29 Nisan 2011 Cuma

planlı. programlı. yerli. yerinde.

dönem sonunda oturdum, dönem boyunca biriken yoklamadır, nottur, öğrenci listesidir, programdır, föydür onları elden geçirip tarihe (dünya durdukça yerinde kalacak yıkılmaz klasörlerime) havale ediyordum. elime bu dönem için yapılmış program geçti. kıh kıh. güldüm. dönem başında demiştim ama sanki ben [?] bunu kendimiz için çiziktirelim ama öğrencilere vermeyelim [öğrenciler için detaysız ve belirsiz bir kopya üretilmeli]; nasılsa dönemin başından daha içeriğini-sürecini öngöremediğimiz bu işleri tarif edemeyiz, dönem boyunca işler uzar, kısalır, eklenir, çıkarılır, ilk başta düşündüğümüz gibi gitmez, fikir değiştiririz ya da aklımıza daha iyi fikirler gelir vd. yani "plan bizi kısıtlar çocuk." ama bir şekilde yapıp çoğaltmışız programı. burda detaylı bir program var. kullanılacak araçlar bile yazılmış. şimdi dersi sıkı takip etmeyen bir öğrenci gelip bahçeye nasıl bişey tasarlayacağımızı sorabiliyor. ben de nedir diyordum. kıh kıh. programda yazıyor. o iş yolda iki kere yeniden şekillendi. zaten bu program yazılıyorken hiç belli değildi ki nasıl bir kooperasyon olacağı. daha biraraya gelip altınokta'nın meselesini dinlememiştik ki.

lawson ve dorst diyorlar ki [bence bu pasajı dorst yazmış]: "... Most importantly, we see a process that simultaneously allows for high levels of ambiguity and uncertainty and yet doggedly follows ideas through in considerable detail. Taken together, all these characteristics of 'parallel lines of thought' reveal a very sophisticated process. This is not simply generating loads of ideas as in much trumpeted techniques, such as 'brainstorming'. This is a very controlled development of solutions in a strategic and situated manner that obviously requires enormous experience and confidence to practice well."[Lawson and Dorst, 2009, p204]

evet. tasarlarken böyle. stüdyoda da böyle, ilginçtir. stüdyo yürütmek tasarımdır demiyorum ama biz galba onu o şekilde yürütüyoruz. dolayısıyla programlar, planlar, adım adım yazılmış, sıkı sıkıya tariflenmiş ve garanti altına alınmış süreçler (hani bizim dijital-mağara süreci şimdi? nerde?).. kıh kıh. stüdyo 'kontrolcü'yle dalga geçiyor. aslında dalgayı geçen tasarım işi. ama stüdyomuz tasarım sürecinin en kaotik türlerini üretiyor. gel de bu ortamı akademik bir tavırla yaz. kaydedebiliyorsan kaydet, anlıyorsan anlat.

[bir kavram alıp stüdyonun üzerine bir tabaka boya gibi sürüp üç beş saygıdeğer referansla bezeyip yazmak ise, evet bunu biz de yapabileceğiz sanıyorum. hatta birazdan yapacağım.]

19 Nisan 2011 Salı

yapay tasarımın gerçekleşemeyeceğine dair inanç

Geoffrey Broadbent'in 'Design in Architecture: architecture and the human sciences' adlı epiy eski bir kitabı var. [London : John Wiley & Sons, 1973] giriş kısmındaki (sayfa xi) şu iki paragrafa bakınız:

More and more over the past two hundred years, the various functions of building design have been separated out. As the theory of structures developed, so the engineer became a separate practitioner whose work, on the whole, could be quantified. He believed himself, for this reason, to be doing a tougher job than the architect, ans so, as they too emerged, did the quantity surveyor, the heating, ventilating and electrical engineers. the architect's task gradually shrank; he was left with the 'soft-edged' aspects of building design, those things which could not be quantified but relied instead on his skill and judgment as an aesthete and a gentleman. He was concerned, above all, with matters of form, proportion, colour and texture -the raw material, as it were, of visual delight.
Increasingly, however, it seemed probable that these too could be quantified. colour, for instance, could be specified in terms of hue, value and chroma; experiments could be set up in which psychological response to colour could be quantified, and thus a further aspect of the architect's remaining task would be eroded. Form, proportion, texture and so on could follow so that the architect might be left, literally, with nothing to do.

doktoramda yola çıkış hedefim tam olarak buydu. renk ve biçimlerle ilgili tarzlar tariflenebilir ve bu ilkel bir yapay tasarlama sisteminin üretilmesi için yeterli bir çıkış noktası olabilir diye düşünmüştüm. hala öyle düşünüyorum. ama yapay tasarımın önündeki engeller bu noktada değil aslında. broadbent takip eden sayfalarda tasarımcının bir kültürel iklim içinde hareket ettiğini ifade ediyor ve iddia ediyor: [s xiii]

It is clear, therefore, that the design of architecture finally can never be a matter of completely automated decision. ... [proponents of this view] offer powerful tools for decision -making --when one has data in quantifiable form- ...

hm. kültürel iklimin bir yapay zeka sisteminin becerilerinin sonsuza kadar dışında kalacağını düşünüyor gibi görünüyor. aksi yöndeki görüşe-arayışa "strong AI hypothesis" diyeler. insan tekinin yürüttüğü herhangi bir entelektüel görevi yürütebilecek zeki-ajanın üretilmesi. gündelik bilginin günümüz yapay zeka yaklaşımları için kullanılabilir kılınmasını hedefleyen projeler yürütülmekte bugün: cyc, opencyc, dbpedia ve freebase projeleri bir gugıllanabilir mesela. günümüzün hakim yapay zeka paradigması da gittikçe katı ve basit* mantıksal hesaplama algoritmalarından daha olasılıkçı bir yöne doğru kayıyor. yol uzun olmakla beraber zekanın çeşitli veçheleriyle ilgili çalışmalar sürüyor, yani doğal dil işleme-kullanma, robot görüşü ve hareket, öğrenen sistemler...

bu konudaki kanımı daha önce yazmıştım. tam anlamıyla yapay tasarım da güçlü-AI programı gerçekleştiğinde mümkün olacak. ama bu tasarlamanın bazı zahmetli alanlarının daha önce otomasyonun konusu kılınamayacağı anlamına gelmiyor. bazı biçimsel hususlarda tarzı tarifleyip yapay tasarım sürecine eklemlediğimizde büyük bir iş yapmış olacağımızı, tasarım alanlarını sadece işleve ve performansa indirgeme üzerinden otomatize etme düşüncesinin konunun önemli özelliklerini gözden kaçırdığını... (nerdeyse aynı satırları schumacher'in bir metninde de okudum temin.)

eğer bu inanç 1973'te kalmış ve ortadan kalkmış olsaydı tabii bu eski ders kitabına bakıp böyle bir entry girmeyi düşünmezdim. lawson ve dorst'un 2009'da çıkan kitabında da aynı inanç benzer bir kestirmelikte ortaya konmuş. s16:

The first significant international conference to explore the nature of design expertise took place in Sydney in 2003 (Cross and Edmonds, 2003). this built on attempts to understand the whole idea of expertise that in turn had been driven by attempts to develop artificial expert systems and the consequent need to capture human expertise in symbolically coded digital environments. Design however remains a human activity beyond the capability of artificial intelligence [1] and therefore poses some interesting challenges to the computational theory of mind that lies behind such work. [2] While some argued that it is merely a matter of time before computers will be able to design, others including the authors of this book argue that there is something essentially human about this highly creative activity. [3]

[1]
nolu iddianın doğru olduğu açık. ve [2] nolu cümle bu alanda çalışmak için en önemli motivasyon kaynağını ifade ediyor. ama [3] biraz kestirme bir açıklama gibi. 'özsel olarak insan olan', dolayısıyla başka hiçbir sistem tarafından yürütülemeyecek olan... ruh falan? allah'ın üflediği şeyler? belki de uzman sistemleri yapay zekanın geçmiş gelecek tüm alanı ile özdeşleştiriyorlar. tabii böyle iddialar yapay zeka alanının sembolik sistemlere kitlenmişliği karşısında meşru kalıyorlar. [meşhur simon da sembolik yaklaşımın savunucularından]. sembolik sistemler atomik öğeler üzerinden yapılan matematiksel-mantıksal işlemler ile kararları ve kavramları hesaplıyorlar. gerçeklikte bu atomik öğelere tam olarak karşılık gelebilecek bir 'şey' yok, ne de o atomik öğelerin oluşturduğu önermelere karşılık gelecek bir hakikat türü. ama mesela sub-sembolik (nöral ağlar, evrimsel algoritmalar...) ya da hibrit yaklaşımları (mesela act-R), ya da bayesçi karar-verme sistemlerindeki gelişmeleri gözardı etmemek gerek. çok mu ilerlenmiş bu hususlarda? yok. daha başlangıç aşamasında belki. bir gün bu boğazı sıkılmış von neumann mimarisi de, formel mantığa dayanan programlama ve yapay zeka yaklaşımları da aşılacaktır diye düşünüyorum. ve aşılmalıdır da, çünkü aşağıdaki paragrafı bir eleştiri olarak, biraz yüzeysel olmakla beraber, anlaşılır buluyorum:

s104 (lawson ve dorst, 2009):
Designers, however, clearly use another form of cognition which is generally described as 'visual thinking'. They think directly by manipulating graphical information which is extremely difficult to encode entirely in conventional symbolic systems as required by AI. This is yet another reason why it seems unlikely that computers can ever be enabled to design in the sense that humans do. ['bugünkü bilgisayarlar' diye de okunabilir]

*[katı" zira mantıksal önermelere dayanan bir bilgi türü varsayıyor ama dünya ile ilgili olarak bu tip bir bilgiye sahip değiliz ve pratikte her zaman eksik bilgi üzerinden hareket etmek zorundayız, basitliği de bu algoritmaların karmaşık ve belirsiz bilgi alanlarında hareket etmeyi sağlayamamasından kaynaklanıyor, oysa insan faaliyetlerinin büyük kısmı belirsiz bilgi alanlarında geçiyor. eğer bir alanda bir seri kural ile ifade edilebilecek türden bir bilgi birikimi varsa diyelim ki bir uzman sistem üretebiliyorsunuz, ama ya kitapta olmayan bir sorun karşınıza çıkarsa? uzman sisteminizden mimarlık yapmasını beklemeyin. 'uzman sistem ne?' derseniz, yapay zeka çalışmalarının ticari açıdan başarılı olan ilk ürünüymüş, 80'lerin başında çok popüler bir konuymuş, bugün pek çok alanda popüler sayılmaz.]

patrik schumacher ve yeni beynelmilel

[nihayet iki gün boyunca evde kalma fırsatını yakaladım ve evet iki gün boyunca bu evde durup doktorama bakıyorum. dolayısıyla yarın okulda gerçekleşecek patrik schumacher sunumunu kaçırıyorum. esasında ben kim olduğunun farkında bile değildim, sevgi bahsetti, ben de internetten arattım, sitesi çıktı (http://www.patrikschumacher.com) epiyce bir yazısı ve sunumu bu sitede yer alıyor, ben de etkinlik insanı olmaktan ziyade metin insanı olduğumdan onlara göz attım. oldukça açık-anlaşılır bir şekilde derdini anlatmış kendisi, hazır okumuşken aklımda kalanları paylaşayım dedim:]

"architectural styles are best understood as design research programmes" dedikten sonra özetle şunu öne sürüyor: bir devrim gerçekleştikten sonra tekrar bir biriktirme sürecine girilir (marx ve kuhn da referansları arasında), şu anda devrim çoktan gerçekleşti, parametrisizm günümüzün enternasyonal üslubudur (dolayısıyla araştırma programıdır) ve bir süre bizler bu üslubun olanaklarını artırıp araştıracağız. 'parametrisizm nedir?' denirse:
> Parametricism implies that all architectural elements and complexes are parametrically malleable. (In principle every property of every element or complex is subject to parametric variation.)
> The key technique for handling this variability is the scripting of functions that establish associations between the properties of the various elements.
> Instead of the classical and modern reliance on ideal (hermetic, rigid) geometrical figures - straight lines, rectangles, as well as cubes, cylinders, pyramids, and (semi-)spheres - the new primitives of parametricism are animate (dynamic, adaptive, interactive) geometrical entities - splines, nurbs, and subdivs - as fundamental geometrical building blocks for dynamical systems like “hair”, “cloth”, “blobs”, and “metaballs” etc. that react to “attractors” and that can be made to resonate with each other via scripts.
> ... the style cannot be reduced to the mere introduction of new tools and techniques. What characterizes the new style are new ambitions and new values - both in terms of form and in terms of function - that are to be pursued with the aid of the new tools and techniques.
> Parametricism pursues the very general aim to organize and articulate the increasing diversity and complexity of social institutions and life processes within the most advanced centre of post-fordist network society.
> For this task parametricism aims to establish a complex variegated spatial order. It uses scripting to lawfully differentiate and correlate all elements and subsystems of a design.
> The goal is to intensify the internal interdependencies [3B modelin bazı parametrelerini (açıklık ebatları, düğüm noktası pozisyonları vd.) yine aynı modeldeki başka parametrelerle (hacim, alan, yoğunluklar, ya da spesifik öğelerle uzaklıklar, ya da bir başka öğenin ölçeğindeki değişimlere göre değişecek şekilde) bağlantılandırmak gibi anlaşılabilir] within an architectural design as well as the external affiliations and continuities [modelin parametrelerindeki dönüşümleri harici parametrelerle ilişkilendirmek, mesela o noktadaki trafik yoğunluğu, günışığı miktarı, işlevsel dağılımlar] within complex, urban contexts.

ve bu üslubun bir seri ilke ve tabusu da var:

> Formal Heuristics:
>> Negative principles (taboos):
  • avoid rigid forms (lack of malleability)
  • avoid simple repetition (lack of variety)
  • avoid collage of isolated, unrelated elements (lack of order)
>> Positive principles (dogmas):
  • all forms must be soft (intelligent: deformation = information)
  • all systems must be differentiated (gradients)
  • all systems must be interdependent (correlations)
> Functional heuristics>> Negative principles (taboos):
  • avoid rigid functional stereotypes
  • avoid segregative functional zoning
>> Positive principles (dogmas):
  • all functions are parametric activity/event scenarios
  • all activities/events communicate with each other
(alıntılar şu yazıdan) (yeni kitabını da kütüphaneye istettim, gelince bir...)

okuduğum kadarıyla parametrisizm 'söylem'ini çok mu önemli-anlamlı buldum? emin değilim. önemsiz mi buldum? ne haddime. zaha hadid'le birlikte epiy ilginç işler çıkartmışlar. yeni bir üsluba var mıyım? var mıyım? emin değilim. ha bu 'araştırma programına' var mıyım, evet, varım, çok eğlenceli. aslında şurasından burasından dalmış durumdayım. zamanımız oldukça ilerleticez umarım.

yazılmış tezlerin en güzeli olacak olan tezimin ilk cümlesi

bitmemiş olmakla beraber kağıdı karalamayı becermenin gururuyla:

"Design is a purposeful activity, during which a series of aims/results/solutions are presented/defined/, a series of strategies/tactics/attitudes/methods to reach/fulfill these aims are devised/adopted/ [and applied], a multitude of solidifying/generating/incarnating/developing strategies some of which also serve as communication strategies/means are developed and utilized, and eventually, [hopefully,] a corresponding/ result/proposal/product/ (s) is/(are) offered/generated/produced/developed, which should be considered 'satisficing', in the sense that it/(they) exposes a balanced performance on a huge amount of possibly conflicting objectives."

15 Nisan 2011 Cuma

acemi, ileri-acemi, yetkin, uzman, usta, vizyoner

şu aralar bryan lawson ve kees dorst'un birlikte yazdıkları "design expertise" adlı kitabı okumaktayım. tasarımda uzmanlığın yerini tespit etmeye çalışırken bilgi meselesine de değinmiş oluyorlar. kitabın bir yerinde tasarıma yeni adım atan öğrencilerin [novice] kural-tabanlı bir üretme tavrı içine girdiklerinden ve durum-tabanlı bir düşünmeye geçmenin daha ileri bir aşama olduğundan bahsediyor [advanced beginner]. insan ilk başta bu fikri yadırgıyor. ama sonra örnekleriyle düşününce bir doğruluk payı taşıdığını görüyorsunuz.

diyelim ki stüdyoda sezonun başlarında bir işin tesliminde bir şablon ya da kağıt boyutu dayatmışsınız, sonra yılın sonu gelmiş ve artık formatı serbest bırakmışsınız, teslimlerde bir bakıyorsunuz öğrencilerin bir kısmı yıl boyunca verilen şablon ve boyutlar arasında dolanmaya devam ediyorlar. bu, daha önemli hususlarda da gerçekleşiyor. bitirme ödevi düzeyine gelmiş öğrenciler -artık hangi stüdyoda edindilerse o inancı- bir tasarıma başlarken şunun bunun yapılmış olması gerektiğine inanmış geliyorlar, ama o spesifik durumda pek de yeri yok o işlemin ya da stratejinin.

yürekli de mealen şöyle söylerdi, bir 'kural'ı ya da prosedürü öğrenciye bir kere dayatırsanız, daha sonra o öğrencinin her durum için o duruma özgü yanıtlar bulması gerektiğini anlamasını sağlamak, yani kuralların katılığını yumuşatıp durum-tabanlı düşünmeye geçmesini sağlamak epey zorlaşıyor. tasarım eğitiminde bu kural-tabanlı stratejileri en baştan minimum düzeyde tutmak lazım. şablonlar, kurallar, genelgeçer kalıplar olduğu hissettirilen stratejiler sonuçta öğrencinin tasarım alanında gelişmesini engelleyici katmanlar oluşturmaya başlıyorlar ve bunları ortadan kaldırmak hakikaten deveyi hendekten atlatmak gibi, öğrenci de çok inatçı bir hayvana dönüşüyor.

ama mesela modelleme öğreneceksiniz, orada işler başka. orda da her bir işi yapmak için bir sürü farklı aplikasyon ve bir sürü farklı strateji var. ama çoğu durumda bir nesneyi modellemek işi bir tasarım problemi değil. en az bir prosedürü iyi öğrenmek çoğu durumda yeterli. ve o prosedür adım adım yapılarak öğreniliyor. araba kullanmayı öğrenmek gibi belki. modelleme ya da grafik programlarını öğrenirken kural-tabanlı düşünmek bir sorun oluşturmadığı gibi gerekli de.

o araçları uzman düzeyinde kullanmaya başladıktan sonra onları kullanarak tasarlamak başka bir etkinlik. bu ayrımı anlamak önemli gibi geliyor bana. o arabayı alıp seyahate çıkabilirsiniz artık. kullandığınızı farketmezsiniz bile. bu hale dreyfus uzmanlık demiş [bu dreyfus'u yapay zekaya kuşkuyla yaklaşan ve epey de etkili olan bir kitabından ötürü yapay zekacılar hiç sevmiyor bu arada, o da onları sevmiyor olabilir], yani bir alanda, bir takım stratejileri uyguladığını farketmeden, akıcı bir biçimde iş görebilme durumu. dreyfus'un bir sonraki aşaması ustalık. usta artık stratejileri de sorgulayabilir halde imiş. son aşamaya vizyoner'i yerleştirmiş. [aslında bu aşamaların katı bir zamansal ardışıklık içinde birbirini takip etmesi gerekmiyor, okuldan çıktığı gibi vizyoner olanlar çoğunlukta artık, ilerleyen yaşlarda vizyonere dönüşmek daha zor ve bizim öğrencilerin bazıları bile (yetkin değiller, uzman değiller ama) ustanın sorgulayıcılığına sahipler.]

bilmediklerimiz beceremediklerimiz

stüdyoda bu sefer bu grup başından sonuna bir mekanı-biçimi önce 1. ölçüp biçip çizip 2. katı model olarak üretip, 3. sonra ordan bilgisayar modeline, 4. sonra ordan tekrar katı modele, 5. sonra alınan geri besleme ile yüzey kaplamasını üçgenlemesini dörtgenlemesini tekrar düzenleyerek final ürüne gidecek kesintisiz bir workflow içinde deneyimlesinler, sonra seneye hizmete girmesi umulan cnc kesici, 3b yazıcı ve oyucu ne işe yarayacak nasıl kullanılacak bir fikirleri olsun, kimse onlara tutup kullanın demeyecek ama onlar gitsinler kendileri kullanmayı akıl etsinler ve kullanacakları aracı programları şimdiden öğrensinler diye, aracı program dediğim de bir otoket bir de modelleme programı o kadar, önce dönem başında bir darbe ile engellenen bu girişimi sessiz sedasız tekrar dönem programının içine ben enjekte ederek sonra grubu o büyük peri bacasına doğru neredeyse zorla çekiştirmeye çalışırken talihin de yardım etmesi orada ölçülerimizi almakla en zor aşamayı tamamlayıp daha sonra konuyla bu prosedür arasında doğal biçimde kurulan paralellikler üzerinden işin geliştirilmesi ve bu sefer bu işi başından sonuna kadar bütünüyle yapacağız yalapşap yalandan değil doğru düzgün görüp deneyip anlayacaklar umutluyum tamam doktorayı falan siktret bari şu sikindirik şu dandik şu esasında zaten yapıyor olmamız gereken şu prosedürü nedir o yani eli yüzü düzgün gelişmiş bir 3d modelleme rendering animasyon (skripting) [MRA(s)] paketinin tasarımcıya sunduğu olanakları görmek anlamaktır, sonra böyle bir seri araç kullanarak bir dijital üretim prosedürünün en basit halini deneyimlemektir, cad'dir cam'dir yahu hakikaten daha ötesi değil mesleğin artık çekirdeğine yerleşen, heryerde hazır ve nazır olan, tüm dünyada ve ülkemizin ofislerinde an be an kullanılmakta olan, gelişip durmaya ara vermeyen ve bundan sonra hep kullanılması gerekecek şu araçların bir kesintisiz işakışı içinde ve başarılı bir sonuca ulaşarak öyle yalandan değil bu sefer hakikaten bitirilmiş yahu hadi daha yoğun bir entelektüel program talep etmek salyangoz satmaktı ("yok canım çok önemli tabi tabi öyle yapmak lazım çok di mi öyle öyle tabi muhakkak yapıcaz mimarlık konuları") bu da mı salyangoz satmaktı? bu da mı ya?

talihin yardımıyla işin nerdeyse yarısına gelmiştik, tabi kendimi 70 kişiden hırsızlamasına bişey saklarmış gibi hissetmekteydim ama anlatılamayınca da anlatılamıyor arkadaş, anlatılamıyor öyle sözle, ağızdan çıkan sözle anlatılmıyor bazı şeyler, yaşayıp görmek gerekiyor, ben de kendimi böyle tutup sürüklermiş gibi hissetmeme rağmen daha sonra haftanın bir gününü neredeyse ele geçirerek.. sonuca çok yakındık.. büyük bir başarı mı olacaktı? hayır, basit bir dijital üretim süreci olacaktı. ama böyle birşeyin yapılabilmiş olması bizim ortamımızda başarı olacaktı. çünkü daha önce hiç başaramadık. daha önce bilmediğimizden başaramadık. süreci baştan sona tarifleyemediğimizden başaramadık. ama herşey şimdi adım adım tamamdı. her adımı çalışmıştım. eksik gedik yoktu. sadece zaman ve konsantrasyon lazımdı ve o da stüdyoda temin edilebilirdi. ama bir karşı devrim ile cuma günlerinin her zamanki geyiklerimiz için işgal edilmesi ne de olsa onlar da mimarlık konularıdır yapacak bişey yok önemli o da önemli zaten kendini böyle herkese ve yardımcı olmaya çalıştıklarına bile karşı hareket ediyormuş gibi hissetmek. zaten bir yıl kısa bir süre değil mi. her zaman herşey başarılacak diye bişey de yok. zaten sinerji diye bir kavram vardı değil mi. böyle geyikten sandığın tabirlerin doğruluğunu öğrenedurmakmış gibi zaten. bi film izledik de etkisinde kaldım herhalde. ama onların durumu daha ciddiydi. benimki böyle sikindirik meseleler. ama napıcaksınız doktoramı yapmıyorum bunlarla uğraşıyorum, projem bekliyor el atamıyorum ama haftanın 12-15 saatini o stüdyoda öğrenciler ve yürütücülerle adeta boğuşarak geçiriyorum, dersin hazırlığı organizasyonu için de en azından 3-5 saat harcıyorum, ve uzun bir stüdyo gününün ardından kafamı toparlayıp yorgunluğumu atmak bile geceler alıyor, ona da geceler geceler harcıyorum. o zaman önemli oluyor işte. bu skindirik şeyler o zaman önemli oluyor.

ve de değildi yani. birinci sınıfın konusuydu bunlar. ileri konular değildi. sadece meraklı olanların uğraşacağı kısmı değildi. artık hepsinin bilmesi gereken tekniklerdi. %20sinin merak ederek öğreneceği konular değil, %80'inin öğrenmesi icap eden. elişi değil artık. o da güzel. seviyoruz yapalım yapıyoruz. ama bu yeni araçlar zaman istiyor. uğraşmak istiyor. yoğun prosedürleri var. öğrenmek gerekiyor. ve karşılığını veriyorlar. bu araçlara bir bulaşan bir daha eski işakışına dönmek istemiyor. eski işakışının keyifli bileşenlerini alıp yeni işakışları içine yerleştiriyoruz daha ziyade. bunu anlamak lazım.

stüdyoda, insan. ilk başlarda. hep neleri bildiğini görmeye çalışıyor. ne kadar çok bildiğini görmekle ve hatta belki göstermekle dertleniyor. zamanla ise. ne bilmediğini görmenin önemini idrak ediyor. stüdyo insana ikisini de çok iyi gösteriyor. bildiklerini de bilmediklerini de. bildiklerini görmek bir kendine güven veriyor tabii, orası öyle. ama bilinenler hep eskiyor. unutuluyor. yıpranıyor. bilmediklerini farketmek çok daha önemli gibi geliyor bana. o gözle bakmak lazım. ama herkes öyle bakmıyor.

mesela gelişmiş bir MRA(S) paketinin faydasını ve faydasızlığını güzelliğini ve çirkinliğini herkes anlayamıyor. böyle bir paketi iyi kullanmayı öğrenmenin nasıl bir prosedür olduğunu anlayamıyorlar. ne kadar zaman gerektirdiğini de.. böyle araçların tasarlama faaliyetinin nerelerine ekleneceğini.. eski araçların yeni işakışlarında nasıl bir yeri olacağını..

ha ne yaptık onun yerine? mimarlık.
süreci yarıda bıraktık. başka işe geçtik. çünkü telaşlananlar oldu. çünkü bizim mimari çözüme ulaşmamız çazımdı. heralde lazımdı. bildiğin vaziyet planı kat planı kesiti ve maketiyle mimarlık. o da iyi. o konuda eksiklerimiz kaldığı açıktı. ama iş geldi geldi geldi oluyordu kapadokyaydı mağaraydı CAD-CAM'di grottoydu sonunu görecektik derken birden kendimizi istanbul'da karma işlevli yapı'yı neredeyse 6 çizim + 1 kavram paftası ile teslim edecekken ve cuma sohbetleri yaparken buluşumuz.
neye uğradığını şaşırmak. belki de zorla da olsa çekiştirmeye devam etmeliydim. belki bazen skindirik konularda bile kavga etmek gerekiyor? yok. etmemek gerekiyor. skindirik konularda kavga etmemek insanları üzmemek daha iyi. hırslı bi insan mıyım acaba ben?

11 Nisan 2011 Pazartesi

kendimlikten istifa ediyorum

çarşamba gecesi: tatlı tatlı bilgisayar başında oturup bu gece nasıl verimli olsam diye düşünürken bir otomatik-program-güncellemesi yarıda kalıyor (nautilus-dropbox), aynı anda bir driver güncellemesi sapıtıyor (nvidia 195.) ve bilgisayarı kapatıp açınca ekran çözünürlüğümü kaybetmişim (640x480: drann!).
gerek grafik arayüz araçlarıyla gerek terminal üzerinden ne yaptımsa mevzuyu düzeltemiyorum, updateleri geri alıyorum, xorg.conf'la bile boğuşmaya başlayabilirim, forumlar onu diyor, forumlar çok konuşmuş, xorg.conf'u konfigür et, olmuyor, X server zaten açıkmış, gdm'i kapat, X'i configure et, gdm'i aç, startx demeliymişim, olmuyor, nvidia ayarları da tutmuyor. çabalarım sonucunda iki seçenek üretebiliyorum: 1. ekran sınırlarının dışına taşmış bir masaüstü 2. ekran sınırlarına sığan bir görüntü ama belli belirsiz dalgalar halinde bulanıklıklar. hadi böyle kullanayım bari diyeceğim ama monitör de sürekli insanın gözünün önünde, insan unutamıyor. ha, gençlikte yeşile kaymış 14inç'lerle çalışmadık mı, çalıştık, ama geçti artık, monitör dediğin pırıl pırıl olacak arkadaş. yılmıyorum. gecenin sonunda, ayarları sıfırlamak için eklediğim diğer kullanıcı yüzünden gnome desktop'a login edemez haldeyim. bilgisayar açılmıyor diye okuyun. aynı giriş penceresine dönüp duruyorum. fena oldu galiba. son dosyaların yedekleri de yoktu. yatıyorum. gece gitti.
perşembe gecesi: okuldan geç bir saatte gelip derhal bilgisayarın başına oturuyorum, aklımdan çıkmıyor çünkü bulanık monitör. neyseki ubuntu çalışmakta, oh, ctrl+alt+f1 deyince terminalden çalışabiliyorum. yine forumlarda dolanmalar başlıyor, linux komutları, xorg.conf man page'i, X wikisi derken geniş ekran ve zebra monitör vaziyetine geri dönmeyi başarıyorum. kim ne derse hemen sonuna bakmadan uygulamaya girişiyorum, tavsiyenin sonuna bir geliyorum, bu bende çalışmadı diyen yorumları görmemle ekranın kararması bir oluyor. ekran kararıyor ama ben forumları eee'den takip etmeye devam ediyorum, gecenin sonunda umutsuzluk had safhada, gnome masaüstünü tümüyle kaybettim. grafik arayüz tümüyle gitti yani. geri de yüklenmiyor. zebraya eyvallah deseydim belki... n'olacaktı yani. n'oldurdu. piff. neyse, en azından ubuntu bozulmadı, terminal çalışıyor. ikinci gecem de gitti. yatıyorum.
cuma gecesi: içiyorum, çok.
cumartesi gecesi: akşama doğru kendime geliyorum, yemek yiyip bilgisayarın başına oturuyorum. üzülmüyorum, yılmıyorum. hayatta herşeyin komut satırı karşılığı vardır diyorum. insan terminale de alışır. ilk işim önemli klasörleri yedeklemek oluyor, zira format ufukta göründü (neyseki herşeyi "taşınacak" adlı bir göçmen klasöre koymuşum). bu noktadan sonra yılmak için sebep kalmadı. hem netbook'u formatlayayım, hem bilgisayarı diyorum. zaten aklımdaydı diyorum. alelacele bir yedekleme, artık hangi dosyalar bilgisayarın orasında burasında unutuldu belli değil. sonra "sudo apt-get install ubuntu-desktop" deyip masaüstümü geri yüklüyorum. kolaymış. o zaman boşa format yapmayalım yığınla dosya var, ayar var, yerinde derlenen program versiyonları var, her biri ayrı arama tarama işi, ha gayret deyip xorg.conf'la boğuşmaya yeniden girişiyorum.

forumları gezdikçe umut umutsuzluk birbirine karışıyor. şurda burda acemi bir kullanıcının yardım haykırışı tek bir cevap almadan internetin boşluklarında yankılanmaya bırakılmış.. nadir de olsa gerçekten işi bilen kullanıcıların adım adım yazdığı reçeteler olduğunu farkediyorum. her birinin ardından bu prosedürün sorunları çözüp çözmediği üzerine yorumlar takip ediyor. ve rahatlamış bir "thaaanks a lot" ifadesini "aynen denedim ama işe yaramadı, log dosyam aşağıda.." yorumları takip ediyor. sorununu çözen rahatlayıp forumdan kopuyor (ve herhalde gezmeye gidiyor?), benim gibi talihsiz ruhlar 17., 27., 37. saatlerinde hala dertlerine derman bulamadıklarını mızıldanarak forumlara log'larını postalamayı sürdürüyorlar. ubuntu, nvidia ve xorg.conf. herkes bu üçlüden dertli.

her bilene kulak veriyorum. heyhat, ne kendi yazdığım xorg.conflar, ne X -configure'ün xorg.confları, ne türlü türlü yamalı xorg.conflar, hiçbiri derdime derman değil. görüntülerim monitörümden taşıyor, içim zebralı. backuplar listem uzadıkça uzuyor, xorg.conf.backup, xorg.conf.backup2, xorg.conf.new, xorg.conf.yeni, xorg.conf.back.

4. gece, 3 günlük mesai. tam bir başarısızlık. hayatımla ilgili bir sorgulamaya girişiyorum. yılgınlık düzeyi yüksek. yatıyorum.

pazar günü ve gecesi: kalktığım gibi müslimi elime alıp bilgisayarın başına oturuyorum. bugün moralim yüksek. ubuntu'yu yeniden yükleyeceğim. bu acılı süreç en azından tertemiz pırıl pırıl bir masaüstü ve netbook ile son bulacak. tam ubuntu'yu internetten indirip bootable usb disk yaratacağım ki doğrudan güncelleme yapabileceğimi öğreniyorum. hazırda yüklenmiş dosya, program ve paketleri kaybetmemek umuduyla 10.10'a güncelle diyorum. ben de diğer işlere bakayım, gezeyim, alışverişimi yapayım, boldere gideyim, güneş açtı, güzel bir pazar günü. ama sonra evden tam çıkacağım, bir bakıyorum, güncelleme takılmış, yaklaşık 3 saat sonra. takılmış. ve tabi güncelleme yarıda kaldığı için artık bilgisayar iptal. açılmıyor. ımh.

darlanıyorum. içimi forum yarenlerine döküyorum, görüyorum ki bir ben değilim, acımı paylaşanlar var. 10.04'ü yeniden yüklemeye karar veriyorum. aynı anda netbookremix 10.10'u indirmeye de girişiyorum. zaten bir yandan eee'nin xorg.conf'unu da kurcalamaya başladım. orda da sorun var çünkü. dışarı falan da çıkacak değilim. bu iş bitecek. bu çözülecek artık. bu bir izzet-i nefis mücadelesine dönüştü. eee'de ürettiğim usb disk işe yaramıyor. laptop'u da açıyorum. tüm güçlerimle sahadayım. yükleyeceğim seni ubuntu. monitörüm pırıl pırıl olacak.

bu noktadan sonra bilgisayarı formatlayıp ubuntuyu yüklüyorum, monitörü bir açıyorum. ımh. 640x480. biraz kurcalayınca kendimi yine taşan ve zebralanan vaziyette buluyorum. nası ya. nası. nası ya. ama bu. ama. ama tıkır tıkır çalışıyordu bu. daha önce yüklediğimde. monitörün kablosunu kontrol ediyorum. ı-ıh. ordan değil. ondan sonra bilgisayarı bir kapatıp açıyorum, o esnada da harici disk bağlıymış, boot ayarlarını tekrar değiştirmeyi unuttuğum için bilgisayar yine gidiyor. tekrar kaybettik. hava kararıyor. oturuyorum başına. yine formatlıyorum. yine ubuntuyu açıyorum. 640x480 monitörümle forumlara gidiyorum. dibe vurmak bu. bu sefer sadece en çok sorunu çözmeyi beceren tavsiyeleri, yorumları dahil başından sonuna daha dikkatli okuyarak, adım atlamadan uygulamaya geçiyorum. xorg.conf konfigürasyonuyla ve monitörümle ilgili epey bilgi sahibiyim artık. xorg.conf'u monitörüme göre güncellediğimden eminim. ama taş-zebra ikilisinden öteye gidebilmiş değilim. tüm kombinasyonları şuursuzca denemeye geçiyorum, 59.8 hertz, 75 vertsync, horizsync 47.7-75, vertsync 60.0, modeline 1360x768_60.0... ı-ıh. ya taşıyor, ya zebra, ya 640x480. saat 23'e doğru aklıma "resolution problem" yerine "partially blurry" ile aratmak geliyor. karşıma çıkan ilk entry oldukça teknik ama doğrudan bir reçete sunmuyor. ikinci entry tam olarak kısmi blurlenme sorunundan bahsediyor, anlıyorum kardeşim seni ben, anlat kardeşim, kısmen blurleniyor evet aynen. sonra sayfa altlarına doğru scrolladığımda bir yorum görüyorum. diyor ki, "aynı sorunla ben de karşılaştığım için biliyorum, monitörlerde genelde bir auto-adjust ayarı bulunur, ona bas." menüye tıklıyorum. oto-adjust düğmesi çıkıyor. düğmeye basıyorum. monitör şeyle bir sağa çekiliyor, bir sola çekiliyor, biraz titriyor sonra vırrt diye yerine oturmasıyla pırıl pırıl parlıyor. ımh.
tatil bitti.
yarın işbaşı.

8 Nisan 2011 Cuma

2. ara jüri ve düşündürdükleri: çızım çozum maket.

itü sınırına dayanmak. oturdum da sırtımı itü sınırına dayadım. cümle içinde kullanıncası.
iki tür öğrenci gözlemledim (bu yaşıma kadar?) (yok sadece son bitirme ödevi jürisinde).

zor bir aşamadalar. ilk fikirleri oluşturma, geliştirme ve temsil etme şahane, o fikirleri maketler üzerinden kavramsal bir düzeyde çalışma şahane, ordan içinde bir seri işlevi barındıran bir mekan kurgusuna geçme: zayıf. tabii bu aşama da zor bir aşama ama öğrenciler de onunla başetmek için yeteri kadar donanmış değiller. işte bu taşkışla sınırı. mimarlık eğitimi bu binada buraya kadarki kısmı üzerinden yürütülüyor. bitirme ödevi de o dolaylarda uzunca dolanmak durumunda. o belirsiz maketteki tüm olasılıklar otokete atılan ilk çizgiyle buharlaşıyor. öğrenciler o şoku atlatıp tekrar ve tekrar çizimler ve maketlerle ilerlemeleri gerekeceğini çok anlamış göünmemekteler.

plan ve kesitlerin neden gerekli olduğunu bu son haftalarda tekrar tekrar görüyorum. plan oldukça arkaik bir temsil ve araştırma aracı. ama hala geçerli. bi kere son derece karmaşık mekan ilişkilerini araştırmayı ve temsil etmeyi başarılı biçimde sağlıyor. bu araştırma ve temsil işlevleri belki bir seri şema ve grafikle de karşılanabilirdi. ama planın bir üstünlüğü var, fiziksel durumu da oluşturuyor (ve istenirse belirsizliğe yer bırakmayacak biçimde) gözönüne seriyor. bazı binalarda plandan yapıya doğrudan bir geçiş yapılabilir. şema ile yapı arasında ise katedilecek çok ciddi bir mesafe var.

< 3B modelin fiziksel tarifleriyle 2B çizimlerdeki semantik katmanları BIM teknolojileri üzerinden entegre edecek, semantik bir katmanı olan modelleri gerçek mekanda [ve aynı anda sanal ortamda] ellerimiz ve sözlerimizle üretmemizi sağlayacak teknolojilerin geliştirilmesi yakın görünüyor. [böyle bir örnek daha görmedim ama aslında artık teknolojisi hazır görünüyor: 3B tvler ve kinect gibi ucuz arayüz araçları satışta, ses ve görüntü tanıma teknolojileri yeterli düzeyde ve BIM en popüler ve başarılı hesaplamalı tasarım alanı olmayı sürdürüyor.] o zaman ayrıca teknik çizim yapmak gerekmeyecek. çizimler modelden elde edilebilecek. ama modelin detaylandırılması süreci, plan çizme aşamasında gizlenen yoğun çözüm geliştirme sürecini daha görünür kılabilir. >

konuya dönersek: bir plan çizildiğinde (ki acemi zihinler için bu teknik çizimin zayıf yanı da olabilir) artık o kadar çok soruya yanıt verilmiş, o kadar çok karar verilmiş, o kadar çok çözüm geliştirilmiş oluyor ki... olasılıklar uzamı sınırlanmış oluyor. dolayısıyla kavramsal denilebilecek bir düzeyden olgun denilebilecek düzeydeki ilk planın ve kesitin çizilmesine geçilen o aşamalar oldukça kritik ve zor.

bu aşamada bizim gruptaki öğrencilerin iki ana yönelimi vardı, bir kısmı görece daha basit ve tanımlı, iyi bilinen biçimlenmeler üzerinden öneriler getirmişlerdi. onlar için bu kabuklarla ilgili pek çok çözüm zaten hazır ve açıktı. belirsizlikler azdı. plan ve kesit çizmek özel bir zorluk oluşturmuyordu. o projelerdeki asıl sorun bina programındaki karmaşıklığın yeterince anlaşılamamış olmasıydı. hazır bir program değil de gözatılabileceği söylenen bir seri senaryo verilmiş olduğu için mesela bu yapının bir acil durum stratejisi olması gerekeceği çoğu öğrenci tarafından atlanmıştı. yine de bu öğrencilerin işi daha kolay görünüyor. jüriden de destek görüyorlar. zira jürinin bir kısmı meslek pratiğiyle uğraşan hocalar. belki de türkiye'deki meslek pratiğinin fenalıkları, know-how azlığı, işbilmezlik, basit bir işi bile yürütmekte karşılaşılan zorluklar, meslek insanını yeni çözümler gerektirecek, zorluklar yaratacak biçimler üretmekten ziyade basit de olsa iyi işlenip sonuca vardırılabilecek fikirleri ön plana alan bir tavır geliştirmeye yönlendiriyor? anlaşılabilir. önemli olan basit de olsa bir fikri olgunlaştırabilmek. bunu daha önce yazmış mıydım.

diğer grup ise bu aşamayla boğuşması gerekeceğini tam algılayamıyor gibi, bazıları fikirlerini inceltip detaylandırmaya devam etmekte, bazıları yepyeni kavramlar geliştirmişler, iki grup da başetmeyi iyi bildikleri alanda tur dönmeye başlamışlar. ilk çizim denemelerini, ya da büyük ölçekli maketleri beğenmeyip o işten el çekenler, biraz belki cesareti kırılanlarla da karşılaşılabiliyor. kolay değil. bütün çözümleri kendileri keşfetmek zorundalar. örnekler inceleseler de oralardan aldıkları fikirleri birbirine entegre edebilmek zorundalar. sayısız karar vermeleri gerekiyor. ciddi miktarda bilgi edinmeleri ve yeni bilgi üretmeleri gerekiyor. bu okul onlara bu noktada fazla yardımcı olmadı. buraya kadardı. buradan sonrasında gerçekten kendi başlarınalar.

bir adet daha gözlemim var, bu bitirme grubunun ciddi kısmını birinci sınıftan tanıyorum. ve şunu gözlemliyorum, bir öğrenci bu okula girdiğinin daha ilk aylarında halini tavrını belli ediyor, ve bitirmede de hala aynı tavırları taşıyor oluyor. hal tavır derken, tasarlama tavrı, meseleye yaklaşımı, ürettiği biçimler, çalışkanlık düzeyi, üretim yoğunluğu ve becerisi, sorunlarla başetme kararlılığı vd. nasıl girerse öyle de çıkıyor. tuhaf. insan birinci sınıftan sonra hiç mi şekillenmiyorlar diye düşünebilir, ama benim söylediğim şu: birinci sınıfta da şekillenmiyorlar! okul öyle serbest ki, herkes geldiği hal neyse o temel özellikleri hiç kaybetmeden ve değiştirmeden buradan çıkıp gidebiliyor. bu iyi mi kötü mü onu bir süre daha düşüneceğim. zira yorumlanması güç bir durum. bu okula girdikten iki ay sonra bir öğrenciyi değerlendirip, o öğrenciden 4 yıl sonra ne çıkacağını nerdeyse %90 oranında tahmin edebileceğinizi iddia ediyorum burada.

eskiz sınavı ve bir mesleki deformasyon olarak 'yeniyi aramak'

efenim ne zaman kalabalık bir grup mimar biraraya gelip bir işi halletmeye kalksa iş tasarıma dönüyor, tabii iş zaten bir tasarım boyutu içeriyorsa derhal işin 'çerçeve'si sorgulanmaya başlanıyor. önceki yıllardan gelen hazır prosedürler [ve bizi pratik çözümler bulmaya sevketmesi icap eden zaman kısıtlamaları] yokmuş gibi davranmak içimize işlemiş. yani hepimiz tasarlama bağımlısı olduğumuz için girişiyoruz yenilikçi bir tasarım süreci olarak toplantıları kurgulamaya. allah kabul etsin.

okuldaki her toplantıya bence okulun memur, memure ve mühendisleri başkanlık etmeli, notlar almalılar, gündem belirlemeliler, toplantıyı rayında tutmalılar. eskiz sınavı toplantısı da istisna değil. okulun her biri tasarımcı olan genç ve orta yaşlı bir grup mensubu bu yılın eskiz sınavının nasıl olacağını konuşmaya girişince de toplantı kalabalık bir tasarım toplantısına dönüşüverince herkes de tabi kendi tasarım tavırlarına höristiklerine algılarına sahip napacaksınız konuyu da sorgulamak gerekiyor, öyle ya brief-iş eskiz sınavı ise o nasıl daha farklı olurdu, yani bu yıl eskiz sınavını daha önce olmadığı şekilde nasıl tasarlarız, heyecan verici bir fikir.. diyorum bir memur olsa, ne güzel, der ki önceki yılki notlarıma bakayım yönetmeliklere bakayım şu şudur bu böyle yapılır, şimdi bu şablondaki eksikleri kuralına uygun biçimde tamamlayalım, bitsin. yok biz de öyle başlıyoruz da sonra çivimiz çıkıyor, bu nasıl böyle olmaz da başka türlü olabilir şunu bunu değiştirelim artık burasına bunu ekleyelim bence bu yıl şöyle bişey deneyelim, hayır heyecanlı güzel, keyifli, bazen de gerekli, ama konu eskiz sınavı olunca mesela (ya da staj komisyonu), ya arkadaşım niye deneyelim? eskiz sınavı ne ya? ne ya?

anladığımı anlatayım, bir zamanlar bir meslek okulu vardı, bu okulda dördüncü yılına gelen bir öğrenci kendi başına, kimseden yardım almadan, yani hocası tarafından değil de kendi tarafından tasarlandığı varsayılan bir proje yapmak üzere bitirme ödevine katılıyordu. tabii nereden bileceksiniz bu öğrencinin o projeyi kendisinin yaptığını? ya tecrübeli bir mimardan yardım aldıysa, kendisi gerekli becerilere sahip değildiyse, ya yetkin hale gelmemiş idiyse? onu bir gün böyle bir odaya kapatalım, küçük bir tasarım görevi verelim, bakalım kendi başına neler yapabiliyor görelim denmiş... şimdi buradaki varsayımların hangisi bugün geçerli? hangi varsayımlar denirse: "bir öğrenci 4 yıl mimarlık okulunda dolanınca mimarlık yapabilecek hale gelir". "mimarlık bir şahsın bir binayla ilgili tüm önemli meseleleri kendi başına çözüme kavuşturması demektir". "mimarın kazanması gereken ve bir liste halinde sayılabilecek ve hocalar tarafından düzeyi ölçülebilecek beceriler ve bilgiler vardır, mimar okuldan çıktığında bunların hepsini yeterli düzeyde edinmiştir". "işin tüm önemli yönlerine hakim, donanmış bir uzman haline geldikten sonra okuldan mezun edilir ve memleketine mesleğini emekli olana kadar icra etmek üzere gönderilir". yahu. hangisi. güncel. bu varsayımların bugün?

oturuyoruz, bir tarafta yönetmelik, sınav olması gerekiyor, çok önemlidir, sınavdır, mühürler çıkıyor, okulda yılda iki gün mühürler çıkıyor, bir bitirme teslim günü bir eskiz sınavında, birden ciddiyet. stüdyoların anahtarları ortaya çıkıyor, aman öğleye kadar yaptıklarını teslim alıyoruz, yemeğe salalım mı salmayalım mı, peynirli sandviçten başka bişey yerlerse kopya olur mu, kopya olursa ne fenadır, halimiz kötüdür.. yahu. hangimiz. oturup. kapalı. bir alanda. oturup. öyle. çizerek ederek falan. bir tasarıma başlıyoruz? bu çocukların. hangisi. tek başlarına. dışarıda. çalışıp mesleklerinin tüm yönlerini icre edecekler. hadi diyelim ki edecekler. hangimiz. o yönlerin. hangileri olduğunu. ve mekan üretimi faaliyetinin hangi bölgesine denk geleceğini. şu anda biliyoruz?

tekrar ediyorum, oturuyoruz, ha ben de aynıyım herkes ne yapıyorsa nasıl yapıyorsa onu yapıyorum, hepimiz teker teker aynı şeyi yapıyoruz orda, tasarlamaya kaptırıyoruz, bi ara yönetmeliklerin üzerindeki tozlar üfleniyor, sınavdı değil mi, hadi bunu da tasarlayalım biz şimdi, yahu sınavdıysa bırakın tasarlamayalım, sınav olsun, ne hali varsa görsün, hayır! orası da olmasın o olmasın bu olsun bu olsun bu olmasın bu yıl acaba şöyle olsa mıydı, böyle olursa şöyle olur ama, teslim olarak şöyle şöyle isteyelim, yok bence onu istemeyelim, bunu isteriz, şunu veririz, arada "kilit" "mühür" "öğle arası" ve "sınav" tabirleri bizi tekrar raya oturtuyor, işi gelen kaçıyor toplantı bitmiyor, aynı kararlar üzerinde dolandıkça dolanıyoruz, hiçbir karar alınamıyor, alınan her karar tekrar sorgulanıyor, çünkü tasarımın ilk aşamalarında katı olan herşey buharlaşmalıdır. sergisi şöyle olsun, ama efendim resmi evraktır, sınav evrakıdır, ekleme çıkarma olursa, e o zaman nasıl sergisi olacak ki, sınav ise nasıl sergisi olacak (hemen çözeriz o sorunu: misal deri zki kilitli cam dolaplar olsun, onun için de öğrenci tasarım yarışması açılsın, efenim hızımızı alamıyoruz "çözdükçe çözüyoruz", ha kimse öyle bişey demedi, ama özetle süreç böyle gelişiyor), bilgisayar olsa mıydı, maket olsa mıydı, çizim olsa mıydı, yoksa araçlar tümüyle mi serbest olsundu, ne olursa olsun muydu yahu olsundu, ne olursa olsundu, ne olursa olsundu.

sen çocuğa "bilgi" aktarmayı bıraktın. bilgi kalmadı diyorsun. çocuğa "ders" anlatmayı bıraktın. zamanı geçti, o kendi araştıracak diyorsun. sen onun 4 yılda olgun bir mimar olacağı düşüncesini bıraktın, bu işin hayat boyu süren bir öğrenme ve uzmanlaşma süreci olduğunu, 4 yılda ancak başlandığını, ayrıca herkesin de tasarımın farklı alt alanlarının bilgisine ve becerilerine doğru uzmanlaştığını biliyorsun, sen bir okulda birbirine taban tabana zıt tasarım tavırları üzerinden gelişen çok farklı stüdyolar olmasının iyi olduğunu, bu stüdyolardan geçen öğrencilerin farklı tasarlama tavırları ve teknikleri edineceğini de kabul ediyorsun, sen onun hayatı boyunca çok farklı aktörlerin katıldığı tasarım ve üretim süreçlerinde ekipler halinde çalışacağını da gayet iyi biliyorsun, ama onun "kendi başına bir tasarım görevini belirlenen süreler içinde ve belirli tasarım ve ifade araçları üzerinden çözüp çözemediğini, tüm okul çapında ortak olan" bir sınav ile ölçmeye çalışmaktan vazgeçemiyorsun.

arkadaşım:
bitirme ödevi -eskiz sınavıyla birlikte- ilgilenen mimarlık tarihçileri ve kuramcılarına verilsin. arşive kaldırılsın. tasarımcılar artık bitirme stüdyosuyla uğraşsın, o stüdyoda da bir günlük ortak şaretler de olur, jüriler de olur, o stüdyonun gereği nasılsa öyle olur, bilgisayarla tasarlayan stüdyoysa onun şaretinde printeri de olur 3D printeri de olur, yok başka stüdyoda cetvel bile yasaktır, bir tanesi sadece 3 farklı ölçekte maket ile yapacaktır şareti, ama sınav değildir bu. sınav ne? ne zaman sınavı oldu tasarımın? ne zaman okuduk sınav kağıtlarını?

ayrıca en baştaki mevzuya dönersek: yaratıcılık ve yeniye olan tutku tasarımcılığın bir yan etkisi de olabilir diye düşünüyorum artık. eskiden bu konudaki temel açıklamam piyasa işleyişinin sürekli yeni olan ürünü talep edişinin tasarımcıyı bu yöne sevketmesi idi. bu geçerli geliyor hala bana. ama daha temelde, tasarımcının sürekli yeni koşullar ve yeni problemlerle karşılaşacak olması, onu her daim yeni olan problemlerle başetmek için tavırlar geliştirmek durumunda bırakıyor. iş her zaman belirsiz, bu yüzden istemesek de hep bir yeni durumla boğuşmak boyutu içeriyor. eğitim de pratik de bu yenilik meselesini mesleğin tatmin edici ve heyecanlı yönünü barındıran bir özelliği olarak algılıyor. eğitimde öğrenciyi yeni koşullarla güreşmeye alıştırmak, bu tavırları geliştirtmek, meslek pratiğinde ise zaten hep yeni olan durumları çözmek için geliştirilen tavırların, deneyimlenen yaratıcı süreçlerin, karşılaşılan yeni örnek ve çözümlerin bir bağımlılık yaratması sonucu...

2 Nisan 2011 Cumartesi

tasarım hakkında da bildiklerimiz var

bir kaç haftadır yanımda dolandırdığım bir kitap var. kees dorst'un kitabı. kendisi bir "endüstriyel tasarım mühendisi". aynı zamanda tasarım araştırmacısı. adını şurda burda bir takım makaleler ve kitapların yazarı olarak epeydir biliyordum. faal bir araştırmacı ama aynı derecede faal de bir tasarımcı ve eğitimci. ecnebiler bunu başarabiliyorlar. kitabın adı "understanding design: reflections on being a designer". (gingko press, 2006) [kendisinin önemli de bir doktora tezi var: "describing design, a comparison of paradigms", 1997] [ayrıca bakınız: www.keesdorst.nl]

bu entry'yi de bir kaç haftadır yanımda dolandırıyorum. zira kitabı okumaya başlar başlamaz ortada tuhaf bir durum olduğunu farkettim. kitaptaki her satır bana doğru görünüyordu. kitabı bitirdim. bu esnada uygulamayla ilgili benim çok iyi bilmediğim alanlara da el attı yazar. yine de hala içimde bu kitabın %90'ının altına imza atmak isteyeceğim yolunda bir his duruyor. geri kalan %10'a da itirazım yok, sadece çok iyi bilmiyorum oraları. peki tasarım gibi son derece belirsiz bir alanda benimkinden çok farklı bir hayat tecrübesi geçirmiş bir ürün tasarımcısıyla nasıl böyle hemfikir olabiliyorum? hani tasarımla ilgili herşey tartışmalıydı? hani herkes meselelere başka bir yönünden yaklaşacaktı? (demek ki tasarımda bazı alanlar tartışmalıyken, bazı alanlarda ise belirli bir dönem içinde genel kabuller oluşabiliyor.) [bkz resim1, her satırı işaretlemişim :D]

satır satır okuyorum ve kendi deneyimim ve düşüncelerimle birebir eşleştiriyorum. (bu kitabı altlık yapıp bir seri yazı gireceğim.) söylemek istediğim şu, tasarımla ilgili aslında çok şey biliyoruz. bilmek. bilgi. evet. ortak bir kavrayışımız var. ortak bir zeminimiz var. bu son derece belirsiz ve araştırılmaya direnen bir alan, belki ikna edici yöntemler geliştirilemiyor o alanı araştırmak için, ya da belki psikoloji ve nörobilim gibi araştırma alanlarının ilgisini yeni yeni çekmeye başlamanın talihsizliğini yaşıyor (sanat ve yaratıcılık ilgilerini çekiyor, problem çözme ilgilerini çekiyor ama asıl ilginç ve anlaşılması güç alan olan tasarım-tasarlama alanı o kadar ilgilerini çekmiyor?), ama tüm bunlara rağmen, şu durumumuzda dahi tasarımla ilgili, tasarlama faaliyetiyle ilgili çok şey biliyoruz.

esasında aynı hissi lawson'u, cross'u ya da schön'ü okurken de deneyimlemek mümkün; bu ölçüde olmasa da. tüm bu kitaplarla ilgili can sıkıcı bir husus var yalnız ve en çok bu kitapla ilgili, tüm bu metinler sanki esas olarak yazarların anılarını ve izlenimlerini anlatmalarından ibaret? tasarlamanın, tasarlama faaliyetinin doğasına ilişkin kuramsal alan, eğitim, araştırma ve pratikten edinilen genel izlenimler ve biriki anektota dayanıyor gibi bir görüntü veriyor. protokol analizi gibi yöntemler ise ancak son derece kısmi oyuncak alanlarda çalışılıyor ve bu araştırmalların verilerinden tasarıma ilişkin genellemeler ancak oldukça yoruma dayalı biçimde çıkarılabiliyor. (bu konu üzerinde düşündüren bir kitap da var, bundan da bahsedeceğim umarım yakında.) dolayısıyla alanı en iyi anlatan kitap, metin içinde bir tek açık referans barındırmayan (kaynakçada bir miktar referans var), bir akademik tavır takınmayan böylesi bir kitap olabiliyor. ne yazık. çünkü doktorada benden her iddia için referanslar içeren bir tartışma bekliyorlar? (belki de beklemiyorlar, ya da bu refere etme işi çok daha serbest düşünülebiliyor, okulumuzun güncel doktorala tezlerine bakılırsa öyle).

insan fen bilimlerinde ya da mühendislik alanlarında ya da en azından sosyal bilimler alanlarında görüldüğü türde bir tür dayanaklı olma, sağlam bir kaynağa dayanma, karşılaştırılabilir ve sınanabilir araştırmalara dayanma arayışının karşılıksız olduğunu görüyor. ve böyle bir alanda akademik faaliyet yürütülecek.. kriterlerimiz ise fen bilimleri alanlarına göre belirlenmiş. tasarım alanlarının konferansları (GECCO gibi bir konferansın tavrıyla kıyaslandığında) gülünç görünüyor. ama alanın durumu bu işte. böyle çalışılıyor. ve bu halde bile, ilginç olan, tasarım hakkında o kadar çok şeyi biliyoruz ki. hem de sağlam biçimde biliyoruz. bu nasıl oluyor?

sonraki.

GECCO'dan yanıt geldi, bunu poster yap demişler, üzücü, kabul edemedim, 4 kişiden biri paper olabilir demiş, biri direk reddedin demiş, diğer ikisi arada. puanlamada da tam orta not almışım. (kötü.) aslında o konferans herhangi bir bahane bulunup gidilecek kadar önemli ama mali kaynaklarımı idareli kullanmam lazım. posteri kimse kaale almıyor ki..

gelen eleştirilere bakılırsa önerdiğim yöntem galiba gerçekten özgün, değişik denmiş, ama biraz "eski moda" bulan olmuş :] neden gelişmiş bir pareto-tabanlı algoritma yerine bu yaklaşımı kullandığım anlaşılmamış, ama sebebi var aslında ve yanlış hatırlamıyorsam bildiri metninde sarih biçimde anlatılıyor. o yüzden de bildirinin odağı biraz karışıyor [aşağıda değineceğim] ama kaçınılmaz bir durum. performans karşılaştırması için de daha gelişmiş bir algoritmayla ve literatürdeki örnek problemler üzerinden bir karşılaştırma istenmiş, benim örnek problemim elbette mühendis ve matematikçilere bir şey ifade etmiyor, onlar işin teorik yanının derinleştirilmesini istiyorlar. oysa ben meseleye evrimsel algoritmaların tasarımdaki bir uygulaması olarak yaklaşıyorum. ve bu yöntem de o yüzden gerekiyor yoksa mühendislerin problemlerine daha iyi karşılık gelmeyeceğini şimdiden öngörebiliyorum zaten. tabii sorun şu ki örnek problemimin gerçek bir pratik anlamı yok. ne var peki? pek bir anlamı olmayan ve iyi sınanmamış bir özgünlük. fikir var, fikir herkeste var, onun nasıl işlendiği önemli değil mi..

benim kurgum meseleyi anlamlı biçimde çerçevelememi belki de imkansız kılıyor. akademik alanda bir işe-araştırmaya nasıl başlandığı, o işin-araştırmanın en baştan nasıl kurgulandığı çok önemli. ama bir tasarımcı için bu kolay benimsenebilir bir fikir değil. nasıl olur da nereye gidileceğini baştan sarih biçimde planlarsın ki? nasıl olur da giriştiğin işin sınırlarını ve varacağı noktayı önceden sabitlemeyi kabullenirsin? nasıl olur da o işle ilgili herşeyi başladığın noktada öngörebildiğini düşünürsün? ama öyle yapmak gerekiyor.

yöntemin bazı noktalarının tam anlaşılmadığı ile ilgili eleştiriler vardı. bu haklı bir eleştiri tabii. tüm önemli hususları açık açık yazdım sanıyorum. ama yazamadığım bir sürü minör husus da var elbet (en başta, kullandığım süreç parametreleri ki bunlardan onlarcası var) ve bu durum bu bildiriden yola çıkılarak sürecin yeniden üretilebilir olmasını engelliyor.. ama benim tüm prosedürüm o kadar uzun ve karmaşık ki.. işte bir hacker tavrını, bir 'yolunu buluculuk'u bilim insanlığından ayıran.. ya da tasarımcılıktan mühendislik akademyasına doğru şöyle bir uzanan bir mimara kendi tavrının sınırlarını öğreten bir an. bir kere, biliyorum, ben en baştan yöntemimi çok daha sarih ve dolayısıyla kolayca yeniden üretilebilir bir prosedür olarak geliştirebilirdim. ama bu benim içime işleyen üretme tavrına o kadar ters ki. ben oldukça kirli, dağınık, bununla beraber alabildiğine üretken bir süreç yaşamaya alışmışım. seviyorum bunu. o zaman keyif alıyorum. heyecan duyuyorum. gelgelelim, bu tavrın sonuçları böyle bir konferansın taleplerini karşılamayı güçleştiriyor.

grafiklerimi tüm inceleyiciler eleştirmiş. y eksenini adlandırmayışım, ve renkler yerine çizgi tipleri ve gri tonlar deneyişim mesela tepki toplamış. ben de oturup tatlı tatlı tasarladımdı o grafikleri. ters tepti. daha sarih bir tasarıma gideceğim bi dahaki sefer. ama standart mavi kırmızı siyah renkleri kullanmayacım (ulan). ha ben de çok beğenmedim sonuçları ama o kadar da anlaşılmaz değillerdi canım. sabunlama yoktu yani.

en önemli eleştiri şuydu, diyor ki, "burada üç ayrı mesele işlemişsin, ama hiçbirini yeterli derinlikte işlememişsin, bir tanesini ama alanın güncel durumunun gerektirdiği şekilde derinlemesine işlesen daha iyi oldurdu. çabaların takdir edildi daha fazla çalışmayla GECCO'da bir bildirin de olabilir." evet hocam. doğru. doğru ama belki de çalışmanın kurgusuna ait, meseleyi karmaşıklaştıran bazı sorunlar ve üzücü bir takım gerçekler var. belki daha çok çalışmayla da üstesinden gelinemeyebilecek sorunlar..

(bu arada bu değerlendirmelerde kimliğin tüm inceleyiciler için gizli kaldığını artık pek düşünmüyorum, bu kişi benim tek başına yazan genç bir akademik adayı olduğumu bilerek yazmış gibi. düşünsenize önemli bir üniversitenin profesörünün de adı olma ihtimali var o bildiride, o durumda aynı üslupla yazılır mı? tam bana hitaben yazılmıştı bu eleştiri.)

en başta, ben aslında bu alanda çalışmıyorum ki!? multi-objective optimisation!? ben aslında tasarım için evrimsel algoritmaların kullanılması isteniyorsa optimizasyon dışında başka ek yaklaşımlar geliştirilmesi gerekeceğini iddia ediyorum. ama meseleyi yeniden optimizasyona indirgeyecek yöntemler geliştirince kafalar iki kere karışıyor, haklı olarak. dahası mühendis de değilim. matematik de bilmiyorum. alanın düzeyini ve en güncel kaynakları da takip etmiyorum. kendi anlayışım ve bilgi düzeyim çerçevesinde elimden geleni yaptım işte. bundan daha ötesini yapabilir miydim.. pek bilmiyorum... bir miktar kooperasyonla daha anlamlı ürünler çıkartabilirdim sanıyorum. ama onu da denemeden bilemem.

işin temelinde bir evrimsel algoritma uygulaması var, çalışılan asıl alan tasarım ve buradaki alternatif multi-objektif optimizasyon yöntemi önerisi de, ilgili diye, bu konferansa sunuldu. benim asıl uğraştığım işin uygulama kısmı, pratiğe yönelik bir öneri ama o da aslında ilkel bir halde. fakat o kısmını anlatmadan niye böyle bir yöntem önerdiğim anlaşılmıyor. yöntemi yazıp sunup eleştiri almadan da doğru yolda olup olmadığımı bilemiyorum. (şimdi mesela deneyebileceğim başka algoritmalar da öğrenmiş durumdayım, bir inceleyici biriki öneri getirmiş, konferansa da bu tip hususlarda bilgilenmek için gitmek gerekiyor tabii, tüm uzmanlar orada olacak).

müfredat bile beni üzüyorsa (tatil mi lazım ne)

bu bloga bir yetkili kurul, kendime de o kurulu etkileyebilecek bir aktörmüş gibi yaklaşarak okulumuzun yeni mimarlık eğitimi müfredatıyla ilgili önerilerimi sıralıyorum:

_stüdyo merkezli bir anlayışa geçelim, proje dersinin kredisi 8, 12 ya da 16 olsun, okul 24 saat açık, stüdyo mekanları sadece o proje grubuna ait olsun.
_maket atölyesi önem verilen bir alan haline gelsin, dönem başlarında güvenlik eğitimleri düzenlensin.
_stüdyodan bağımsız bir temel tasarım dersi artık varolmasın, perspektif de kalksın, bu iki dersin yerine 2 dönemlik (1. ve 2. dönemler) zorunlu bir 'üretim ve iletişim teknikleri' dersi konsun, bu ders stüdyodan ayrı ama onun üretimini destekleyen bir yapıda olsun. çizim ve grafik araçlarından başlayarak modelleme, rendering, 2B 3B animasyon, film vd konulara ilişkin teknikleri uygulamalı olarak öğretsin. (hemen tümüyle bilgisayar üzerinden). öbür tarafta stüdyo daha ilkel teknikleri keyfine göre kullanmaya devam edebilir. bu bir tasarım stüdyosu değil 'ders' olsun, stüdyoyla geçici ortaklıklar kurabilir ya da tümüyle ilgisiz kalabilir.
_yök birden buharlaşsın ve dayattığı dersler de müfredattan ayrılsın, yerlerine seçmeli insan bilimleri dersleri açılsın.
_statik mukavemet vd diye giden derslerin hepsi kaldırılsın. yerlerine bir adet 'strüktür tasarımı konuları' dersi konsun. bu da ders olsun, stüdyo değil. bu konunun uzmanları stüdyoların bazılarına bilfiil katılmaya başlasınlar.
_restorasyon projesi ve uygulama projesi kalksın, (şehircilik projesi hala kalkmadıysa o da kalksın) restorasyon, renovasyon, strüktür [tasarımı], şehircilik (ve kentsel tasarım) uzmanları proje derslerine (stüdyolara) yürütücü olarak katılsınlar ya da kendi adlarına proje dersi açsınlar. bu stüdyolar 3. ve 8. yarıyıllar arasına yayılsın.
_9. ve 10. yarıyıllarda iki dönemlik bir bitirme stüdyosu yürütülsün. (okul 5 yıllık olsun demiş miydim?) her bitirme stüdyosu kendi başına bir modül oluştursun (ve zamanla kendi uygulama ve geleneklerini de üretebilir.) modüller genel yönelim ve anlayışlarına göre ve o yıl seçtikleri temaları dikkate alarak okul içinden ve dışından çeşitli uzmanları stüdyoya yürütücüler olarak dahil etsinler, seminer serileri ve geziler düzenlesinler. bir yılın sonunda uygulama projesi düzeyinde bir diploma projesi tamamlanarak mezun olunsun.

şimdi bu önerilere bakıyorum. bir kısmının kaynağı (anglosakson) dünyanın uygulamalarından gözüme çarpanlar. bir kısmı da okulun -artık varolmayan- tasarım kürsüsünün öğretim üye ve yardımcılarının -en azından- bir kısmının yıllardır üzerinde uzlaştıkları konular gibi görünüyor. bu konuları diğer birimlerle tartışmak çok mu zor acaba? bu okulda iki kere müfredat değişmedi mi zaten? niye asıl yapılması gerekenler yapılmıyor da...