibi bir his geliyor bana. en azından acenteliğin yükünü bir miktar yaymayı sağlardı. zira acenteliğin zor yükünü bazı durumlarda ekibinle paylaşıyorsun, olmuyor ise kainata yaymak lazım. çok yaşa fukodelöz, özneye ölüm!

4 Ekim 2012 Perşembe

defeatism

bir seri üretken toplumsal yapının uygun slotlarına bir acente olarak takılmamız ve işlev görmeye başlamamız ile sezon açılmıştır. bu açılış sınırların üzerinden kaygısızca aşıp haneler söndüren top mermileriyle kutlanmıştır. sipere saklandım ve dünyaya beyaz sayfa sallıyorum. rahat bırak beni.
yazacağım.

23 Eylül 2012 Pazar

yirmidokuzuncusu

banyo bandının temiz bedenleri birbiri ardına ambalajladığı, uzun bir özgürlük rejiminin ardından erken yatmanın acısının yeniden tadıldığı o son derece basık ve depresif okul öncesi son pazar günleri şu uzun tatilin son --ve keyifli-- haftasonunda ruhuma geçmişten temas ediyor. içine altı yaşında girdiğimiz döngüsel takvimi bu yaşta hala işletiyor olmak ne tuhaf. oraya gitmesem ve ortalıkta görünmesem farkeden olur mu acaba?

21 Eylül 2012 Cuma

bir kış daha ertelenmesi

bi kitap daha okuyorum bu son. sonra kalkıyorum işin başına geçiyorum. okul açılacak çeşitli projeler bekliyor doktora da bitirilecek. her akşam mesela yemekten sonra belirli bir süre küfredeceğim diye düşünüyorum bu önümüzdeki kış boyunca... ki içimde bir his hayatta bana okumaktan daha uygun bir iş varsa onun yazmak olduğunu söylüyor. tabi oturmaktan daha uygun olanın göçebe olmak olduğunu da söylüyor. tuhaf o zaman. hep haklı olmuyor bu ses. bazı kimselerin içinde kendilerini daha bir rahat hissettikleri birer yurdu var ise ki bu bazıları için bütün dünya ve bazıları için cemiyet hayatı ise bizim için de yazı böyle. hani dil olup bitenlerin evi falan değil ama yazı bizim evimiz. her yazdığım şahane oldu demiyorum tabii. sadece ben bu yazma işini pek keyifle ve kolaylıkla yapıyorum onu diyorum. ve yazılacak çok yazı var. şimdi oturup çalışmayı beklemek yerine bir takım uzun yıllardır yazılamamakta olan bazı yazılarımla uğraşıyor olsaydım diyorum. mümkün olmamaktadır. bu bir üç nokta üç nokta üç nokta doktora yüzünden. üç nokta üç nokta üç nokta!

10 Eylül 2012 Pazartesi

okula başlayamıyorum

bir takım şeyleri çekiştirip durmayı bıraktığı belirli bir nokta gelebilir. insanın. bu noktadan sonra zaman yayılıyor. işler ancak kendi kendilerine yürüyebilirler. özne kaybından ölünebilir.

30 Ağustos 2012 Perşembe

zamanı gelir belki



artık anlamsızlaşmış bulunan bir takım projeleri takip etmek durumunda olmanın tatsızlığı insanın üstüne en güzel bir yaz sonunda çökebilirdi. hava sıcaklığının 12 derece birden düştüğü günlerde.
hızla yaklaşan dedlaynları karşısında sevgisiz ve donuk bir yüz ifadesi.

işin ilginç yanı, boş durmanın temel sebebi zor, tatsız ve anlamsız işlere girişmenin ya da kısa ve uzun aralardan sonra tekrar tekrar yeniden başlamanın güçlüğüydü.
işten kasıtlı kaytarmak ise boş durmaya karşı bir çare. karşılığı ise keyifli bir verimlilik.
işin zamanı gelene kadar bekliyoruz.


22 Ağustos 2012 Çarşamba

kaçırmak

dışarıdan bakıldığında doktorayla ilgili bir an önce okumam gereken pek çok ek kaynak var. içeriden bakınca ise doktoraya kadar okuyacak neler var neler. uzmanı olmaya yöneldiğin alanda okumak aynı 9-19 mesai yapmak gibi. cumayı iple çekiyorsun. ve tatil hiç bitmesin diyorsun. güzel ve keyifli olan herşeyden geri kalıyorsun gibi.

18 Ağustos 2012 Cumartesi

işbaşı ve sırıtmak

işten atılmadık. şimdilik daha kuvvetli bağlarla kuruma bağlandık. bir sonraki atılışımıza kadar...
bense artık çalışmıyorum. çünkü zaten çalışmayacaktım. asla!
ama işleri sürdüreceğim. başka işler yapıyorum ben. başka başka sebeplerle.. bu başka da büyük bir başka değil. büyük başkaların da dibinden bir kaşık pislik kazıyasım var. bana öyle geldi ki, deniz yataklarını hür mavilere sürerken insanın müstehzi bir ifadeyle gülmesi gerekir. gerekmez tabi de, güler yine de öyle.